İlk gün…
Havadan baktığında “deniz kuzulanmış” dedi ve ekledi gezgin:
“Hiç kimsenin beni göremeyeceği kadar karanlık; hiç kimsenin beni tanımayacağı kadar yabancı; hiç kimsenin beni bulamayacağı kadar uzak bir yere gidiyorum. Burada yazmak istiyorum…”
Gittiği yer?
Nordik söylencelerinin en ünlüsüne göre, Tanrı Odin’in hükmettiği ölüler diyarı Valhalla, ulusun en kahraman savaşçılarının öldükten sonra toplandığı bir kraliyet avlusudur. Bu şana erişenlerin verdiği ilham da maddi dünyadaki mücadele azminin harekete geçiricisi olarak bilinir.
İskandinav toplumlarının yarattığı ekonomik istikrar ve iş becerisi, sadece Protestan kapitalizm ve II. Dünya Savaşı’nın ardından emsalsiz bir şekilde uygulanan sosyal refah devletine ait bir mesele olarak görülmemeli. Zira sert kuzey iklimi, doğayı bir tundra kefeni içinde hapseden genel arazi yapısı, bu topraklardaki insanın barınması için en elverişsiz yerlerden biri. Bu koşulların, İskandinav toplumlarının tabiata boyun eğdirmekte gösterdiği benzersiz maharet, doğanın haşmetini olduğu kadar ruhları da yatıştıran bir etki yarattığı aşikâr.
Ya gezginin yaşadığı coğrafyada ruhlar nasıl yatışabilirdi? Bunun için bir söylence yazabilir miydi?
İlk durak Danimarka
Bir yarımada ve bağlaşık ada parçaları üzerinde kurulu Danimarka… Zeland Adası’nın ve Danimarka’nın merkezi Kopenhag.
Daha havaalanında, “Dünyanın en mutlu ulusuna hoş geldiniz” yazısı dudaklarında buruk bir tebessümü araladı. Yazı bir bira markasının reklamı olsa da, yapılan anketler de bunu söylüyor: Mutlu ülke!
Otele yerleştikten sonra Kopenhag sokaklarına bıraktı kendini, yön tayini yapmadan.
Bir su kanalı olan Nyhavn, Nytorv’da başlayıp kraliyet sarayının güneyine uzandığı etkileyici bir arter üzerinden kentin dört bir tarafına dağılıyor. Yağmur sonrası kanalın her iki tarafındaki renkli binalar kuzeyin ışıkları içinde parlıyor. Biraz dinlenmek için oturduğu ‘bar&cafe’de sıcak kahvesini yudumlarken John Cash’ın “Ring of Fire”, Nirvana’nın Come As You Are” şarkıları çalıyor. Kanalın üzerindeki tekneler telaşsızca salınıyor…
‘Bar&cafe’nin hemen karşısında, su kanalının kenarında oturan esmer bir erkek gözüne takılıyor. Elinde bir gazete, okuyor. Bir yanında küçük bir radyo, diğer yanında bir şişe şarap…
Bir süre sonra kalkıp, kanal boyunca yürüme başlıyor. Adamın yanından geçerken radyodan Arapça şarkılar çalındığını fark ediyor.
O da ilk gördüğü gazete büfesinden bir gazete satın aldı. Kanalın kenarına oturup ilk sayfasına göz attı. Geldiği coğrafyada yine intihar bombaları… Kentler her geçen gün eksiliyor...
Başını gazeteden kaldırıp gökyüzüne baktı, ama kuzeyin ışıkları o kadar sertti ki gözlerini kamaştırdı, her şey parlak beyaz bir ışıktan ibaretti. Kendini bir an sorgu odasında hissetti!
İkinci gün: Küçük Deniz Kızı ve sokaklar
Sabah kaldığı yerden yürümeye devam etti.
Yarım daire biçiminde bir istihkâmla korunan Christianshavn’ın en uç kısmına, Edvard Eriksen’in “Küçük Deniz Kızı” heykeline kadar yürüdü.
Hans Christian Andersen’in bir peri masalından esinlenen heykel, şehrin ünlü bira üreticisi Carl Jacobsen tarafından sipariş edilmiş ve 23 Ağustos 1913’te açılmış.
Masalın Danimarka Kraliyet Tiyatrosu’ndaki temsilini izleyen Jacobsen, masaldaki karaktere âşık olur ve Edvard Eriksen’den bunun heykelini yapmasını ister. Eriksen bronz ve granit karışımı heykeli yapar. Heykelin yapımında poz veren kadın ise heykeltıraşın karısı Eline Eriksen’dir. Heykel, genç ve yakışıklı bir prensle hayatını birleştirmek üzere karaya çıkan küçük denizkızıdır.
Buradan da Overgaden Neden Vandet’e yürüyüp karşı tarafın su kenarına iliştirilmiş koşut ev ve kafelerinin önünden geçti. Kanalın batısı ise şehrin asıl hareketli kısmını barındırıyor. Eski bir işçi mahallesi iken elden geçtikçe dokusu ve insan malzemesi çokça değişen bu bölgenin ve daha batıdaki Frederiksberg’in ana aksla bağlantısı da aktif. Aradaki devasa oyun parkı Tivoli’nin kalabalığı hareketi biraz güçleştiriyor. Ama buradan birçok paralel ve dik keşif hattına açılan “merkezin merkezi” Stroget canlı bir rekreasyon alanı. Günübirlik destinasyon Roskilde, namlı bir rock festivalinin yerleşmiş, bildik ışıltısını koruyor.
Dolaştığı sokaklarda Hans Christian Andersen ve Soren Kierkegaard’ın ayak izleri var. Yazdığı pek çok masalı mutsuz sonla biten Andersen sonu öyle olmayan yeni bir masal yazar mıydı? Kierkegaard Hıristiyan inancı hakkında yazdığı sertlikle İslam inancı için de yazar mıydı? (“Tanrı’nın her şeyi hiçlikten yaratması güzel, ama daha güzeli var, günahkârlardan aziz yaratıyor”; Kierkegaard.)
Üçüncü gün: Louisiana Art Center, Barış Meydanı
Kopenhag’ın hayli yakınında olan bir diğer etkinlik alanı, modern sanat kompleksi Louisiana Art Center: Birçok dikkat çekici işin arasında Giacometti’nin “Kaşık Kadın”ı, Kiefer’in “Sütunlar”ı, Schlemmer’in “Soyut Figür”ü ve Baselitz’in “Der NeueTyp”i.
Ketum bir bilici gibi hep yerinde, hep sırrının bekçisi Kopenhag.
Müzeyi gezdikten sonra, herkes gibi bir kadeh şarap alıp müzenin bahçesine çıktı, herkes gibi çimlerin üzerine oturdu. Herkesin yüzü suya dönük; fısıltılı sessizlik içinde sonsuzluğa bakıyorlar. Kimi yanındakiyle sarmaş dolaş, kimi yalnız. Bir çocuk emekleyerek suya doğru ilerliyor, annesi arkasından koşup geri getiriyor. Bu defalarca tekrarlanıyor.
Geldiği coğrafyada çocuklar denizde boğuluyor, kıyaya vuruyor, sokaklarda, parklarda öldürülüyor… Kuzeyin ışıkları mıydı içindeki huzursuzluğu artıran?
Kente döndükten sonra Barış Meydanı’na yürüdü. Meydanda, Danimarka Parlamentosu’nun karşısında, açık alanda, haftanın her günü aynı yerde soğuk, yağmur, kar, sıcak demeden Danimarkalı Barış Aktivistleri toplanıyor. Grup faaliyete, ABD’de Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıdan sonra, 19 Ekim 2001’den itibaren başlamış. Herkesin barışa erişmede eşit hakka sahip olduğunu savunan grup, kendilerini kar kraliçesinin gözündeki kıymık olarak tanımlıyor ve “Bizler kralın çıplak olduğunu fısıldayan çocuklarız… Bizim protestomuza katıl!” çağrısını yapıyor.
Kopenhag’taki barış aktivistlerinin istekleri: “Küresel Adalet; Yoksulun Değil, Yoksulluğun Kökünü Kazıyın; Bilgi, Saygı ve Diyalog; Bomba Değil, Okul Üretin; Etnik ve Kültürel Çeşitlilik; Açık Bir Zihin, Basit ve Sürdürülebilir Yaşam Biçimleriyle Çıkın Dünyanın Karşısına; Küresel Dayanışma: Yeryüzü Üzerinde Barış…”
Meydandan ayrılıp yakındaki bir kitapçıya giriyor, aradığı özel bir şey yok. Öylesine bakıyor. Gözü orta tezgâhta duran bir kitaba ilişiyor. “Black Flags: Theories of ISIS” (Siyah Bayraklar: IŞİD Teorileri), Joby Warrick. İlk sayfayı çeviriyor: “Sizin hayatı arzu ettiğiniz şiddetle ölümü arzulayan adamlar topluyorum.” Halid ibn Velid, VII. yüzyılda yaşamış İslam savaşçısı.
Dördüncü gün: Malmö
Kopenhag’tan sadece yarım saatlik ve deniz üzerindeki bir köprüyü aşan demiryolu hattıyla İsveç’in Malmö kentine günübirlik bir başka yolculuk için yola koyuluyor.
Küçük bir vaha gibi dokunmuş Malmö. Her yöne mümkün olan en pratik hareket imkânını yürüyerek bulmanın mümkün olduğu bir yer. Merkez garın Mallar Köprüsü yoluyla şehre bağlandığı opak bir liman burcu. Yönetim binasının da olduğu ilk geniş meydanı aşınca tüm hareketliliğin odaklandığı Gustav Adolfs Torg. Ve şehri tüm canlılığı içinde kavrayıp bilezik gibi saran kompakt bir alan: Lilla Torg.
Kopenhag’la arasındaki günlük yetmiş küsur seferden biriyle akşamüzeri dönüyor.
Beşinci gün: Oslo
Kopenhag’tan ayrılma vakti gelmişti. Kısa bir uçuşla, bir taş atımı mesafesindeki Oslo’ya varıyor.
Huzur ve sükûnun bu heybetli kalesinde birlikte yaşama deneyiminin azametle sınandığı 2011 yılı patlamaları* herkes için hâlâ taze. Gerek Akersgata ve Grubbegata arasındaki hükümet binalarının, gerekse Utoya Adası’ndaki gençlik kampının başına gelenler, halkın acıyla olduğu kadar sonrasındaki dayanışmanın gücü ve itibarıyla da hafızasında taşıdığı bir deneyim.
Kent zamanın gerildiği kurşun bir sicim gibi. Aynı zamanda Aker Nehri’nin bir uğurluk gibi eriştiği havza. Burası Kentin alamet-i farikası olan Şehir Meclisi Binası’na da ev sahipliği yapıyor.
Merkezden biraz içeride Ulusal Müze’ye yürüyor. Müzede Matisse’in “Bronz Figür”ü gibi nadide işlerin yanında Rolf Nesch’in bir Attila maskı ve şehirde büyük bir de park yaratmış olan Gustav Vigeland’ın “Uyurgezer”i; ve elbette Asger Jorn ve Edvard Munch’un işleri…
Müzeden sonra Tjuvnholmen Rıhtımı’ndan, Stranden boyunca ölçüsüz bir zenginlikle inşa edilen yeni Oslo’da dolaşıyor.
Altıncı Gün: Norveç Direniş Müzesi, Anarşist Evi
Radhuset üzerinden Akershus Tabyası’na tırmandı. Küçük bir Kuzey Avrupa ülkesinin koskoca Wehrmacht’a (Nazi Almanyası Birleşik Ordusu) nasıl direndiğini görmenin mümkün olduğu yer Direniş Müzesi: Derme çatma radyo alıcıları, sifon tutamaklarına gizlenmiş filmler, buhar jeneratörleri.
Müze duvarında Nordahl Grieg’in “17 Mayıs 1940” adlı şiiri:
Eidsvoll’un yeşil avlusunun göründüğü bir bayrak
Salınmıyor bugün gemi direğinin üzerinde.
Ama şimdi önceleri hiç olmadığı kadar
biliyoruz ne demek olduğunu özgürlüğün işte.
Milyonlarca kişinin mırıldandığı
alabildiğine muzaffer bir ezgi bu.
Yabancı bir zorbanın boyunduruğu altında
mühürlenmiş dudaklar fısıldasa da onu.
Müzede, İkinci Dünya Savaşı’nda Gestapo tarafından tutuklanan Petter Moen’in tuvalet kâğıdına tuttuğu günlüğü de sergileniyor.
Moen, hapishanede, tuvalet kâğıdını bir raptiyeyle delerek günlük tutuyor. Böylece, doldurduğu beş tomar kâğıdı döşemenin altındaki havalandırma boşluğuna istifliyor. Hapishanede hayatını kaybeden Moen’in günlüğü savaştan sonra gün yüzü görüyor. Günlük Moen’in gördüğü işkenceleri ve tecrit halinin korkunçluğunu anlatıyor.
Kaleden çıkınca, Pilestredet 30 numarada İskandinavya’nın ve tüm Avrupa’nın iyi bilinen ve en organize anarşist komün evlerinden birine uğruyor. Tüketim ilişkilerinden bağımsız bir hayat süren insanların oluşturduğu bu evler, Batı Avrupa’nın birçok kentinde yaygın…
Yedinci gün: Nobel Barış Merkezi, Bizim Okyanusumuz
Nobel barış ödülleri, Nobel Barış Merkezi’nde dağıtılıyor. Merkez aynı zamanda müze ve giriş paralı. Her müzede olduğu gibi burada da satış mağazası var. Ne mi satıyorlar? Şimdiye kadar ödül alanların kartpostalları, özlü sözleri, kalem, çanta, eldiven, kupa, kolye, ayraç… Hepsi barış için…
O özlü sözlerden biri kartpostalın üzerinde: “Hayatın en elzem meselesidir öteki insanlar. Sen ne yapıyorsun başkaları için?”
Barış Merkezi’nden çıkınca, binanın hemen bitişiğindeki, Barış Duvarı’ndaki sergi dikkatini çekiyor. Serginin adı: Mare Nostrum, Bizim Okyanusumuz. Sanatçılar Torunn Skjelland ve Vigdis Fjellheim tarafından tasarlanmış. Geçici sergi, adını 2013 yılında Avrupa’ya ulaşmaya çalışan göçmenleri kurtarmak üzere başlatılmış İtalyan operasyonundan alıyor. Daha iyi bir hayat için her şeyini tehlikeye atarak deniz yolculuğuna çıkan göçmenler üzerine bir yorum niteliği taşıyor. Mare Nostrum, 2015 yılının Mayıs ve Haziran ayları arasında doğrudan duvarın üzerine ve dört haftada resmedilmiş.
Barış Duvarı, Nobel Barış Merkezi’nin çağdaş sanat sahnesi niteliğinde.
Duvardaki resimlere baktıktan sonra sol taraftan karşı caddeye geçip kaldırımda yürüyor. Kaldırımda, mazgalın üstüne oturmuş başı bağlı esmer genç bir kadın dileniyor, canı pahasına o yolu kat etmiş olabilir mi?
Aniden yönünü değiştiriyor, kentin içine değil, suya doğru gitmek istiyor. Bu kez Barış Merkezi’nin sağ tarafına doğru yürüyor. Bir restoran-geminin önünde küçük bir grup sıraya girmiş. Yanlarına yaklaşıyor. Geyik etinden yapılmış bir yemeğin sunumu…
Sekizinci Gün: Ibsen Evi-Müzesi
Birçok oyununu izlediği Henrik Ibsen’in müze olan evinin önünde açılış saatini bekliyor. Kendinden başka kimse yok. Karşısında Kraliyet Sarayı’nın bahçesi…
Açılış saati geliyor, içeri giriyor, genç bir kadın rehber odaları dolaştırıyor; odaları ve Ibsen’i anlatıyor:
“Ibsen’in birçok karakteri sadece yüksekten düşmez, aynı zamanda bu düşüşün her anını tecrübe eder. Yalanlar ve ikiyüzlülük, istismar, ihanet, intihar ve skandal korkusu birçok oyunun başlıca öğeleridir. Bir Bebek Evi’nde, karısı Nora evi terk ederken, koca Torvald için en kötü şey kaybedilmiş mevkiinin utancıdır. ‘Senin için, her türlü hüzün ve huzursuzluğa göğüs gererek, gece gündüz ve memnuniyetle çalışıp didinirim, Nora. Ama hiç kimse sevdikleri için onurunu kurban etmez. Nora’nın yanıtı gayet iyi bilinir: ‘Yüzlerce ve binlerce kadın yapıyor bunu.’ Hedda Gabler de özgürlükten mahrum kalmaya ve aşağılanmaya katlanamaz. İntihar, onur duygusunu ve asker kökenli ailesinden miras aldığı idealleri tatmin edecek yegâne çıkış yoludur.”
Aklına Nora’nın “Toplum mu, ben mi, hangimiz doğru?” repliği, Beatles’ın şarkıları geliyor. Başta Nora olmak üzere Ibsen’in oyunlarındaki karakterler Beatles’ın kimi şarkılarına ilham kaynağı olmuştu. Özellikle John Lennon’ın eşi Yoko Ono, Ibsen hayranıydı; hatta Ibsen’in doğum günü olan 20 Mart’ta evlenmişlerdi.
“Ibsen’in arkasındaki kadınlar” sözünü duyar duymaz yeniden rehbere kulak kesiliyor:
“Ibsen’in erken tarihli cinsel deneyimleri ve bunların yarattığı sonuçlar. Grimstad’taki bir eczanede çalışan 17 yaşındaki Ibsen, kendisinden on yaş küçük bir hizmetçi kızı hamile bırakır. Birçok gelgeç maceradan sonra, Bergen’de,1857’de, Suzannah DaaeThoresen’le tanışır ve1858’de evlenirler. Ibsen onu ‘mantıksız ama güçlü bir şiirsel sezgiye sahip’ ve ‘önemsiz her şeye karşı neredeyse acımasız bir nefret besleyen biri’ olarak tanımlar.
“Karısı, Ibsen’in kendisine ve yeteneklerine inanmasını ve yazarken rahatsız edilmemesini sağlar. Evlilikleri yakın ve mahrem, kimi zamanlar ise zordur. Tutkuları hakkında ise daha da az şey biliyoruz.
“Şöhret, olgun ve dünyaca tanınan Ibsen’i birçok genç kadının ilgi odağı yapar. Bu ilişkilerin nereye vardığı fazlaca bilinmese de, birçoğu erotik bir vurguyla yüklüydü. Bu genç kadınların hayranlığı Ibsen için birkaç şey ifade etmiş olabilir. Gösterilen ilgiyle taltif olmuş ve onların gençliklerine, hayat doluluğuna karşı bir çekim hissetmiş olabilir. Bu kadınlar Ibsen’e muhtemelen sanatı karşılığında feda ettiği özelliklerini yeniden keşfetme ve yaşama fırsatı sunmuştur.
“Bir taraftan da, Ibsen, genç kadınların duyarlılığıyla oynamak ve onları oyunlarının kahramanı olarak istismar etmekle suçlanmıştır. Kesin olan şu ki, geç tarihli eserlerinde çatışma üzerine kurulu kimi sahneler bu ilişkilere dair tecrübeleri ve bunların onun içinde yarattığı duygusal arayışları temel alır.”
Genç kadın rehbere göre, Ibsen’in oyunlarının çoğunda üst sınıflara yönelik eleştiriler oldukça keskin olsa da, evinin karşında görülen sarayın bahçesine girip gezmesi için kralın verdiği anahtarı cebinde taşırmış.
Son gün
Kente veda etme zamanı.
Oslo’da, Slottsparken’i çepeçevre saran sessiz, ışıltılı, dingin sokaklar ve Parkveien’in onca cazibesi. Tesadüfen karşına çıkan harika bir kolektifin, Edebiyat Evi Literaturhuset’in iyicil hatırası.
Peki, yazabilmiş miydi yolculuk boyunca? Sözcüklerden tümceler oluşturamıyordu. Sözcükler uçuşuyordu, sözcük fırtınasında…
Trenle havaalanına giderken yüzü pencereye yansıyordu. Dışarıda sis vardı, ağaçlar sisin içinde hayalet gibiydi. Tren öyle hızlıydı ki yüzü sisin ve hayalet ağaçların arasında bir görünüp bir kayboluyordu. (PM/GK/AS)
* Temmuz 2011’de Oslo’da Başbakanlık binası önünde gerçekleşen bombalı saldırı ve ardından Utoya’da gençlik kampına yapılan silahlı baskında toplam 77 kişi öldürülmüştü.