32 yılını cezaevinde geçiren ve 30 Nisan’da özgürlüğüne kavuşan Türkiye’nin en uzun süre cezaevinde kalan kişisi olan Tahir Canan, eşi Gülnigar Canan ve Tahir Canan cezaevindeyken dünyaya gelen 20 yaşındaki en küçük oğlu İmran Kaya Canan ile Göztepe Özgürlük Parkı’nda buluştuk.
59 yaşındaki Tahir Canan’ın ilk tepkisi “Teknoloji ne olmuş böyle? Herkesin elinde olağanüstü cihazlar, sürekli telefonla konuşuyorlar” oluyor ve diğer oğlu İlhan Canan’a göndermede bulunuyor: “Cezaevinden çıktık. Bandırma’dan Gebze’ye kadar kulağında telefon vardı.”
Canan, Özgürlük Parkı’nda yeşillik ve çiçeklere de özlemle bakıyor. Cezaevlerinde yönetimlerin yeşile düşman olduğunu anlatıyor ve ekliyor: “Süpürdüğümüz kumlara çay karıştırarak ‘yeşil’ elde ederdik. Çiçekler ve yeşil içinde olmak çok güzel.”
Tahir Canan 1991’de şartlı tahliye ile çıktığında kendisiyle evlenen, onun üç oğluna annelik yapan, ancak eşi 1993’te tekrar cezaevine girdiğinde en küçük oğluna hamile olan Gülnigar Canan, eşi olmadan geçen 20 yıllık zor dönemi değerlendirdi. Babası ile ilk kez dışarıda görüşebilen İmran Kaya Canan ise, onunla gerçek anlamda tanışma sürecini anlattı:
“Babam içerden dışarı çıktı ve bize alışmaya çalışıyor. Biz de içerden onu çıkardık, ona alışmaya çalışıyoruz... Biraz farklı ve heyecanlı.”
Tahir Canan: Cezaevlerinde insanlığın olmadığı noktaya gidiyoruz
Son 34 yılın 32 yılını cezaevinde geçirdikten ve son 20 yıl tutsak kaldıktan sonra özgürlüğünüze kavuştuğunuz için şaşkın mısınız?
Verilen mücadeleler sonucunda kanun meclisten geçince artık çıkacağımı biliyordum. O yüzden çok ani bir çıkış olmadı. Eşyalarımı topladım ve beklemeye koyuldum.
Geçen perşembe çıkacağım söylendi, tüm aile toplandı ama henüz çıkamayacağım anlaşılınca insanlar geri dönmek zorunda kaldı. Bu da 4. Yargı Paketi’nin Cumhurbaşkanı’ndan geçtiğini aileme söyleyen Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Milletvekili Ali Uzunırmak’ın bize bir hediyesi oldu. Daha sonra kendisi beni arayarak özür diledi. Ben çıktıktan sonra yine aradı ve telefonu 3. Yargı Paketi ile serbest bırakılan Bahçelievler Katliamı hükümlülerinden Ünal Osmanağaoğlu’na verdi. Trajik bir andı. Ama geçmiş olsun, diyene ne diyeceksin; teşekkür ederim, dedim.
Dışarısı nasıl hissettirdi sizi?
Her yönüyle şaşkınım. Cezaevinde yıllardır ufacık bir yeşillik bile yasak. Biz orada, idare toleranslı davrandığı dönemlerde kumları süpürür, içine çay katarak yeşillik yetiştirdik. Onun dışında en ufak bir yeşilliğe izin vermiyorlardı. Cezaevlerinde yeşile düşman bir sistem var. O yüzden şimdi böyle yeşilliği, çiçekleri görmek inanılmaz bir duygu.
Fakat hiçbir şey cezaevinden daha kolay olmayacak. Bu çok denklemli yeni bir başlangıç. Çocuklar babalarını tanıyacak. Eşler olarak birbirimizi baştan tanımamız gerekecek. Eşler de çocuklar da hayatı paylaştıkları ölçüde birbirlerini bilirler. Paylaşım olmadığı zaman sadece hayatlarında birer figürdürler.
Cezaevinde bir gün nasıl geçiyordu?
Sabah 8.00’de kahvaltı yapıyorduk. Ondan sonra sayıma gelir gardiyanlar. Ardından var olan bulaşıklar yıkanır ve saat 09.00 gibi de herkes kendi okumasına yazmasına başlar veya volta atar.
Televizyonumuz da vardı. Onun dışında bir ocağımız vardı. Ayrıca benim şal yapmak için tezgahım vardı. Onların hepsini getirdim. Ayrıca çatal, kaşık, tabak, bardak gibi şeyleri de getirdim birer örnek olarak. Cezaevindeki yaşamı eşyalar üzerinden göstermek istiyorum.
Cezaevinde koşulların düzeldiği söyleniyor. Siz cezaevlerinin halinin 32 yıldır birebir tanığısınız. Ne düşünüyorsunuz?
Düzelme denince iki farklı kutuptan bakmak lazım. Nasıl işçiyle patron karşı karşıya olduğunda birinin aleyhine olan bir şey diğerinin lehine oluyorsa, cezaevleri birileri için güzelleşmişse diğeri için kötüleşmiş demektir.
Daha önce 50 kişilik koğuşlar vardı. Ben oralarda da kaldım. Bol insan, bol sorun ama insan ilişkisi var, sohbet var. İnsanlar birbirleriyle görüşür, konuşur, tartışır. F tiplerinde ise sadece üç kişi var. Diğer M tipi, E tipi dedikleri koğuşlar da F tipi ile aynı büyüklükte ama buralara yedi sekiz kişi yerleştiriyorlar. Bu koğuşları karşılaştırınca bile şöyle bir sonuç çıkıyor: F tiplerinde yaşam alanı daha düzgün ama insan ilişkileri çok daha kötü. Konuşabileceğiniz sadece iki kişi var. Ben Adana F tipinde de kaldım. Orada gardiyanla dahi sohbet edebilme şansım yoktu.
Artık cezaevlerinde insanlığın olmadığı bir noktaya gidiyoruz. Önemli olan cezaevinin iyi olması değil. Önemli olan oradaki insanların birbirleriyle diyalog kurarak orayı olabildiğince iyi hale getirmesi.
“12 Eylül gerçekten yargılanmalı”
Cezaevinden dışarıya bakıldığında nasıl bir Türkiye görüyordunuz?
Geçmiş dönemlere bakınca Kürt sorununun çözümü çerçevesinde girilen yol heyecan verici gözüküyordu. Barış oluşursa çok önemli katkı sunacak. Emekle sermaye arasındaki çelişki daha da netleşecek. O açıdan da önemli.
Ama ülkenin demokratikleşmesi bakımından değerlendirince, samimi bir 12 Eylül yargılaması yapılmıyorsa, 17 bin faili meçhul cinayetin sorumluları yargılanmıyorsa, hukuksuzluk devam ediyorsa demokratikleşme sadece söylem düzeyinde kalır.
Yani bir 12 Eylül mağduru olarak bugün iktidarın söz verdiği şekilde 12 Eylül’le hesaplaşmadığı görüşündesiniz…
Bugün 12 Eylül davasında Kenan Evren’in yargılandığı söyleniyor ama aslında yargılanmıyor. Adam laubali şekilde hastane yatağında ifade veriyor. Oysa 12 Eylül’de yargılananların hepsi asker gibi hizaya dizilmek durumunda kalırdı. Bir çoğu tek tip kıyafetlerle mahkemeye çıkarılırdı. O şekilde yargılama yapılan bir dönemin mimarı bugün yatakta ifade veriyor.
12 Eylül gerçekten yargılanmalı. Ama kim yargılamalı? Bugünkü gibi egemenler bu işi kendi aralarında halletmeye kalkarlarsa bu yargılama olmaz.
Siz 32 yıl cezaevinde kaldınız. 17 bin faili meçhulden söz ediyorsunuz. Bu faili meçhullerin sorumlularından biri olarak gösterilen Mehmet Ağar, sadece bir yıl cezaevinde kaldı ve sizden bir gün önce tahliye oldu. Ne hissettiniz?
Bence onu zaten göstermelik olarak yargıladılar. Bir süreci kapatmak için hazırlanmış bir tezgâhtı. Ağar’ı yargılayacaksan, “bin operasyonu” yargılayacaksın. Bin operasyonda kimler görev almış, kimin nerede ne parmağı var… Bunlara dokunulmadı. Ergenekon operasyonunda da faili meçhul cinayetlerden sorumlu isimler var. Ancak onlar yargılanmalarına rağmen bu cinayetlerden yargılanmıyorlar.
“Dindarlarımızın demokrasi anlayışı”
Oğlunuz İlhan Canan bundan iki hafta önce BirGün gazetesine verdiği röportajda en büyük hayalinin sizinle 1 Mayıs kutlamalarına katılmak olduğunu söylemişti. Bugün katıldığınızda ne hissettiniz?
Bugün pankartın bir yanında İlhan vardı bir yanında ben vardım. Eşim de yanımdaydı. Ailecek oradaydık. Bu çok yönlü bir duyguydu. Bir şeye sıkıştırmak mümkün değil.
Bir yandan o kitlenin attığı sloganların, o temponun yıllardır dışında kaldığın için uyum sorunu yaşadım. Bazen sloganlara sesin yetmiyor, kitleye ayak uyduramıyorsun. Ama kitle coşkusunu yaşamak moral verdi bana.
1979’da atılan sloganlarla bugün atılan sloganlar arasında çok da fark olmamasına şaşırdınız mı?
Şaşırmadım. Demek ki 34 yıldır memlekette hiçbir şey değişmemiş, düzelmemiş, sorunlar olduğu gibi aynı şekilde duruyor.
Bugün Taksim, Şişli ve Mecidiyeköy’de polisin uyguladığı şiddeti gördüğünüzde ne hissettiniz?
Aslında daha önce çok yaşandı bunlar. Onların bir tekrarı. Biz 34 insanımızı Taksim’de kaybettik. O günden bugüne son üç yılı saymazsak Taksim’e çıkmak için verilen mücadelelerin hepsinde benzer şeyler yaşandı.
Ancak hiçbirinde İstanbul bu şekilde kapatılmamıştı. Hiçbir toplu ulaşım aracı çalıştırılmadığı gibi yollar da kapatıldı, deniz ulaşımı durduruldu. Hatta 1970’ten bu yana ilk kez Haliç’te köprüler kaldırıldı…
İşte tam da bizim dindarlarımızın demokrasi anlayışı.
Artık özgürlüğünüze kavuştuğunuza göre, hayalleriniz ne?
Emek vererek birbirimizle yaşamamız lazım. Gerçek anlamda hayalim ise sosyalizmdir. Sınıfsız bir toplumun yaratılmasını, insanın insanca yaşadığı, sömürünün olmadığı bir toplum hayal ediyorum. Bunun için de çıktığım anda kişisel sorunlarımdan bahsetmek yerine 1 Mayıs dedim ve bugün 1 Mayıs’taydım. Orada ne yapabileceğimi, birlikte ne yapabileceğimizi düşündüm.
Gülnigar Canan: Kolay bir hayat beklemiyor bizi
Tahir Canan tahliye olduktan sonra ilk ne yapacağınızı sorduklarında “Tahir Canan’ın çocuklarıyla torunlarıyla hasret gidermesini seyredeceğim” demiştiniz. Tahir Canan eve geldiğinde neler hissettiniz?
Her anı karışık duygular içinde izliyorsunuz. Sadece Tahir için değil o iletişim kargaşası. Dışarıda olmak da bir mahkumiyet. Biz aslında hapishaneyi çok yanlış yaşayanlardanız.
Nasıl?
Ben dört buçuk aylık hamileyken Tahir alındı. Ancak bunu hiçbir şekilde iş yeriyle paylaşmamıştım. İnsanların bana “zavallı kadın” diyerek bakmasını istemedim. Ayrıca devletin güçleri tarafından takip ediliyordum ve kocamın tutuklanmasının, çalıştığım yerden atılmam için gerekçe olarak gösterilmesinden kaygı duyuyordum.
Tüm bunların yanı sıra hamileydim, eşim işkence altındaydı ve benim hukukçu bularak görüşe gitmem gerekiyordu. Ama iş yerine bunu söyleyip izin alamamıştım. Görüşe gittiğimde beni hamile olarak gözaltına alıp, işkence yaptıkları insanın direncini kırmak amacıyla koz olarak kullanmalarından da korktum. Bu nedenle İmran’ın doğumuna 15 gün kalana kadar Tahir’i ziyarete gitmedim.
"Bizim evde baba resmi var"
Aradan geçen 20 yıl sizde ne gibi izler bıraktı?
Biz aile fotoğraflarımızı toplayıp bu kampanyayı başlattığımızdan itibaren ben 1990’ları hatırlıyorum o fotoğraflarda. Öldürülen Mehmet Sincar’ı, Vedat Aydın’ı, Vedat Aydın’ın cenazesine gitmek için insanları örgütlerken şüpheli şekilde trafik kazasında ölen Avukat Elif Tuncer’i hatırlıyorum.
Bizim hayatımıza dair tek kare resim gördüğümde tüm bu duyguları birlikte yaşıyorum.
Bir de hiç unutmuyorum, İmran üç, dört yaşındaydı. Tahir’e dedim ki, “Evdeki tüm fotoğrafların cezaevlerinde çekilen robot gibi kötü fotoğraflar. Bir tane düzgün fotoğraf çektir de vesikalık yapıp yanımızda falan taşıyalım.”
Tahir bu fotoğrafı çektirdikten sonra ben onu büyüttüm ve ikili çerçeveye kendi fotoğrafımla birlikte koydum. Bunu gören İmran, sokağa fırlayıp “Bizim evde baba resmi var” diye bağırmıştı. Babanın ve annenin evde fotoğrafının olması bile özel bir duyguydu demek ki.
Şimdi Tahir’in tutsaklığı bitti ama bir yanıyla da bitmiş değil. Çünkü Türkiye burası ve içerisi de dışarısı da hapishane. Yazdığı haber nedeniyle bir kişi tutsak ediliyorsa biz özgür değiliz. Avukatlar insanları mahkeme önünde savunduğu için kafalarına silah dayanıyorsa, ülkeler arası siyasetin kurbanı edilerek içeri tıkılıyorlarsa özgürlükten falan söz edemeyiz.
Bundan sonraki günler için hayalleriniz neler?
İkimiz de ayrı hayatları ayrı zulümler altında yaşadık. Ben şaka yollu “Tahir çıkınca flört ederiz” diyordum. Ama şu an bakıyorum ki flörtün bile gerisinden başlayacağız her şeye.
Ben öncelikle insanlar tarafından anlaşılmak istiyorum. Buna ihtiyacım var. Bir kadınım ve Türkiye’de kadın olmak çok zor. Anneyim ama seçilmiş bir anneyim.
Eş olmak bir süreçtir ve bu süreci koparttılar. Şimdi aslında 30 Nisan öncesinden daha kolay bir hayat bizi beklemiyor. Hatta daha zoru bekliyor. Bunu başarmaya çalışacağız. Ardından kendi istediğim bir alanda topluma karşı sorumluluk taşımak istiyorum.
İmran Canan: Babam bize, biz ona alışacağız
Sen doğduğunda Tahir Canan cezaevindeydi. Babanla 20 yaşında ilk kez dışarda olmak nasıl bir duygu?
Bir şekilde cezaevinde de olsa babamla görüştüm, baba-oğul ilişkisi de kurduk. Şimdi baba-oğul ilişkisine dair şimdiye kadar ne yaşadıysak hepsini unutup yan yana olmaya odaklı yeni bir ilişki kurmaya çalışıyoruz. Önceden her şey farklıydı. Şimdi önceye göre çok daha farklı.
Bir çocuk olarak neler hissediyordun? Yaşadıkların büyüdükçe dirence dönüştü mü?
Aslında hem mahcubiyet yaşadım hem de bu zamanla dirence dönüştü. Daha doğrusu bundan üç yıl öncesine kadar kendimi ifade edemiyordum. Bu nedenle mahcubiyet yaşadığım zamanlar oldu.
Ben babamın suçsuz olduğunu biliyordum ama nasıl anlatacaktım? İnsanlar babamın neden cezaevinde olduğunu sorduklarında düşünce suçlusu olduğunu söylüyordum. Bir yanıyla öyle zaten.
Lise aşamasında bu şekilde cevaplarla kurtulamayacağımı bildiğim için sadece en yakın arkadaşlarıma bu durumu söyledim. Okul hayatım böyle geçti.
İki yıldır babamın özgürleşmesi için bu kampanyayı yürütüyoruz. Ailemi örnek alarak, zaman zaman onların cümlelerinden de kopya çekerek kendimi ifade edebilmeyi sağladım.
Şimdi ne hissediyorsun?
Aşağı yukarı babamla aynı şeyleri yaşıyoruz. O içerden dışarı çıktı, dışardakilere alışmaya çalışıyor. Biz de içerden onu çıkardık, ona alışmaya çalışıyoruz. Biraz farklı ve heyecanlı.
Baba-oğul ilişkisini baştan kurmak, evde baba figürü ne yapar ne eder, diğer evlerde gördüğüm gibi mi olacak yoksa bizim evde başka bir hikâye mi olacak merak ediyorum. (EKN)
* Fotoğraf: Ekin Karaca