Pansiyonun balkonunda oturup Himalayalara baka baka hayallere dalamıyorsunuz, çünkü yanı başınızda şakır da şakır akan bir kanalizasyon, gerçek hayatla bağınızın kopmasına izin vermiyor. Gerçi haksızlık etmeyeyim, kimi zaman kokmuyor gibi oluyor, siz de o şakırdayanın bir şelale ya da nehir falan olduğunu farz ederek kısa süreli hülyalara dalabiliyorsunuz ihtişamlı dağlara bakaraktan. Nüfusun büyük çoğunluğu Tibetli tahmin edebileceğiniz üzere. Hintliler daha çok dağın aşağı kısmındaki Dharamshala'nın merkezinde oturuyor.
Her şey bir yana, üç ay sonra doya doya masalasız ve de başka herhangi bir baharatsız lezzetli yemekler yiyebilmenin baş döndürücü mutluluğunu yaşıyorduk en çok. İnsanın yüzü gözü kızarmadan, burnu akmadan, yanmadan, midesi bağırsakları birbirine geçmeden yemek yiyebilmesi ne lüks bilemezsiniz. Bizdeki mantıya benzer "momo" denilen içine kıyma ya da sebze veya patates ve peynir vs. konan biraz irice bohçaları isterseniz haşlıyorlar, isterseniz kızartıyorlar. Hint yemekleri ile karşılaştırınca son derece hafif ve sağlıklı.
Pazarlıksız yaşam
Pazarlık nedir bilmiyor Tibetliler. Tabi siz sürekli pazarlıklı hayatın da ne kadar zor olduğunu bilmediğinizden belki fazla bir anlam ifade etmiyor size bu söylediğim. Ama bizim için dolmuşçuyla, bakkalla çakalla, para ile alış veriş halindeki herkesle pazarlık ederek yaşamak, Hintli olmadığımız için her an kazıklanmaya çalışılmamız, bunu bildiğimiz için de sürekli gözümüzü kulağımızı dört açmamız gerekliliği ne yorucu bir şey tahmin edemezsiniz. Otobüste bile aynı şey. Kampüse gelen otobüste ister devlet ister özel otobüsler olsun paso geçiyor ve bu kuralın sadece üniversiteye gelen otobüsler için geçerli olduğunu herkes biliyor ama ne fayda?! Hala özel otobüslerde genellikle bize, para verdirtmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Daha geçen gün marketteki boş karton kutuları almak istediğimi söyledim, 10 rupi dediler, sonra dükkan sahibi bile fazla buldu, "İyi hadi beş rupi olsun" dedi. "Herhalde" dedim "bunlar beni iyice safdil sandı". "Sizin çöp diye attığınız boş kutuya para mı istiyorsunuz benden" dedim. Anladılar zahir beş rupi için yaptıkları pazarlığın anlamsızlığını, sustular. Tüm bunlardan sonra milleti kazıklamak için değil hakkını almak mantığıyla çalışanları görmek insana kendini kuş kadar hafif hissettiriyor.
Genel olarak sokaklarda, dükkanlarda satılan turistik şeyler çok daha kaliteli ve tür olarak Hintlilerin sattıklarından çok daha farklı bu oranda da fiyatları daha pahalı. Ve söylediğim gibi pazarlık payı hiç yok. Bir anda kendimizi başka bir ülkede sandık.
Norbulingka Enstitüsü
Gezimizin ikinci gününde Norbulingka Enstitüsü'nü ziyaret ediyoruz. Burası Tibet kültürünü, sanatını korumak ve geliştirmek üzere kurulmuş bir enstitü. Kukla müzesi, resim, tahta oyma, metal, dikiş atölyeleri, turistik amaçlara hizmet eden bir misafirhane, biraz ilerdeki kadınlar manastırı, doğal bahçeler içindeki kafeteryası, satış mağazaları ve tapınağı ile sırtını Himalayalara dayamış çok derli toplu bir kompleks.
Resim atölyesinde çalışanları ziyaret ettiğimizde, burada bulunanların altı yıl eğitim aldıktan sonra çalışmalarına başladıklarını öğreniyoruz. Fakat burada sanat anlayışı Batılı yaklaşımlardan farklı. Sanatçılar kendi özgün eserlerini üretmiyor. Aslında var olan motifler yeniden ve yeniden üretiliyor. Renkler gelişigüzel değil, belli bir sıra düzen içinde belli bir disipline uygun olarak kullanılıyor.
Batılı bir yaklaşımla bunun sanat olmadığını, yeni bir yaratma sürecini ve meyvesini içermeyen bir anlayışın sanat olarak kabul edilemeyeceğini söyleyebiliriz rahatlıkla. Buna karşılık Tibetliler de kendileri için sanatın ibadet şekli olduğunu ve her ibadet gibi bunun da kendine has kuralları olduğunu söylerler.
Eğer dinin manipülatif bir kullanım aracı değilse bu, son derece de tutarlı bir argüman olabilir, hele de Tibetlilerin tüm hayatlarını dini temeller üzerine kurduklarını apaçık gördüğünüzde.
Rüzgarın enerjileri taşıdığına inanıyor Tibetliler. Bunun için de her yana rengarenk kare bayrak şeklinde bezler asıyorlar, üzerlerinde dualar yazılı. Rüzgarın estikçe bu duaları mekanlarına ve kendilerine taşıyacağına inanıyorlar. Böylelikle, rüzgarla birlikte sürekli kutsanıyorlar.
Tibet tıbbı
Buradan sonra Mcleod Ganj köyüne dönüp Tibet tıbbı ve astrolojisi üzerine bilgilenmek için ilgili merkezlere gidiyoruz. Tibet tıbbı veya astrolojisi okumak isteyenler için beş yıllık okulları olduğunu öğreniyoruz.
Köydeki kliniklerinde bu okuldan yetişen doktorlar görev yapıyor. Öncelikle doktor hastanın nabzını son derece dikkatlice dinleyerek hastalığın hangi organda olduğunu belirliyor. Bu yöntemin nasıl işlediğini anlamak için sorduk, nabzın belirli birkaç ritmde attığını, vücuttaki rahatsızlığa göre nabzın değiştiğini ve dikkatlice dinlendiğinde hangi organda sorun olduğunun anlaşılacağını söylediler. Nitekim son derece isabetliydiler.
Bir başka özelliği ise, bu doktorlar kendi dillerinde tıp yapıyor. Önce doktor yazısının hep böyle kargacık burgacık okunmaz olduğunu düşündüm fakat sonra anladım ki, yok, Tibet dilinde yazıyorlar reçetelerini. İlaçlarını da kendileri üretiyorlar. Yuvarlak koyu renkli tabletleri tane hesabına göre küçük plastik poşetlere koyup, her poşetin içine şablon halinde küçük notlar ekleyip, günde kaç kez, nasıl alınacağını işaretliyorlar. Her şey yine son derece sistematik işliyor yani.
Hint saati Tibet saatine karşı
Bizleri gezdiren görevli arkadaş grubumuzun bir türlü toparlanamadığından, programımızı tam olarak sürdüremediğimizden, sürekli geç kalıyor olmamızdan bazı yerleri atlamak zorunda kaldığımızdan şikayet ediyordu sürekli kibar kibar. Biz üç ayda hafif çaplı Hint saatine ayak uydurmuşken onlar 40 yılda bu disiplini nasıl muhafaza etmişler, çok hayret ettik doğrusu.
Bir sonraki gün tapınağa gidip Dalai Lama'yı görecektik, uzaktan. (TS/BB)