Gazeteci Cüneyt Özdemir son kitabı “Suskunluk Dağının Zirvesinde”nde de kendisiyle yüzleşiyor. Kendisiyle yüzleştikçe ortaya Türkiye’nin problemleri ardı ardına dökülüyor. İnsanın kendisiyle yüzleşmesi zordur. Sürekli kaçmak ister kişi kendinden. Gerçekler ağır gelebilir bazen. Şu anda Türkiye için olduğu gibi. Gerçekler hepimize ağır geliyor. Kafamızı kaldırıp önümüze bakamıyoruz çoğu zaman.
Cüneyt Özdemir gibi yıllardır televizyon ekranlarında görmeye alışık olduğumuz bir gazetecinin böyle bir kitap yazması da bence kolay iş değil. “Hayır! Sizin istediğiniz şekilde yaşamayacağım” diyor Özdemir.
Cüneyt Özdemir’e çok soru sordum. Sonra bu soruları kendime de sordum. Neden bir gazeteci böyle bir kitap yazmak zorunda kalır? Bu soruyu cevaplarken çok öfkelendim ve üzüldüm. Lütfen bu söyleşiyi okuyanlar da sizde kendinize bu soruyu sorun.
"Dağa ve suskunluğa mahkum edildim"
Kitabınızın ismiyle başlayalım isterseniz. Sizin gibi kamuoyunda tanınan ve başarılı işlere imza atmış bir gazeteci için “Suskunluk Dağının Zirvesi”ne çekilmek zor oldu mu? Sabahları uyandığınızda ne hissediyordunuz?
Sabahları çok erken uyanıyorum. Nicedir böyle… Çoğu zaman kaygıyla. Bazen de berrak bir zihinle… Çoğu zaman sabah 5’e doğru bir gün önce beni endişelendiren ne varsa onlarla gözlerimi açıyorum. Her şey net. Uykusuz. Küçük şeyleri büyütmemem gerektiğini bilerek büyüten bir ruh hali... Her şeyin çözümü sanırım bu anlar oluyor. Tıkır tıkır cevaplar beliriyor zihnimde. Sonra yine kaygılar. Biraz üzüntüler. Sonra yine kaygılar...
Sanki ben böyle inzivaya çekilmek istedim de çekildim, gittim bir dağın zirvesine tırmanıp kendi içime kapandım gibi bir şey olduğu sanılmasın. Ben o dağa ve suskunluğa mahkum edildim. Sürüldüm. İtildim. Elbette suskunluktan kimin ne anladığı da önemli. Benimkisi daha çok bir küskünlüğe benziyor. Suskunluk dağı benim için kelimelerin anlamını yitirdiği bir metaforu niteliyor.
Peki, kelimelerin anlamını yitirmesi ne demek? Sözün hükmünü yitirmesi olarak tanımlıyorum ben bunu. Bir cümle kuruyorsun, senin için çok anlamlı ama içinde yaşadığın toplumda artık bunun bir anlamı kalmamış, içi boşaltılmış, tüketilmiş. Bir süre sonra sen ne desen nafile zaten. Bakıyorsun söylediğin kelimelerin cümlelerin içinde yaşadığın toplumda bir karşılığı kalmamış. Önce üzülüyorsun sonra bir kenara çekilip kendi haline bakıyorsun. Perişan. Kızgınlık, öfke ve çaresizlikle ‘Susayım ulan bari!’ diyorsun.
Kelimelerinin hala önemli ve değerli olduğunu biliyorsun ama her şeyin bir zamanı var gibi geliyor. Sanki biraz susup doğru zamanda konuşursan daha iyi olacak gibi geliyor. Bilmem bazen yanılıyor insan bazen de iç sezileri ‘sus’ diyor. Sus bakalım. Tırman!
"10 tane yandaş tweet atsam..."
Kitabın daha başlarında çok önemli bir konuya değiniyorsunuz. Bir mahalle kavgası var ve herkes kendi mahallesini savunma derdinde. Gerçekten acımasızca saldırıyor herkes birbirine. Bilginin doğruluğunun, yanlışlığının önemi yok. Geriye çekilip şöyle bir bakınca, gördükleriniz karşısında yaşarken hissettiğinizden daha fazla endişeye kapılıyor musunuz?
Bazen bütün bunları niye çekiyorum diye düşünüyorum. Çok değil 10 tane yandaş tweet atsam istediğim “yandaki” gazetede köşe yazabileceğimi biliyorum.
Biliyorum ki birilerinin gönlünü hoş ederek 30 yazı değil sadece 50 tweet atsam muhtemelen bir gazetenin başyazarı olabilirim. Bir ay devam etsem bu performansla gelebileceğim sonuç herkesin sanrım gözünde canlanıyordur.
Ben bunların hiçbirine tenezzül etmedim, etmiyorum. Ben ne kimsenin karşısındayım ne de yanında… Kendi doğrularımla yaşamaya çalışıyorum. Biliyorum bu bile çok fazla geliyor günümüz Türkiye’sine… Herkesin sadece tek bir insana karşı olmak ya da onun taraftarı olmak ile tanımlandığı, konumlandığı bir ülkede kendin olmaya çalışmak kolay iş değil, zor. Bedeli var. Bedelini de ödüyorum.
Önemli değil. Belki bunu beslemek bazılarının şimdilik işine gelebilir ama sonuçları beni korkutuyor. Ben hayatımı bir insanın varlığı veya karşıtlığı üzerine kurmanın sakatlığını görecek kadar kendinde ve farkında yaşıyorum. Nitekim belki bu kitabı okuyanlar kitabın içindeki gizli bir sırrı da böylece görebilirler.
"Türkiye'de anaakım bitti"
Sosyal medya konusunun vahşi boyutunu kitabınızda detaylı bir şekilde anlatmışsınız. Benim üzerinde durmak istediğim konu ise troller değil. Sosyal medyada güzel bir anı paylaşmak bile çok zor bir hale geldi. İnsanlar birbirlerini duyarsızlıkla suçluyorlar. Neden sizin kitaptaki tabirinizle herkes sınıfın en çalışkanı olmak istiyor? Herkes birbirine etik dersi veriyor? Bir gazeteci, sanatçı, yazar Türkiye gibi her an siyasi gelişmelerin hızlıca karmaşık hale geldiği bir ülkede sosyal medyayı sürekli protesto ya da bilgi yayma amaçlı mı kullanmak zorunda?
Türkiye’de ana akım medya bitti.
Evet, bitti. Zira her gün 39 gazete basılıyor onlarca haber kanalı yayında ama Türk medyası sistemli bir şekilde MS hastasına dönüştürüldü. Beyni çalışıyor, her şeyin farkında ama sermaye yapısı nedeniyle hareketsizliğe mahkum. Felç edilmiş durumda.
Ana akımın şaftı kaydı. Böyle bir ortamda tek nefes alınabilecek yer sosyal medyaydı. Ana akım medya marjinalleşti sosyal medyanın başını çektiği medyalar ana akımın yerine taşındı. Gezi olaylarına kadar burada daha pozitif hatta gerçek bir ortam vardı ancak sonrasında hükümet eliyle yepyeni bir sosyal medya dizayn edildi. Troll denilen zombiler ortaya çıkartıldı. Bunlar beslendi, örgütlendi. Ve ana akımın üzerine salındı...
Bugün Türkiye sosyal medyasında örgütlü bir kötücüllüğün ve dezenformasyonun olması öyle sıradan ya da rastlantısal değil ne yazık ki! Tam tersi sistemli, maaşı ödenen, stratejisi çizilen, istihbarat örgütleri tarafından yönetilen ve yönlendirilen bir operasyonel sosyal medya ile karşı karşıyayız. Bu yüzden operasyonel hesaplar, botlar, troller aslında hep bir kaynaktan yönetiliyor. Bunun farkına varmalıyız. Ancak görünen o ki bu bile yetmiyor. Gerçeklerle baş edemedikleri için sürekli internette bazı sitelere yasak geliyor. Hatta interneti kapatacak kadar panikteler.
Bir de bunun dışındaki mutsuzlar var. Bunlar her cenahtalar. Sürekli sizi düzeltmeye çalışıyorlar. Had bildiriyorlar. Höt zöt ile sizi kendileri gibi bir yere çekmek istiyorlar. 50 kişinin takip ettiği biri 5 milyon kişinin takip ettiği insana ana avrat küfredip kendi olduğu yere çekmeye çalışıyor. Güler misin ağlar mısın artık! Bunlara çok takılmamak lazım! Sosyal medyada başkalarının sözlerini çok umursarsanız kaybolup gidersiniz… Siz, ben doğru bildiğimiz şeylerden şaşmayalım. Yeter.
"Nerede hata yapmış olabilirim?"
Kitaba 17 yaşınıza yazdığınız bir mektubu da eklemişsiniz. 17 yaşındaki Cüneyt Özdemir’e bir gün birisi gazetecilik mesleğini seçmeden önce ülkede basın özgürlüğün bu kadar kötüye gideceğini, hatta onun “Suskunluk Dağının Zirvesi”ne çekilmek zorunda kalacağını söyleseydi yine de bu mesleği seçer, zorluklarına katlanma heyecanını içinde taşır mıydı?
Elbette seçerdim. Bu meslek bana bir hediye gibi… Bir kez daha tekrar edeyim ya da hadi sizin kibarlığınızdan dolayı direk söyleyemediğiniz şeyi ben söyleyeyim. Gerçekten kader utansın.
Çok çok uzun düşünme zamanı buldum; ‘27 yıldır Türkiye’nin gözü önündeyken bir gazeteci olarak nerde hata yapmış olabilirim?’ diye sordum kendime... Benim geldiğim nokta benim değil Türkiye’nin değiştiği oldu. Ve bu yeni Türkiye’de bana ve benim tarzım gazeteciliğe ihtiyaç olmadığını gördüm.
New York’ta bir kaç yıl içinde milyarder olmuş insanların hikayelerini ve nasıl baş tacı edildiklerini görüyorum. Ya da benim kadar ödül kazanan gazetecilerin kendi ülkelerinde nasıl bir değer gördüklerine şahitlik ediyorum. Kafam karışıyor. Kalbim kırılıyor. Bugün bize her yer kapalı. Neden? Hepimiz biliyoruz nedenini değil mi?
Sanırım bugün Türkiye’nin sosyal medyada en çok takip edilen gazetecisi benim. Ve bana Türkiye’de gazetelerin tamamı köşe yazısı yazdırmaya korkuyor! Tuhaf değil mi?
Bunlar bana hem komik hem de trajik geliyor. Benim de çok köşe yazısı yazmak içimden gelmiyor ama sayıları 700’ü bulan ve çoğu hiç okunmayan bir köşe yazarları evreninde olmamam tuhafıma gidiyor. Neden olduğunu hepimiz biliyoruz değil mi! Ben biliyorum en azından. Birilerinin kahramanı veya birilerinin düşmanı olmak çok kolay Türkiye’de… Tercih meselesi… Gerçi onlar da çok hızlı yer değiştiriyorlar o da ayrı hikaye ya…
"Müfredatta Darwin Teorisi var mı?"
Teknolojik gelişmeleri yakından takip eden bir gazeteci olarak Türkiye dünyadaki teknolojik ilerlemeleri kendi içinde boğularak ne ölçüde kaçırıyor sizce? Ya da tren çoktan kaçtı da artık yetişmenin ihtimali kalmadı mı?
Size bir şey soracağım Darwin Teorisi hala eğitim müfredatımızda var mı? Gerçekten merak ediyorum. Varsa bu sorunuzu konuşalım. Yoksa neyi konuşacağız?
“Siyasi iklimde, eğlencede yenilikleri yaratamadık. O yüzden ha babam de babam doksanlara dönüp duruyoruz. Bir kader gibi…” diyorsunuz. Nasıl yaratacağız yeni söylemleri? Bitmek bilmeyen laf dalaşmaları, eğitimde sürekli aksamalar, yanlış izlenen politikalar, şiddet ve terör… Gençlerden umutlu musunuz? Sizce bir sonraki kuşak Türkiye’yi daha ileriye taşıyabilecek mi?
Türkiye şu anda müthiş bir beyin göçü yaşıyor. Bir sonraki Türkiye’yi inşa edecek kuşak şu anda yurtdışına çıkmaya çalışıyor. Neden? Zira kendini Türkiye’de emniyette hissetmiyor. Biliyorum bunu duyan pek çok yandaş yazar hemen köpürecektir. Bu ne yazık ki gerçekleri gizlemeye yetmiyor. Size daha da trajik bir şey söyleyeyim. Bence şu anda iktidarı sonuna kadar destekleyen pek çok yazar-çizer de yurtdışı planları yapıyor.
Neden?
Zira kimse geleceği net göremiyor. Burası Türkiye 5 dakikada değişiyor işte bütün işler. Asıl problem de bu... Bu KHK’lar ülkedeki bütün güveni her kesim için kırıyor. Zira bugün iktidarı elde edenin tuttuğu bu KHK yarın iktidar değişince herkesi vurabilir. Şimdi buradan da subliminal mesajlar çıkarmaya çalışanlara dönelim. Biliyorsunuz artık sıradan bir öngörü ile bile yargılanıp kendinizi Silivri’de bulabilirsiniz. Cezaevlerinde 30.000’den fazla tutuklu var. Benim merak ettiğim bunları nasıl, nerede yargılayacaksınız. Sanırım sadece kimlik bildirimlerini yapsalar uluslararası hukukun olduğunu varsaydığımız bir ülkede bu bile yıllar sürebilir. Herkesi tutup cezaevine atmak işin kolay yanı, asıl mesele evrensel hukuk ile bu insanları yargılamayı becermekte. İzliyoruz bir filmi izler gibi...
"Güvenlik bir numaralı sorun"
Suriye’den savaştan kaçan ve acılar çeken insanların hayatlarını nasıl gözlemlediğinizi anlatmışsınız kitabınızda. Hatta bunları anlatırken insanların duyarsızlıklarından da şikayet ediyorsunuz. Bu büyük sorunu hep birlikte nasıl çözebiliriz sizce? O insanların yaşadıkları bu acılar ne zaman bitebilir?
Suriye’deki savaşı durdurarak başlayabiliriz işe... Zira her şey dönüyor dolaşıyor oraya gelip dayanıyor. Türkiye mültecileri kabul etmekte büyük fedakarlık yaptı, yapıyor ama bu yine de bu insanların acılarını bitirmeye yetmiyor.
Hangisiyle konuşursanız konuşun hemen hepsi günün birinde yurtlarına dönmekten bahsediyorlar. Bu sağlanmadığı sürece bulunan her çözüm küçük, minimal ya da geçici bir çözüm olmaya mahkum gözüküyor.
Kitabın sonlarına doğru önemli bir konuya değiniyorsunuz: güvenlik ve küresel terör. Bir çözüm öneriniz de var hatta. BM tarzı küresel bir güvenlik örgütü kurulabilir diyorsunuz. Bu nasıl olmalı? Türkiye sizce böyle bir kurumun içerisinde nasıl bir rol üstlenmeli? Evet, bu bir öneri sadece ama yine de size sormak istedim.
Güvenlik meselesi dünyanın yakın gelecekteki bir numaralı sorunu olacak. Bugün artık seçimler, hükümetler bunun etrafında kuruluyor kümeleniyor. Bu daha da artacak. Peki, güvenliği nasıl sağlayacağız.
Birleşmiş Milletler kabul edelim ki dünyanın en geniş ağa sahip, en ağır çalışan örgütü. Günümüzün ihtiyaçlarına cevap vermekten çok uzak. Küresel teröre bulaşmamayı tercih ediyor. Şu anda ülkelerin geleceği ile ilgili racon kesiyor ama artık güvenlik sorunu tek tek ülkeleri de aşan bir hal aldı. Yeni bir siber ağ kurulabilir Bunu kim yapar? Elbette güçlü olan yapacaktır. Peki, Türkiye bunu yapabilecek kadar güçlü mü? Keşke demek isterdim bakın.
"Birand yaşasa, ya Brüksel'de ya Silivri'deydi"
Son olarak Mehmet Ali Birand’ı sormak istiyorum. Bugün yaşasaydı Türkiye’de habercilik anlamında hangi konulara katkısı olurdu? Bu bilgi kirliliğini önleyebilir miydi? Devletlerin dış politikalarının hızlı geliştiği ve Türkiye’nin de birçok zaman kendisini önemli bir krizin içinde bulduğu bu zamanlarda neler yapardı?
Bence Birand yaşasaydı çoktan işten atılmıştı. Muhtemelen bir dünya turuna çıkardı. Ama bilirim, o çalışmadan duramaz. Muhakkak gazetecilik anlamında uluslararası standartlarda işini yapmaya çabalardı.
Bunun da şu anda Türkiye’deki sonuçlarını biliyoruz. Ya Brüksel’e taşınmıştı ya da Silivri’ye atılmıştı. (EKN)