Trabzon’da büyüdüm ben ve oldum olası sevemedim bu şehri. Yıllar geçip de kendimi başka şehirlerde tanımlamaya başladığımdaysa şunu gördüm: o şehirde yaşamamın bana getirilerinden ibaret aslında tüm hayatım. Başarılarım, o şehirden gitme hırsıyla bürünmüş bedenimin ürünü ve bitmek bilmeyen bir yerlere yetişme hissim, şehrin benden aldığı yılların eksikliğinin sonucu…
Trabzon’dan sonra İstanbul’dayım. Hep meraklı olduğum sinemayla ilgili bir merkezde çalışıyorum. Bir şeyler için uğraşmanın, emek sarf etmenin huzurunu yaşıyorum. Ve daha her şeyin başında olduğum yıllarda merkeze biri geliyor.
"Yeşim Ustaoğlu"
Ustaoğlu, ödül üzerine ödül kazanan son filminin ardından soruları yanıtlayacak; biraz da çekim aşaması hakkında bilgi verecek. Merkezin küçük salonunda yerimi alıyorum.
“…Kadının gücü nereden gelir…”
Ustaoğlu gelmeden önce, son belgesel filmi gösteriliyor: “Sırtlarındaki Hayat”.
Karadeniz ezgileri duyuyorum birden. Önce içim cız ediyor. Anılar, ailem, çocukluğum, aşklarım geliyor aklıma. Ama sonra bir güç sarıyor bedenimi. Kaybettiğimi düşündüğüm yıllar, şehrin ısrarla beni içine almayışı, yıllarca verdiğim mücadele ve sonrasında kazanılan zafer; ama o zaferden sonra bile tam olarak hissedilemeyen mutluluk…
Tüm bu düşüncelerin beni filmden alıkoymasını istemiyorum ve dikkatle izlemeye başlıyorum beyaz perdedekileri. Karadeniz dağları, insanları, havası ve filmin baş rolündeki kadınlar.
Film Karadeniz kadınlarını anlatıyor. Karadeniz yaylalarında biraz farklıdır kadının yeri. Erkekler şehirdeki hemcinslerinin tersine eve kapatmazlar kadınları. Tarlalara çıkarırlar ve Karadeniz’de işi kadın yapar, evi kadın döndürür. Hep bilinen Karadeniz kadının gücü, havasından suyundan gelmez sadece.
Hayat ona güçlü olmayı şart koşmuştur. Olmazsa olmazdır bir bakıma. Çünkü o kadın sırtında hayatını taşır… Bundan da şikayet etmez hiçbir zaman. Başka bir şey görmemiştir, bilmemiştir ki farkındalık beklensin kendisinden. Onun ninesi de arkasından yürümüştür “beyinin”, annesi de, o da. Şimdi kızına da öğretmektedir, sırtındaki yüküyle kocasından birkaç adım arkada olması gerektiğini.
Düşüncelerimden beni “Dido” uyandırıyor, hem de adeta sarsarak vücudumu.
“Dido” aslında Gürcistan’da söylenen bir halk şarkısıdır ama Doğu Karadeniz dağlarında artık Gürcü’sü, Türk’ü, Laz’ı mı kaldı? Dağlarda herkes iç içedir, herkes beraber. İş şehre gelince değişir. Ondandır “dağdaki adamın” şehre inmeyişi.
Gözyaşlarımı tutamamaktan korkuyorum bir an. Yıllarca savaştığım, aşılması gereken engel olarak gördüğüm şehrin beni ağlatacak hali yok ya! Hemen toparlanıyorum. Neyse ki film bitiyor, ışıklar açılıyor.
“…tanık yağmurlar…”
Karşımda yüzünün sert hatlarıyla bir kadın oturuyor. 1960 Kars doğumlu, öğrenim hayatının tümünü Trabzon’da geçirmiş, Karadeniz Teknik Üniversitesi mimarlık mezunu, şimdinin ödüllü, başarılı yönetmeni Yeşim Ustaoğlu. “Bir Anı Yakalamak” adındaki ilk kısa filminin İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği (İFSAK) Kısa Film Yarışması’nda aldığı ödül, Ustaoğlu’nun devamı gelecek olan başarılarının ilki.
Sonrasında, önce 1994 yılında ilk uzun metrajlı filmi olan “İz"le İstanbul Film Festivali’nde En İyi Türk Filmi ödülünü aldı, şimdiyse karşımda oturup 2005 yılının başarılı filmi “Bulutları Beklerken”i anlatıyor bizlere. Bir başka Karadeniz filmi. 1916’da Karadeniz’den göç etmek zorunda kalan Rum ailelerinden birinin hikayesi. Nereye ait olduğu bilinmeyen, hissedilemeyen ve arada kalınan bir başka hayat daha.
Yıllar önce verdiği kararın “kararsızlığı” hala yüreğinde Eleni’nin ya da Ayşe’nin. Kardeşini bırakmasına, ondan habersiz geçen bir ömrüne ve kendi kendine hesaplaşmalarınaysa tanık Karadeniz’in o sisli dağları.
Birden düşünüyorum; benim nelerime tanık o yağmurlar?
“… yıkılan tabular…”
Benim Karadeniz’im gibi, birçoğunun Ege’si, Akdeniz’i, Güneydoğu’su, Doğu’su vardı şüphesiz. Ege’ye, Akdeniz’e henüz yoktu da, Güneydoğu’ya da vardı söyleyecekleri Ustaoğlu’nun.
Sorular “Güneşe Yolculuk”a yönelmişti artık. Bir başka etnik filmdi Güneşe Yolculuk. 1995 yapımı olan film, Yeşim Ustaoğlu’nun eşiği atladığı filmdi. Uluslararası alanda bir çok ödül almıştı. Avrupa’nın her yanındaki festivallerde, hem sanatsal başarısı, hem de zamanın tabu konularından olan Kürt sorununa bakış açısının gerçekliği takdir ediliyordu.
Ustaoğlu, kapalı kapılar ardında konuşulan bu konuyu tek kelime etmeden, dobra dobra filme dökmüştü. Batıdan Mehmet vardı, doğudan Berzan. Onlar İstanbul’da beraberdiler ve yine İstanbul’da ayrıldılar. Aynı Karadeniz gibi şehirde değişiyordu işler.
Tabuları yıkan kadın ünvanını bu filmle almıştı yönetmen, ama tabular silinebilmiş miydi toplumdan? “Bu konuların bugüne kadar söylenmemiş olması garip” diyordu Ustaoğlu.
Film gerek Türkiye sineması, gerek Türkiye toplumu gerekse de Türk politikası için önemli bir durak noktasıydı ve ben yan koltukta oturan arkadaşımın savaşını kalbimde hissedebiliyordum ama yine de sorguluyordum aynı kendimi sorguladığım gibi. Gerekli miydi tüm bunlar?
“… ve son…”
Trabzon genel olarak milliyetçi kimliğiyle tanınır, bir yandan da dik kafalılığıyla. Kendinden farklı olanı içine almaz, aksine onu kendisine benzetmeye çalışır. Benzemiyor mu? Ya şehirde tutunmaya çalışır ya da dayanamaz terk eder.
Yeşim Ustaoğlu, işte bu, şehre benzemeyip, tutunabilenlerden. Üstüne üstlük güçlü gözlemci kişiliğiyle Karadeniz havasını İstanbul’dan tutun da, Almanya’ya, Fransa’ya, tüm Avrupa’ya hatta ABD’ye kadar taşıyabilenlerden.
Ben mi? Ben terkedenlerdenim. Terk edip de yıllar sonra o şehirde aşık olanlardan. Tüm mücadelelere rağmen her fırsatta o şehre dönmek isteyenlerden. Buna rağmen de kendini güçlü gösterip, kazanmış gibi hissedenlerden.
Peki şimdi hangimizdik galip olan? Ben mi Trabzon mu? (EÇ/GG)