Çocuk ve kadınlara yönelik cinsel taciz insanlığın hâlâ kanayan yaralarından biri...
Hasbelkader istismar öykülerinden birine kulak verdiyseniz, etkisini hem duygusal dünyanızda hem bedeninizde hissetmemeniz imkansız.
Aile içi istismar ise çok daha yaralayıcı. Aile bizim için en az ergenlik çağına kadar dünyaya eşdeğer saydığımız topluluk olarak düşünülebilir.
Bizim için tüm dünyayı temsil eden kişilerden biri, bize anlamlandıramadığımız, çoğu zaman canımızı da yakan (çünkü cinsel istismarların çoğuna fiziksel şiddetin de eşlik ettiği biliniyor), bedenimize ve ruhumuza kalıcı muhtemelen çok zor silinebilecek hasarlar veren, isteğimiz dışında bir muamele yapıyor.
Ama burada benim değinmek istediğim konu şu.
Bu tür davalara tanık olan uzmanlar, istismarcıların yakınlarının sıklıkla onların yanında olmak, destek olmak adına bu tür davalara kalabalık geldiklerini belirtiyorlar.
Hüseyin Üzmez vakasında eşinin kendisini nasıl sırıtarak karşıladığı belleklerimize bu kadar kazınmışken, uzmanların belirtmesine de gerek yok ayrıca.
Birçok vakada, kişiler eşlerinin, oğullarının, babalarının vs. bu tür şeyler yapabileceğini akıl almaz biçimde reddediyor.
İlk akla gelen en makul açıklama, "ailenin şerefini korumak", aileye leke düşürmemek adına duyduklarını inkâr etmek.
Elbette kadın sokakta kalmamak, kendini korumak için kızını/oğlunu feda edebilmeyi de göze alıyor. Ama ben "aile şerefine" takılmış durumdayım.
Aile şerefini korumak için kızlarını, eşlerini, gelinlerini öldüren, inkâr etmeyi bırakın sorgulamayı, işi adalete bile bırakmayı aklına getiremeyen aile üyeleri, bu kadar evrensel bir yasak olan aile içi cinsel ilişkiyi duyduğunda “aile şerefi de aile şerefi” diyor.
Bir tarafta aile şerefi için yok etmek, diğer tarafta aile şerefi için yaralanan bir hayatı, delinen en temel evrensel kuralı inkâr etmek.
Bu aile şerefi o zaman son derece kaygan zeminde oturuyor. Evet, bunlar bildiğimiz şeyler. Çünkü iş ‘çocuk’ ve ‘kadın’ olduğunda onları kendimizden korumak aile şerefi olamıyor. "Sen benim kızıma, karıma, çocuğuma, yeğenime, torunuma nasıl dokunursun. yasak" diyemiyor.
Oysa bu yasak o kadar evrensel ki… Çünkü temeli biyolojiye dayanıyor.
Aile içi cinsel ilişki, doğacak çocukların soyu sürdüremeyecek kadar kusurlu olmasından dolayı yasak. Bırakın çekirdek aileyi, yakın akrabalar arasında doğan çocuklarda bile ne kadar büyük kusurlar yaşanıyor.
İşte o nedenle, inançlar, çıplaklık, evlilik kuralları, düğün ve cenaze törenleri, ağlama, gülme, yas tutma ritüelleri gibi tüm kültürel öğeler, kültürlere göre değişebilirken, bu kural dünyanın hiçbir yerinde değişmiyor.
Hatta gelişmiş batılı ülkeler bu konuda son derece katı yasaklar uyguluyorlar. Elbette bizim gibi ülkeler de elinden geleni ardına koymamaya (hem alkışlanacak hem yuhalanacak biçimde) çalışıyor.
En azından psikologların bu konuda devreye girmesi bile bu son derece duygusal ve travmatik öğeleri de barındıran davalarda hukukçuların ve mağdurların lehinedir.
Ama vakaların çoğunda akrabaların bu kadar inkârcı tutum alması bu kadar evrensel olan bir yasağı nasıl açıklar. Hadi spekülasyon yapalım.
Evet, burada inkârcı tutum ailenin birliğini sürdürebilmek için. Ama "çek elini" demek, bunun cezasını yargıya havale etmek, savunmasızı korumak niye bizim aile şerefimiz olamıyor.
Aile şerefimiz, ‘üvey kızını 5 yaşından 12 yaşına kadar taciz, 12 yaşından sonra da tecavüz etmeyi korumak’ mı oluyor?
Kadının günahkâr ve ikinci hatta üçüncü sınıf konumu ile bunu açıklamak mümkün ve de öyle.
Ama yetmeyen içi dolmayan şeyler de var sanki. Tuhaf olan çocuklarına tecavüz eden mahkumların içerde şişlendiği bilgisi.
Bilmiyorum şehir efsanesi mi gerçek mi? Ama doğruysa mesela onlar bunu "şerefsizlik" addedip mi yapıyorlar. Kim "şerefli" kim "şerefsiz" iyice karışıyor.
Günümüzde gelişmiş ülkelerde bir nazi subayı veya Klu Klux Klan üyesi olmak suç diye bilinir.
İnsanların geçmişinde böyle bir olmasından utanılır.
"Farklı renkten, farklı dinden olana dokunmayacaksın’ mesajı alırız. Oysa oralarda 40-50 yıla kadar utanılmıyordu bile. Sonra nasıl utanıldı. Hep yazılıp çizildiği gibi, utancın tamiri de unutmayarak yapılıyor.
Utandığınız şeyden sizi affetmesini istemek, suçluluğunuzu uygarlığa dönüştürmek, kabul etmek önemli tamir yollarından biri.
Önce utandığımızı fark edebilmemiz gerekiyor. Utanç her zaman başın öne eğilip yüzün kızarması şeklinde tezahür etmiyor.
Bazen suçlama, bazen ağır eleştiri, hakaret, yok sayma, bazen yasak, bazen de zarar verme şeklinde kendini gösteriyor.
O nedenle keşfedilmesi zor ve en ağır yaşanan duygulardan biri.
Çoğu zaman biz yaşanan utancı değil de verilen zararı ya da sonuçlarını görürüz. Ama uygarlık da bu kavram üzerine kuruludur derler.
Travmasını, acısını, utancını unutmayanlar güç kazanıyor ve kendilerine bir daha bu kadar acıtan/utandıran dokunuşlara izin vermiyorlar.
Kadınlar, çocuklar, işçiler gelişmiş ülkelerde zamanında o kadar ağır sömürüldüler ki, şimdi buna asla izin vermeyecek kanunlar geliştirildi ve en önemlisi işliyor/uygulanıyor...
Ama bunun için devreye belleğin girmesi gerekiyor. Acıyı toprakla örtmek değil, kanamasına izin verip iyileştirmek gerekiyor. Bu da en sağlıklı yolla, kültürle yapılıyor.
Toplumca tüm kanayan yaralarımızı tamir edebilmek, utancımızı alt edebilmek belki de önce utanabilmek sonra uygarlık yoluyla af dileyebilmek gerekiyor. (ÇCK/EZÖ)
*Çiğdem Cordan Kudiaki. Klinik Psikolog.