“Bir kitabı bitirdiğinizde, keşke yazar yakın bir arkadaşım olsaydı da, istediğim zaman onu arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap gerçekten iyidir.” Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın yazarı Salinger böyle koyuyor iyi kitabın ölçüsünü.
Temel Karataş’ı okuduğumda ilk hissettiğim buydu. Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülüne değer bulunan, gerek tema gerekse dil ve diyalogdaki başarısıyla “Genç Orhan Kemal” olarak anılmasını sağlayan ilk kitabı Yol Ağrısı’ndan bu yana aynı his…
İyi öyküler yazıyor Temel Karataş. İyi öyküler dört yılda bir iyi kitaplar olarak çıkıyor karşımıza. Uzun süre Hece Öykü’deydi yazdıklarıyla. Ancak son zamanlarda takip edebildiğim kadarıyla öykülerinin yayınlandığı bir yayın yok. İşin aslı, iyi öykü yayınlayan yayın da yok pek. Keşke olsa! İyi yazarları kitaptan kitaba hatırlamak zorunda kalmasak. Nota.ene Yayınları'ndan çıkan yeni kitabı Ağrı Eşiği üzerine bir sohbete başladık Temel Karataş’la. Sonra mecrasına bıraktık…
“Bir kitabı bitirdiğinizde, keşke yazar yakın bir arkadaşım olsaydı da, istediğim zaman onu arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap gerçekten iyidir” diyor Salinger. Bu ismi kullanma nedenim, bizdeki klasik büyük adlar bir yana, kimi öykülerdeki ruhun Salinger’den Fante’ye uzanıyor olması… Bukowski’nin “tanıyınca tanrım oldu” dediği Fante… Sizce iyi kitap nasıl bir şeydir?
Aslında iyi kitap, kötü kitap üzerine pek kafa yormam. Ama siz böyle demişken aklıma Kafka’nın bir cümlesi geliyor: “İnsanı ısıran kitaplar okumalıyız; çünkü okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyarmıyorsa, işe yaramaz!” Belki benim de ölçüm bu. Özellikle hikayeye yakışır bir tanımlama. Silkelemeyen hikaye tablodan ziyade badanaya benzer. Andığınız bu isimler de ağır yumruklar atar. Şu duvara asılan kum torbası gibi yumruklar okuru. Bu anlamda benzeşmek sevindirici.
Ağrı Eşiği… İlk kitap da Yol Ağrısı’ydı. Aradakilerin de görünmeyen şifresi ağrıya ilişkindi bence. Hatta bana sorarsanız ikinci kitabın adı da ufka bakan değil, ağrıya bakan gemiler falan olabilirdi… Çağrıştırdığı, mutsuzluk, depresyon, hezeyan bu sözcüğün. Ancak bu olumsuzluklar içinde benzeri az bir ironiyi, yer yer kahkahayı, umudu bulabiliyoruz. Nasıl bir şey bu ağrı? İmge mi? Neyin imgesi? Eşiği nedir?
İmge mi? Soruldu bu sıkça. Ben şair değilim. Bu nedenle imgeyi pek bilmem. İlla bir kod gibi kabul edeceksek, hayattır bu ağrı. Çünkü okurda ve eleştirmende bıraktığı izlenim hayata işaret ediyor anahtar kelimeleriyle. İroni, mutsuzluk, mizah, acı, emek, hezeyan, ölüm, doğum… Ama hepsini toplayıp ortaya bir fotoğraf koyunca, o fotoğraf benim vizörümden ağrı olarak çıkıyor. Başkasında kâm, ötekinde gam olabilir. İşte eşik de sanırım bu farka ilişkin. Değişken. Kitapta aynı adlı öyküde, ki bu üslup, tema ya da kurgu olarak kitabı hiç temsil etmez, hezeyan görürsünüz. Ağrı belki kitabın genel hissiyatıdır evet. Ancak bunu, bu öyküde soyutladım. Ya da somutladım mı demeliydim? Yaşadığımız şeyler aslında ağrı eşiğini zorluyor. Bazen sınırlara getiriyor. O sınır, aklın sınırı yani. Hani bir eşik var, sonrası pus, dip, kuyu… İşte oraya düşmeme çabasıdır Ağrı Eşiği. Hayatın eşiğidir o. Orayı geçerseniz bizim anladığımız anlamda bir hayattan söz edilemez. Bilen bilir. Eşiği yükseltmek, akıl sağlığını muhafaza için iyi bir yoldur. Direnmektir bu. Ama her direnişin galibiyetle, kaleyi korumakla sonuçlanamayacağını bilerek… Bazen kale düşer. Düşen kalelerin öyküleri de fethedilenler kadar önemli. Ağrıda çok ders vardır, çok.
Emeği atlamışım evet… Merkezdeki tema değil kesinlikle. Ama başarıyla işlenmiş bir tema. Sadri Ertem gibi değil. Ders verir gibi değil. Sait Faik gibi giderek… Uzun zamandır gerçek öyküler okumamışım dedirtti bana Ağrı Eşiği. Siyaset de var aslında…
Var. Çünkü bizim hayatımızda o da var. Ya da yokluğuyla var! Sanırım sosyal ağrıların temelinde siyasetsizlik var. Giderek failleri kaybediyoruz, silüetleştiriyoruz. Suskunluğumuzla, susarak, sustukça, hayatı bile faili meçhul kılıyoruz. Siyasetten söz etmek için özneleri, failleri unutmamamız, unutturmamız gerekiyor. Edebiyat failleri işaret edegelmiştir. Gizlemez, açık eder. Etmelidir. Bakmayın siz siyaset sanatı falan gibi laflara, kimilerine yapılan siyaset ustası övgülerine… Siyaset mesela bu yönüyle sanata, edebiyata benzemez. Sanatta eser her şeyi anlatır. Üreteni, sahibi ikinci planda kalsa da zarar gelmez. Ama siyasette bu elzem. Çünkü hesap kişilerden sorulur ve siyaset hesabı verilmesi gereken bir müessesedir. Sistemler, sonuçlar, ürünler öne çıkarıldıkça, failler meçhulleşir. Savaşlar kolaylaşır, toplumlar topluluklaşır… Bu da bitişten önceki son duraktır.
Mesela aklıma kitaptaki General adlı öykü geldi hemen… Hem kendi sistemi içindeki birey olarak bir emekli generali bile anlama hem de oradan sisteme eleştiri yapabilme becerisi var o öyküde. Diyaloglar, ironi… General’i gerçek kılıyor. İki sayfada onlarca yılın özeti gibi…
Öyküde ısrar etme nedenim tam da bu. Onlarca yılın, yüzlerce yılın, hatta binlerce yılın bir anlamda özeti, ya da nasıl anlatmalı, onu yansıtan bir fotoğraf… Bunu yaratabilmek zor. Dile, cümleye gereken önemi vermek zorundasınız. Sözcüğün hakkını vermek zorundasınız. Bunu yapabiliyorsanız uzun sayfalara ihtiyacınız kalmıyor çoğu kez. General de uzun bir tarihi aktaran bir stereotip. Kötü değil, zalim değil, birey olarak bunların hiçbiri değil. Hatta mağdur! Çünkü ne yapsa yaranamamış. Son kertede kendine bağlanan umutları boşa çıkarmış. Safdaşı ile karşıt düşmüş. Al sana ağrı!
Son birkaç yılın Türkiye manzarası… Kutupların da kutuplaşması… Ve 15 Temmuz’la gelen başka bir hal…
Evet, böyle de okunabilir. Bir kutbun psikolojisi olarak da… Nihayet 15 Temmuz’un birçok ayrıntısında iki tarafında psikolojik ana hatlarını gözlemledik. Çengelköy’de ses kayıtları alınan subayın hali mesela… Üsluba ve cümlelere dikkat edilirse zihin de kolaylıkla okunabiliyor. Siz beceremediniz, biz sizin yerinize hallediyoruz, siz bilmezsiniz, biz sizin yerinize biliyoruz… Özetle bu. Bütün darbelerin altındaki psikoloji de bu, bütün hükümdarlıkların psikolojisi de.
Bu siyasa ve sosyal ortamın edebiyata etkileri oluyor mu? Olacak mı? Hem soyut hem de somut etkilerinden söz ediyorum.
Elbette oluyor, oldu ve olacak. Biz tarihi bile edebiyattan öğreniyoruz çoğu kez. Biz derken insanlığı kastediyorum. Tarih bize bilgiyi veriyor ama onu tarihçi anlıyor. Yazıyor, çiziyor. Ancak yığınların, kitlelerin tarihi hatta psikolojiyi anlaması edebiyatla oldu, oluyor. İsteyen bunun bazı arızalar içerdiğini düşünsün. Yani çarpıtma, gerçeği tam yansıtmama falan… Savaş ve Barış’ı ya da ne bileyim Suç ve Ceza’yı falan okurken düşünsünler bunları. Yön veren, topluma inen edebiyattır. Demek istediğim, çoğu şeyi edebiyat yapıyor. Osmanlıyı düşünün mesela. Ahmet Mithat Efendi’nin kara çarşaflı Osmanlı genç kızını bir Ermeni gençle bir parkta gerçekte hangi olay buluşturup aşka düşürebilir? Böyle bir Osmanlı mı var? O dönemde reel olarak bu mümkün mü? Ancak dönemin genç kızı bunu okuyor, olabilirliğini kabul ediyor demektir bu. Siz istediğiniz kadar reform yapın, sanat, edebiyat bunu desteklemiyorsa, eleştirel ya da savunucu olarak aktarıcılığını üstlenmiyorsa hiçbir reform hedef kitlesine ulaşamıyor. Bugün de aynı. Gündelik ya da dönemsel siyaset ve toplumsal vakalar edebiyat ve basın aracılığıyla elle tutulur bir hale gelir, aktarılır… Toplumsal tepkiyi büyük oranda bu oluşturur. Ancak edebiyatın basından farkı yumruğunun daha ağır olmasıdır. İktidarların her daim gözünün kulağının edebiyatta olması bundandır! Ama edebiyatın bile yeterince konuşmadığı bir dönemdeyiz ve bu iktidarın, iktidarların kabahati değil. Edebiyat iktidar desteğiyle büyüyen bir şey değil ki, iktidarın kösteğiyle durması normal karşılansın. Kalemden, mürekkepten ziyade omurga ve cesaret gerektirendir edebiyat.
Son dönemde bu sınavdan geçebilen yazarları sorsam…
Sınavı ben yapmadığım için geçenler listesini açıklamak bana düşmez! Bunu zaman gösterir. Ancak bir ipucu verebilirim: sınav bitmedi. Halen ilk soruya dönüp yeniden işaretleme olanağı var kimi yazarların(!)
Son olarak edebiyata dönüp bitirelim. Öykü türünde ısrarcısınız ve bu istikrar Türk edebiyatında sık görülmez. Sevmeyeceğiniz bir soru ama yine de sorayım. Roman fikriniz var mı?
Öykünün romana giriş türü olarak algılandığı bir ülkede maalesef edebiyat bile hakkıyla olamıyor. Mesela bir şaire, ne zaman roman yazacaksınız denmez. Öykücü hep arafta görülür. Gerçek şu ki, öykü apayrı bir türdür. Zorlu bir türdür. Edebiyatta sınav verdiren bir türdür. Ben yazarsam, roman da yazabilirim. Böyle bir motivasyon, arzu, gereklilik hissetmeliyim. Yani belirli bir meselenin roman türüyle anlatılacağına ikna olmalı ve bu gerekliliği kavramalıyım. Bu olursa elbette roman da yazarım. Bence artık çoğu romancıya, hatta çoksatar romancıya, ne zaman öykünüzü okuyacağız diye sorulmalı. Lütfen bunu yapın! Eminim şaşırtıcı yanıtlar alacaksınız. (YK/HK)
* Ağrı Eşiği, Temel Karataş, Nota Bene Yayınları 206, 88 s.