Urfa Eyyübiye’ye bağlı Osmanlı Mahallesi’nde Suriyeli bir aile ile yerli nüfustan bir aile arasında çocuk kavgasıyla başlayan olay, Suriyelilere yönelik ırkçı saldırıya dönüştü. Bu, ilk ırkçı saldırı değil.
Daha önce de, İzmir, Ankara ve Antep gibi kentlerde de Suriyelilere yönelik ırkçı saldırılar yaşanmıştı.
Peki, Suriyelilere yönelik zaman zaman azalsa da, neredeyse sistematik hale gelen ırkçı saldırıların nedenleri neler? Suriyelileri bu saldırılardan korumak için kimlere, ne gibi görevler düşüyor?
Mültecilerle Dayanışma Derneği’nden İrem Somer, yanıtladı.
Türkiyeliler ve Suriye’den göç etmek zorunda kalanlar arasında çıkan gerginliklerin bir linç kampanyasına dönüştüğünü söyleyen Somer, mültecilere karşı toplumda varolan önyargıların eyleme dönüşerek nefret suçuna varan şiddet olaylarına dönüştüğünü belirtiyor:
“Urfa’da cinayeti işleyenlerin Suriyeli olmasından ötürü halkın özellikle sosyal medya üzerinden örgütlenerek şehirdeki Suriyelilere saldırılması, maalesef bunca yıl sonra hala evsahibi toplum ile mülteci toplumun bir arada yaşayamadığının, yerinden yurdundan olmuş kişilerin geldikleri bu yeni ülkede hala kırılgan bir şekilde nefret söylemi ve suçlarına açık olduğunun göstergesi. Cinayet işlemek ile suçlanan Suriyeliler ağır ceza kapsamında bir suç işlemişlerdir ve Türkiye adalet sistemi bu kişileri yargılamalıdır. Fakat bu kişilerin işlemiş olduğu suçun cezasını bütün Suriyelilerin ödemesi beklenemez. Bir kişiye veya gruba uyrukları nedeni ile saldırmak nefret suçudur. Bu tür nefret suçları cezasız kaldıkça, ev sahibi toplum ile mülteci toplum arasında diyaloğun iyileştirilmesi için çaba gösterilmediği sürece de bu tip saldırılar ve nefret suçlarının devam etmesi kaçınılmaz bir durum olacaktır.”
"Saldırılar sonrası mülteciler hak talep etmeyi tercih etmiyor"
Irkçı saldırılar sonrasında mülteciler de daha çok kendi içinde yaşayan bir topluma dönüşüyor. Somer, bu durumu şöyle özetliyor:
“Gözlemlerimize göre, bu tip linç olaylarında, mülteciler şehirde durumun sakinleşmesini bekliyorlar, dükkânlarını kapıyorlar, evlerinde çıkmıyorlar. Oldukça korku dolu bir bekleyiş bu. Olaylar yatıştıktan sonra da maruz kaldıkları nefret kampanyası ve yaşadıkları hasarlar karşısında bir hak talep edemiyorlar, etmeği tercih etmiyorlar. Hatta mülteci hakları için çalışan kurumların da kendileri için girişimlerde bulunmalarını istemiyorlar çünkü bu tarz girişimlerin daha fazla şiddet getirmesinden çekiniyorlar.”
Sorun çok katmanlı
Somer’e göre, mültecilerin Türkiye'de yaşadıkları sorunlar - devlet kurumları ve birçok sivil toplum kuruluşunun olumlu girişimlerine rağmen - birçok ve çok katmanlı.
Bunların en başında dil sorunu nedeni ile ev sahibi toplum ile iletişim kuramamaları ve çalışma izni alabilmeleri için yerine getirilmesi gereken ağır şartlar:
“Bu koşullar/şartlar sağlanamadığı için de birçok mülteci herhangi bir sosyal güvenceleri olmadan, işverenlerin insafına bağlı olarak ve maalesek çoğu seferde sömürü koşullarında çalışmak durumunda kalıyor. Böylesi güvencesiz bir hayat da mülteciler üzerinde psikolojik, sosyal ve ekonomik olarak birçok olumsuzluk yaşamalarına neden oluyor”
Çözüm: Suriyelilerin kalıcı olduklarının fark edilmesi
Mültecileri homojen bir grup gibi kabul edip tek bir soruna yoğunlaşmanın doğru olmadığını anlatan Somer, bütün mültecilerin ihtiyacı olanın da kalıcı bir çözüm olduğunu savunuyor:
“Türkiye'de geçici koruma, şartlı mülteci gibi statüler verilmekte, kalıcı bir çözüm sağlanmamakta. Kişilerde geçici olarak davranıldıkları gördükleri bir ülkede bağ kurmak, hayat kurmakta zorluk çekmekteler. Bu nedenle, çözülmesi gereken en büyük sorunun bu kişilerin çoğunun kalıcı olduklarının fark edilmesi ve buna göre kendilerine daha geniş hak ve hizmetlerin sağlanmasıdır. Hatta böylesi nefret suçlarının gerçekleşmemesi için sosyal uyum çalışmalarının yürütülmesidir.” (EMK)