Ama el altında tutulan bir ordu daha var: En berbat, tehlikeli işlerde sigortasız, sendikasız, verilen ücrete razı olabilecek bir kaçak işçiler ordusu bu: 'Kağıtsızlar'.
Her yerde 'yok'lar; büyük kentlerin barlarında vücutlarını satmaya zorlanan Asyalı, Doğu Avrupalı kadınlar 'yok'lar, önemli tatil ve dinlenme beldelerindeki otel ve lokantalarda, dünyanın kalburüstü burjuvalarına her türlü hizmeti yapan yine 'yoklar, ilaç ve kimya fabrikalarında kobay olarak kullanılan, tehlikeli işlerde çalışanlar yine 'yok'.
Elbette çalışan 'kâğıtsızlar'ın varlığından herkes haberdar, devlet de. Her ne kadar yasallaşmayı isteseler de, sınır dışı edilme korkusu kağıtsızları toplum içinde pasifize edip görünmez kılıyor."
Bir internet sitesinde, özgürpolitika.com adresinde böyle tarif ediliyor bu yeni işgücü. İstanbul'da yaşayan Doğu Avrupalılardan Praskovia Arnaut'un hikâyesi, "kağıtsızların hikâyesinden legal anlamda farklılaşsa da, toplumsal düzeyde birçok paralellik barındırıyor.
Sovyet Bloğu'nun dağılması sonrası kurulan cumhuriyetlerden biri olan Moldova'da başlayıp İstanbul'da bir gecekondu semtine, Çeliktepe'ye uzanıyor Praskovia'nın hayat öyküsü...
1945'te Moldova'yı himayesi altına alan Rusya, Praskovia'nın deyişiyle, ona "iyi bir anne" oluyor, Rus öğretmenlerden "iyi bir sosyalist eğitim" alıyor. Lisede Çehov, Tolstoy ve Dostoyevski gibi yazarları okuduktan sonra, tekstil üzerine iki yıl lisans eğitimi alıyor ve ardından dokuma işçiliğine başlıyor.
Brejnev döneminde Moldova'ya yapılan büyük yatırımları özlemle anarken, sosyalist devletin çöküşüne bir fabrika işçisi olarak yaklaşıyor.
Praskovia'ya göre, Sovyetler Birliği'nin çöküşünü getiren şey, gümrük politikalarında değişikliğe gidilmesi. Sosyalist yönetim zamanında, Sibirya'dan gümrüğe tâbi tutulmadan Moldova'ya ulaşan hammaddenin maliyeti yeni gümrük reformları nedeniyle yükseliyor, bu da üretimi ekonomik anlamda imkânsız kılıyor.
Derken, "anne devlet"in çöküşü kapitalist dünyanın acımasız kollarına itiyor Praskovia'yı. Adını bir arkadaşından duyduğu, kültürüneyse toplumsal önyargıdan dolayı çekinerek yaklaştığı üvey anne İstanbul'un kollarına... Şimdi 53 yaşında, evlere temizliğe gidiyor, Çeliktepe'de bir gecekonduda oturuyor.
Laleli: Yeni bir yuva?
Göç etme kararını almasındaki en büyük etken İstanbul'un "göçmenlere" geniş iş olanakları sunması: "Buraya geldim, çünkü kendi ülkemin geleceği kalmamıştı..."
İstanbul'un adı Praskovia'ya 1990'lardan itibaren ümit vaat etmeye başlıyor, Moldova'daki işlerinden çıkarıldıktan sonra İstanbul'a gidip gelen kadınlardan duyuyor bu şehri. Bu kadınlar bir aylık çalışma sonrasında ülkelerine, ellerinde hiç de azımsanmayacak meblağlarla dönüp ailelerinin geçimini sağlıyorlar.
Çevresinde İstanbul'a, tercümanlık ve ticaret gibi işler yapmak için gidip gelen insanlar peydahlanıyor. Bazılarının fahişelik yaptığı da biliniyor. Bu kadınların dönüşte karşılaştıkları tepkiler Moldova'yla bağlarının bütünüyle kopmasına yol açıyor, İstanbul'un kucağına itiyor onları.
Üvey anne İstanbul, Praskovia'yı mesleği olmayan ağır işlerde, üstelik güvencesiz çalışmaya zorluyor olsa da, o çok çalışmaktan şikâyetçi değil. Çalışkanlığını her fırsatta dile getiriyor, üstelik kemirilmiş sosyalist kimliğinden geriye kalan bir mirastan bahseder gibi...
43 yaşında İstanbul'a tek başına gelirken hiç de donanımlı değilmiş, yanında sadece Türkiye'de çalışan bir arkadaşının yolladığı sokak isimlerinden oluşan bir liste ve iğreti bir tarif varmış: "Yeşil reklam panosu olan Fuji Film'in sokağından içeri gir, orası Laleli."
Praskovia, "şimdi o reklamı acaba neden kaldırdılar" diye sorarken, kapitalist sistemin hıza dayalı tüketim süreçlerine hâlâ ne kadar yabancı olduğunu da gösteriyor.
Laleli, Sovyet Bloğu'nun dağılması sonrasında, bavul ticaretinde birçok Doğu Avrupalı kadının uğrak yeri oluyor, semt bu kadınları ucuz otellerinde ağırlıyor. Pazarlıksız mal alan kadın müşteri, esnafın gözbebeği. Doğu Avrupalı kadınlar fuhuş sektörünün de gözdesi olmaya başlayınca, Türkiye medyası, 1990'ların sonunda objektiflerini ve haber muhabirlerini Laleli'ye salıyor.
Laleli Praskovia'nın şehre giriş kapısı, ama Laleli'den dışarı açılan başka bir kapı olmadığı için, burası aynı zamanda bir "kısır nokta". İş bulma ve sosyalleşme ihtiyaçlarını karşılayan şehrin bu Doğu Avrupa kalesinde dolaşırken, Praskovia kendisini Moldova'da gibi hissettiğini söylüyor. Laleli'de "yabancı" değil, sokakta ve yaşadığı otelde düzenli olarak hemşehrilerine rastlıyor. Laleli dışındaki başka bir semtteyse yabancılığı hissediyor.
Elindeki sokak isimleriyle dolu liste onu Laleli'de bir mağazada çalışan Moldovalı bir kadına kadar götürüyor. Praskovia, göçünün ilk gününde, mağazanın tam karşısındaki ucuz bir otele yerleşiyor, İstanbul'daki ilk uykusunu bu odada uyuyor.
İlk sene boyunca, tüm göçmenler gibi onun da yaşamına güvensizlik ve belirsizlik damga vuruyor. Mülteci olarak kabul edilip edilmeme kaygısı, düzenli iş bulmanın güçlüğü, sosyal ilişkilerin dışında kalmak gibi sorunlarla tek başına baş etmek zorunda kalıyor. Mağazalarda tercümanlık yapmaya başladıktan sonra, uzun çalışma saatlerinin ardından doğrudan otel odasına dönerek geçiriyor bir yıllık süreyi. Daha sonra, otelde tanıştığı iki Moldovalı ve onların bir ahbabıyla beraber ev tutmaya karar veriyor.
1995-1998 yıllarında, Moldovalı dört kadın, Laleli'de kiraladıkları ucuz bir apartman dairesinde yaşıyorlar. Bu dönemde, toplumsal önyargıyla, polisle ve yoksullukla mücadele ediyorlar. Beraber oturduğu kadınların bazılarının vizeleri yok. Komşuları olan "çok çocuklu Kürt ailelerinin" arkalarından "Nataşalar geliyor" fısıltılarına kulaklarını tıkamak zorunda kalıyorlar.
Gece geç saatlerde eve polis baskınları oluyor. Vizesi olan Praskovia, bu baskınlarda Moldovalı hemcinslerini Türk polisinden nasıl koruduğunu anlatıyor. Kızların hepsini odalara kapatıp koridorun kapısını kilitledikten sonra, polislerle masa başına oturup yaka numaralarına dik dik bakmaya başlıyor. Bir süre sonra polis daireden çıkıp gittiğinde, odalarına kilitlenen kızlar dışarı çıkıyorlar. "Polisten kızlarımı korudum" diyor gururla...
Bugün artık çalışma ve oturma hakkı olmasına rağmen, hâlâ nerede bir polis görse oradan uzaklaşmayı tercih ediyor.
Yine 1995 yılında, hakkında konuşmaktan pek hoşlanmadığı bir evlilik yapıyor. Bir Türkle evleniyor. Böylece, yasalara göre, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçiyor. Hemen sonrasında boşanıyorlar.
Avrupalı hizmetçiler
Bu sıralarda, tercümanlık işinden daha iyi para kazanılabilecek yeni bir enformel pazar oluşuyor: İstanbul'a gelen Moldovalılar, dadı ve temizlikçi piyasasında yerlerini almaya başlıyor. Yeni zengin Türk orta sınıfı "düzgün fizikli, iyi eğitimli, çalışma disiplinine sahip" olarak nitelediği bu işçileri, evlerindeki "Anadolululara" tercih ediyor. "Avrupalı" çalıştırmak bir statü göstergesi, bunun için biraz daha fazla ödemeye de hazırlar.
Yerlilerin yatılı girmeyi kabul etmemesi de tercihte önemli bir etken oluyor: "Zengin evlerde eskiden temizliğe ayrı, ütüye ayrı, mutfağa ayrı kadın girermiş. Biz hepsini birden yapıyoruz. Türk kadınlar bize kötü gözle bakıyor, işlerini ellerinden aldığımızı düşünüyorlar..."
Laleli'de birkaç aracı ajans kendilerini Moldovalılara danışman olarak sunuyor. Moldovalıların yasal giriş yapmış olanları çoğunlukla tek başlarına, arkadaşlarından gelen tüyo doğrultusunda iş bulmayı tercih ediyor, ilişki ağının dışında kalan kadınlarsa iş bulma kurumu işlevini üstlenen "danışmanlıklar"la çalışıyorlar.
Emlakçılık da yapan bu şirketler aracılığıyla iş bulmak neredeyse "garantili". Bunlar, genelde, kiraladıkları ofisleri iki bölüme ayırıyorlar, bir odada işverenlerle görüşülüyor, diğer odada Moldovalı "hizmetçilik adayı" kadınlar bir arada bekliyor.
Ev sahibi, birinci odada danışmanlık temsilcisine yanında çalıştırmak istediği kadının özelliklerini, taleplerini -yatılı mı, gündelikçi mi, dadılık, aşçılık, temizlik, hasta bakmak vb. işlerin hangilerini yapacak- aktardıktan sonra, danışmanlık temsilcisiyle birlikte ikinci odaya giriyor. Bu aşamada kadınlardan beklenen, sessiz kalıp yalnızca kendilerine sorulan soruları yanıtlamaları. Ev sahibi eğer oradaysa, seçtiği kadını belirtip danışmanla birinci odaya dönüyor, iş bulma garantili olunca, kadınların ücretinden komisyon almak da kolaylaşıyor ve maaşlarının yüzde 25 ila yüzde 40'ına el konuluyor.
1998 yılında, Praskovia da daha fazla kazanmak için temizlik işine girmeye razı oluyor. Birçok başka Moldovalı kadın gibi, danışmanlık şirketlerinin kapısında alıyor soluğu. Yatılı hizmetçi olarak çalıştığı evde çalışma saatleri sabah erken başlıyor, gece 11 gibi sona eriyor. Bu evlerde çalışırken, kazandığı 200 doların hepsini Moldova'ya, ailesinin yanına götürüyor. Üç yıllık yatılı çalışma süresince yorgun düşen Praskavia, artık gündüzlü çalışmanın, kendi evine çıkmanın hayallerini kurmaya başlıyor.
Çeliktepe'de bir Moldovalı
Üç yıl sonunda, çalıştığı evin şoförü ona beklediği haberi muştuluyor: Yaşadığı gecekondunun bir katı boşalmış. Yatılı işçilik dönemi böylece kapanıyor ve Praskovia ilk kez bir filmde görüp çok ağladığı gecekondu olgusuyla doğrudan tanışmış oluyor:
"Filmde çocuk okula gidiyor, öğleden sonra bir geliyor ki, evlerini buldozerler yıkıyor. Kim ağlamaz ki?"
2001 yılında, Çeliktepe'de dört katlı bir gecekondunun en alt katına taşınıyor Praskovia. En üst katta oturan ev sahibi, üçüncü kattaki ev sahibinin kızı ve ikinci katta yaşayan çalıştığı evin şoförü pek de iletişim kurmadığı komşuları oluyorlar. Ev sahibi, bu dört katlı gecekonduyu yıllar önce kendisi inşa etmiş. Praskovia eve ilk girişinde burayı daha ziyade bir köy evine benzetmiş ve yadırgamış olsa da, kendine ait bir mekân sahibi olduğu için seviniyor. Artık yalnızca gündüzleri çalışacak, geceleri evine dönecek.
Mahallede başka Moldovalı kadınlar da yaşıyor. Otobüs durağında rastladığı Moldovalılar, mahallesinde ona hoş geldin ziyaretinde bulunan tek grup oluyor.
Çeliktepe şehrin kuzeyinde, Maslak aksının hemen kenarında, çoğunlukla eski sanayi işçilerinin yaşadığı bir gecekondu mahallesi. Eski fabrikalar şimdilerde ofis ya da alışveriş merkezi olmuş. Praskovia için hem ucuz konutlarıyla, hem de Boğaz kıyısındaki çalışma alanlarına ve şehrin Taksim, Beşiktaş gibi merkezlerine yakınlığı dolayısıyla bu muhit biçilmiş kaftan.
Çeliktepe'de gecekondudan dışarı neredeyse hiç çıkmadığını, televizyonun ve gazetenin tüm yaşamı olduğunu söylüyor. Yaşadığı toplumsal dışlanmaya tepki olarak belki de kendi içine kapandığı düşüncesine karşı çıkıyor: "Olaydan sonra tümden eve kapandım..."
"Olay"ı daha önceki görüşmemizde anlatmıştı: Praskovia'nın büyük kızı Moldova'da alkol alıp göle düşerek boğulmuş. Bu ölüm sonrasında o da kendini sosyal yaşantının tamamen dışında tutar olmuş; çalışmak ve diğer kızıyla torunlarına gelir sağlamak hayattaki tek tutanağı.
Sarıyer - Beşiktaş otobüslerinde ortak bir yorgunluğu paylaştığı meslektaşlarıyla, Türk temizlik işçileriyle rastlaşıyor; akşamları Zekeriyaköy, Sarıyer, İstinye'deki lüks villalardan iş çıkışına rastlayan bu otobüs seferleri onların buluşma noktaları. Yorgunluklarından tanıyorlar birbirlerini; sohbet çoluk-çocuğa kaydıkça Praskovia sessizliğe gömülüyor.
Parasızlığın köleleri, paranın efendileri
Çalışma saatleri dışında, gazete ve televizyondan başka bir meşgalesi de biyografi okumak: işadamlarının biyografilerini okumaktan zevk alıyor. Çalıştığı bir evde görüp merak ettiği "Paranın Efendileri" kitabını bir kitapçıda eline almış incelerken, "nerede kaldı senin sosyalistliğin" yollu sitemimize sert bir ses tonuyla yanıt veriyor:
"Sovyetler dağılmasaydı, yurtdışına çıkmaya da, bu kitaba da ihtiyacım olmayacaktı. Tanımadığım bir sistemi anlamaya çalışıyorum. Hangisi daha iyi: Parasızlığın kölesi olmak mı, paranın efendisi olmak mı!"
İstanbul'a gelirken kendine verdiği bir sözü tutmak için kiliseye gittiğini söylüyor: "Dilini ve dinini boşlamayacaksın."
Türkçeye artık epey hakim, ama rüyalarını Rusça görüyor. Kendi ülkesinde kiliseye gitme ihtiyacını pek nadir hissetse de, burada çalışmadığı her Pazar kilisede soluklanıyor. Moldova'da Sovyet döneminde, kiliseler kapatılmaya, sayıları azalmaya başlamış. Praskovia sosyalizmle Hıristiyanlığın çelişmediğini, ikisinin de insanlık değerlerinden yola çıktığını düşünüyor.
Dille ilişkili kimliğinde, ülkesinin durumuna paralel olarak iki önemli kırılma noktası var: Rusya'nın Moldova'daki egemenliğiyle Moldovacadan kopuş ve Sovyet Bloğu'nun dağılması sonucu Gagavuz Türkü olmanın avantajıyla Türkçeye geçiş.
Rus himayesi altına girinceye kadar resmî olarak Moldovacayı kullansa da, anadili Gagavuz Türkçesini de öğreniyor ve Ortodoks Hıristiyan kimliği taşıyor. Sovyet himayesiyle birlikte anadil Rusça oluyor. Hıristiyanlık arka plana atılırken, Rusça, Turgenyev, Dostoyevski, Çehov, Tolstoy gibi yazarların eserlerini okuma imkânı veriyor.
Sosyalizmin çok iyi bir yaşam biçimi olduğunu vurguluyor sürekli. Ona çalışmayı, dürüst olmayı öğretenin o dönemde Rus öğretmenlerinden aldığı eğitim olduğunu, yaşam görüşünün bu eğitimle şekillendiğini anlatıyor. Konuşmalarımız sırasında "anne" olarak gördüğünü söylediği Rusya'dan büyük sevgiyle bahsediyorsa da, bu kimliğin geçerliliğini yitirdiğini, kendi ülkesinde ve Rusya'da gelecek planları yapmanın imkânsızlığını da belirtiyor. İstanbul'a yerleştikten sonra, kendisini yine ilk kimliği üzerinden tanımlıyor, bir Gagavuz Türkü olarak...
On şenedir temizlik işçisi statüsünde çalıştığı İstanbul'da Laleli, Çeliktepe, Zekeriyaköy üçgeninde geçen yaşantısından memnun: "Moldova'da kendimi yabancı hissediyorum, artık İstanbullu ve Türkiyeliyim."
İstanbul'da öğrendiği en önemli şey dikkatli olmak, insan karakterlerini çözmeye ve vaktini iyi kullanmaya yoğunlaşıyor. Laleli polisi, Taksim özgürlüğü, Çeliktepe yakınlığı, dayanışmayı çağrıştırıyor ona. Bizimle buluşmak için Taksim, Beyoğlu civarındaki fastfood'cuları tercih ediyor; Çeliktepe'deki evini, hayatını ve hemşehrilerini tanıştırmak konusunda ihtiyatlı. Böyle bir şeye hazır olmadığını söylüyor.
Nar, patates ve mektuplar
Kimi pazar günleri Laleli'de Moldovalı gruplar bir araya geliyorlar, İstanbul'da yeni olan kadınlara iş bulmalarında yardımcı olduğunu, onlara annelik yaptığını söylüyor. Ona ilk kez bugünlerden birinde rastlıyoruz -arkadaşlarıyla sohbet etmek, daha sonra da Beyazıt'taki kiliseye gitmek için Dadaş otoparkındayken.
Otoparkta Moldova-Laleli hattında kargo gibi işleyen minibüsler var. Kadınlar minibüs şoförlerine biraz para verip Moldova'daki ailelerine paketledikleri nar, domates, patates ve mektuplar yolluyorlar. İşsizlikle birlikte sayıları giderek artan alkolik kocalara güvenmiyorlar. Paranın bir kısmını sebze meyveye çevirip çocuklarının karnının doymasını garantilemeye çalışmak, buldukları yegâne çözüm oluyor.
Ailesiyle Çeliktepe'de bir apartman dairesinde yaşam kurmak, Praskovia'nın gelecekten en büyük beklentisi. Hayatta kalan kızını ve büyük torununu yanına almak istiyor. İngilizce öğretmenliği eğitimi alan kızının iş bulmasını, torununun Türkçe öğrenip iletişim eğitimi almasını, sinema oyuncusu olmasını düşlüyor. Henüz görmediği Ayasofya'yı, Topkapı Sarayı'nı merak ediyor.
Torunlarını okutmak için sağlığı el verdiği sürece çalışacağını ısrarla söylüyor. Emeklilik gibi bir talebi olmasa da, temizlik işinde çalışmak zorunda kalmayacağı bir zamanın gelmesini diliyor. Tercihi, mümkün olursa bir dokuma makinesi alıp evinde kendi başına çalışmak. Yoktan var ettiği yaşamını sürdürmek için sigortasız da olsa uzun yıllar çalışmaya razı:
"Burada iki çeşit sinek var. Sütle dolu aynı bardağa düşüyorlar, bir tanesi 'ben buradan çıkamam' deyip teslim oluyor, ötekisi çabalıyor. Ayaklarını tepip duruyor, sonunda bir kaymak oluşuyor sütün üzerinde, ikinci sinek kurtuluyor..."
Praskovia en gözüpek ifadesini takınıp 1995'ten beri T.C. vatandaşı olarak yaşadığı Türkiye'deki yaşantısından şimdilik memnun olduğunu, kendi ülkesinde bir gelecek hayali kurmadığını, Moldova'nın geleceğinin kalmadığını söylediğinde insanın içi daralıyor. Eğitim düzeyleri yüksek Doğu Avrupalı kadınları dadı ve fuhuş pazarının ortasına sürükleyen sistem onları daha ne kadar öğütecek? Yarın öbür gün kapı dışı edilebilecek bu dış kapının mandalı konumundaki insanların varlıklarına şimdilik görünmezlik koşuluyla göz yuman sistemin onların sosyalist kimliklerinden kazıdıkları en can alıcı nokta belki de "umut" oluyor.(DE/BB)