İnsanlık tarihinin en eski dönemlerinden beri insanın en yakın olduğu ve insana en yakın olan insanın güvendiği ve insana güvenen hayvandır köpek.
Köpeklerin, insanoğluna bu kadar yakın durmaktan mı bilinmez, insanlığın savaşlarla, sürgünlerle, katliamlarla dolu acı tarihinin hem tanığı, hem de kurbanı olması kaçınılmaz oluyor.
Küratörlüğünü Ekrem Işın’ın, danışmanlığını Catherine Pinguet’nin üstlendiği ve İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün ev sahipliğini yaptığı Dört Ayaklı Belediye: İstanbul’un Sokak Köpekleri sergisi, hemen her dönemde gündelik yaşamın önemli bir parçası olan sokak köpeklerinin, dini, siyasi ve sosyolojik dönüşümlerle değişen serüvenine ışık tutuyor.
“Dört Ayaklı Belediye” sergisi 19. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan bu süreci, fotoğraflar, seyahatnameler, kartpostallar, dergiler ve gravürler eşliğinde gözler önüne seriyor.
Sokak köpeklerinin İstanbul’da bir “mahalle sakini” olarak görüldüğü, özgürce yaşadıkları ve gündelik hayatın önemli bir parçası olduklarına dair notlar sergi fotoğraflarına eşlik ederken özellikle 19. yüz yılda İstanbul’u ziyaret etmiş olan gezgin ve düşünürlerin gözlemlerinde bolca ilginç ayrıntı yer alıyor.
Julia Pardoe, 1836’da şunları not ediyor; “Şehrin bütün sokaklarını dolduran evsiz köpeklerin yatması için sokaklar boyunca belli aralıklarla yapılmış küçük hasır kulübeleri anmadan geçemeyeceğim. Köpekler bunların içinde birbirine iyice sokulmuş yatıyorlardı. Mahalle sakinleri, kibar dilencilerin benimsenmiş ifadesiyle ‘geçim için tamamen hayırseverlere muhtaç’ bu sahipsiz ve başıboş hayvanlara sığınak sağladıkları gibi her gün yiyecek de veriyorlar. Çerçöple beslenen bu hayvanların, basit içgüdü sınırlarını aşan, bir tür iç ekonomi uyguluyor olmaları da ilginç bir olgu; hepsinin belli bölgeleri veya uğrak yerleri var. Komşularının hakkına dadanan hayvanın vay haline.”
Ekrem Işın’ın deyişiyle “köpeklerin bu mutlu saltanat yılları” Osmanlı’nın modernleşme macerasından payını düşeni alıyor, sokakların köpeklerden “arındırılması” gerekiyor çünkü “Köpek demek, yoksulluk, derbederlik, kısacası Şarklılık demek.”
II. Mahmud’un emriyle Marmara adalarına sürgüne gönderilen köpeklerin trajik serüveni, 1910’daki büyük köpek itlafına kadar kesintisiz devam ediyor.
Köşe başlarında uyuklayan, çeşme önlerinde bekleşen, meydanlarda özgürce dolaşan köpekler “bir gecede” düşman ilan ediliyor. İstanbul Pasteur Enstitüsü Müdürü Dr. Remlinger’in 1910’da “yetkililere” yazdığı notu görünce insanın boğazında yüzlerce yıllık bir düğüm peyda oluyor;
“Derisi, kılları, kemikleri, yağı, kasları, genel olarak albüminli maddeleri, hatta bağırsaklarıyla bir sokak köpeğinin değeri 3 ila 4 franktır. Şehirde 60.000 ila 80.000 köpek bulunmaktadır; bu da 200-300.000 franklık bir değere tekabül eder. Köpekleri itlaf işinin ihaleyle bir vekile havale edilmesi, onun da şehrin dışındaki çeşitli noktalara deri, et ve yağın ekonomik olarak işleneceği yerler kurması kabil değil midir? Bu yerlerde hava geçirmez bir oda olur, oda bir gaz borusuna ve hayvanın kullanılabilir ürünlerini işlemek için donatılmış bir parçalama atölyesine bağlanır. Hayvanlar geceleri gizlice yakalanıp Avrupa’dakilere benzeyen kafesli arabalarla hemen nakledilebilir. On merkez kurulsa, her biri günde yüz köpeği işleyebilir. İki ay içinde itlaf biter, bu operasyon şehre de hayır işlerinde kullanılacak bir kâr bırakır.”
Avrupalıların zaman zaman şaşkınlık, zaman zamansa hayranlıkla betimlediği İstanbul’daki bu köpekli sahneler, yerini şehrin dışından gelen ve üzerinden geçen onca yıla rağmen kulaklarda çınlamaya devam eden acı ulumalara bırakıyor…
Pierre Loti, 1910’da Hayırsızada’ya sürülen onbinlerce köpeğin acı hikâyesini şöyle kaleme alıyor; “Hayırsızada, Marmara’nın ortasında içecek bir damla su bulunmayan ıssız bir kaya parçasıdır; çılgınlık içinde birbirlerini parçalayıp yiyen köpekler orada yavaş yavaş açlıktan susuzluktan ölmüşler. Denizde, adanın yakınından geçenler olduğunda hep birden kıyıya iniyorlarmış ve iç parçalayan ulumaları işitiliyormuş; bu iki ay sürmüş, kayıkları, insanları daha uzaktan görür görmez safça yardım istemeye geliyorlarmış. Her şeye karşın insanların acıma duygusuna güvenişlerini, can çekişen zavallıların yakarışlarını, yanı başımda nargilesini içen başı sarıklı, düşünceli bir yaşlı adam anlatıyor; sözleri güneşte pul pul parıldayan mavi sulara karşı gölgede otururken daldığım düşleri alt üst ediyor. Hem sonra ben de bu köyün insanları gibiyim, tüm bunlar Türkiye’nin başına bir felâket getirmesin diye korkuyorum.”
Küratör Ekrem Işın, serginin son bölümüne Gezi Parkı eylemleri sırasında yanımızdan ayrılmayan “çapulcu” sokak köpeklerini de eklemek istediğini ama fotoğrafçılara yaptığı çağrıya rağmen yeterli fotoğraflara ulaşamadığını belirtiyor ve ekliyor; “Çünkü bu hikâye devam ediyor…”
Dört Ayaklı Belediye: İstanbul’un Sokak Köpekleri sergisi 11 Mart 2017 tarihine kadar Beyoğlu Tepebaşı’ndaki İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde, Pazar günleri hariç gezilebilir. (GK/EA)