Hani ninelerimizin saçlarına ak düşer, yüzleri kırıştıkça nurlanır, gözleri hoşgörü, sevecenlik ve iyimserlikle aydınlanır ya; yaşlı ve hasta Paris'te bu saydığım güzellikleri göremiyorum. Tersine riyakarlık ve zalimlik kol geziyor sokaklarında. Dilenciler çoğalmış; legal ve illegal fahişeler her köşede karşımızda. Türk gettosu diye bilinen 10. Paris'te, Strasbourg St. Denis metro çıkışında yüzlerine aşina olduğum Uzakdoğulu seks işçileriyle karşılaşıyorum yine. Yüz çizgileri biraz daha derinleşmiş. Umutları iyice solmuş. Bu kez daha bir buruk gülümsüyorlar. Aklıma Beyrut geliyor.
Ayda dört gün izinli olduğumuzda, Güney Lübnan'dan Beyrut'a inerdik. Başka gruplardan sürgünlerle karşılaşır, sohbet eder, savaşın ulaşmadığı El Hamra adlı semtte kahve-pastanelerde zaman geçirirdik. Beyrut'ta en çok Filipinli seks işçileri vardı. Yerlerinden yurtlarından büyük umutlarla kopup gelmiş, bir anlamda mülteci sayılan genç kadınlar. Bir gün kahvede müşteri bekleyen Filipinli bir genç kız izin istemeden yanıma oturup kollarını boynuma doladı. Aynı anda arkadaşı fotoğrafımızı çekti. Şaşırdık. Arkadaşlarla yorum yaptık. Demiştim ki, en yakışıklı ben olduğum için beni seçti. Ve ailesine bu fotoğrafı postalayacak. İyi olduğunu, garsonluk yaptığını ve benimle nişanlı olduğunu söyleyecek. Senaryomun doğruluğuna bugün de inanıyorum. Hüzünlü bir Filipinli mülteci öyküsü işte. Yaşanmış anı.
Bu şehir adeta her daim savaş yılgını bir kadın. Ellerinden sarkan çocuklarını hayatta tutabilmek için çırpınan, göğüslerini açmış emzirmekten yorgun, yara bere içinde, tükenmişliğinin içinde başkalarına verdiği canla dirilmiş bir kadın. Zor Beyrut olmak. Şuşan Dedeyan, Beyrutlu, Araflı bir genç kadın, savaşa dair yaptığı filmde ne güzel anlatmış, gitmeyi, kimin gittiğini, kalmayı ve nasıl kalındığını. Yıkıntılar arasında bir kadın, sevgilisiyle yaptığı konuşmayı hayal eder. Hepimizin yaptığı türden; kendisiyle, aynayla yaptığı konuşmalar; sevgilisi Kerim'e günlük şeyler anlatır hayallerinde. Yıkıntılar arasındadır o, sevgilisiyse Hamra'da, Prag Kafe'de. Beyrut'un hiç yıkılmayan bir yerinde, alışveriş merkezlerinin, kafelerinin olduğu Hamra Caddesi'nde... Hamra'da yaşayan Kerim gitmek peşindedir, ona aşık kadınsa yıkıntılar arasında kalmak...Paris'te sürgünler artık konuşmuyor. Konuşmadan anlaşıyor. Buruk gülümsemeler konuyor yüzlerine. Yıllar sonra karşılarında beni görenler daha dün yanlarındaymışım gibi davranıyor. Zorunlu nezakete bile tahammül yok. Sorular aynı. "Nasılsın, ne zaman geldin, kalacak yerin var mı?" O kadar. Kök salmışlar yaşadıkları ülkelere sürgünler. Yirmi yıl sonra zaman aşımından yararlanıp ülkelerinde yasallaşacaklarını biliyorlar. Ama dönme düşleri karabasanlara yenilmiş. İlk yıllar komşularının çocuğunun bile sağlığını telefonla soran mülteciler bugün yorgun. Onları sürgüne yollayan devletler amacına ulaşmış büyük ölçüde.Nedir gitmek? Başka denizlere mi açılmak, başka insanların hayatlarına mı yelken açmak, kendinden mi kaçmak, kendine mi yüzmek? Her gitme hem kaçmayı hem varmayı barındırmaz mı içinde? Her gitmede bir kısmını bırakmaz mı insan arkasında? Ve her varma kendinde yeni bir liman değil midir? Yaşadıkları şehirleri bırakan kalan insanlar, neyi götürürler beraberlerinde, ya da yanlarında götürdükleriyle şehirden ne eksilir? Şehirden eksilen çıplak gözle görülmese de insanlar fark eder, bir taze nefesin eksikliğini; apartmanların balkon kıvrımları fark eder bir çift gözün eksik baktığını kendilerine ve ağaçlar fark eder, güzelliklerinin daha az fark edildiğini...
Gitmek zorunda kalanlarsa arkalarında kendi yaşanmışlıklarından ve yaşanamayanlardan bir bohça bırakır, öylece havada asılı kalan, sahipleri bir gün geri gelmedikçe, kimsenin hiçbir zaman açmayacağı bir çeyiz bohçası... ( Gideyazmanın Tevekkülünde Beyrut . Talin Suciyan. Bia Haber Merkezi. 07/10/2006)
Onlar bugün, değil komşunun çocuğunun, kendi ana babalarının bile sağlık haberlerini korkarak alıyorlar. Her an yeni bir ölüm haberi duyabileceklerinin tedirginliğiyle ayda yılda bir telefon ediyorlar memlekete. Çünkü geride bıraktıkları yakınlarının büyük çoğunluğu hayatını kaybetti bu süreçte ve onlar cenaze törenlerine bile gidemediler. Erken dönenler oldu elbette. Onları da biz aramızda para toplayarak ceviz tabutlarda uğurladık memlekete. Kalanların da yüreklerine bir çentik, bir çentik daha atıldı.
Yüz hatları daha da sertleşti. Kırıştı. Kavruldu. Suskunlukları katmerleşti. Sizinle konuşurlardı belki. Konuşurlardı evet evet. Yeni bir yüz. Yani ihtiyaçları olan. Beni kendilerinden sayıyor, sormuyor susuyorlar. Heyecan duyguları, şaşırma yetileri yitmiş sanki. İşte böyle. Sürgünlerin ötekiliği. Ülkeye dönenler kendilerini öteki olarak görürler, dönmeyenler de sürgün; bu ruh hali gelip yerleşti mi ömür boyu silinmez. Siz onları bilmezsiniz desem sanırım size ayıp olmaz. Onların gülüşü gülüşünüze benzemez. Suskunlukları da suskunluğunuza. Artık öteki olmaya mahkum olduklarının bilincine vardıkları an sürgün sayılırlar. On beş - yirmi yıl sonra ülkeye dönüş hakkı elde etmeleri de bu gerçeği değiştirmez. Siz yadırgarsınız davranışlarını ülkede. Yaban ellerde de yadırganır ve dışlanırlar.
Sizin hiç eviniz yandı mı; anılarınız, çeyiz bohçalarınız, koleksiyonlarınız, kitaplarınız, fotoğraflarınız. Mahpus yatanlar, koğuş baskınlarından bilirler bu duyguyu. Özellikle politik tutsakların koğuşu, arama bahanesiyle tarumar edilir, mektuplar, fotoğraflar yırtılır, zulalardaki kurutulmuş çiçekler parçalanır. Bir insanı hayata bağlayan anılar, umutlar postallar altında ezilir. Sıra dayağından çok, bu talan yaralar mahpusları. Sürgünler de anılarını, anılarını canlı tutan her şeyi arkada bırakıp yola çıkmışlardır, günün birinde geri dönüp bulabileceklerini düşleyerek. Ve öyle bir an gelir ki, nereye giderlerse gitsinler, yanlış zamanda, yanlış adreste olduklarını, bundan sonra evsiz, vatansız, köksüz, istenmeyen bir konuk gibi yaşamaya mahkum olduklarını anlarlar. Yani dönüşün olmadığını. Sessiz bir çığlık gibi boğazlarına düğümlenen bu gerçekle yüzleştikleri an sürgünlerin gözlerine, o, fark edenleri dehşete düşüren hüzün yerleşir ve ömür boyu gitmez.
Siz hiç bilmediğiniz ülkelere-kentlere yolculuğa cebinizde para olmadan çıktınız mı? Ve pasaportsuz, kimliksiz. Ricat yollarında kuşatmaları yarıp geçtiniz mi? Vardığınız ülkelerde dilleri dilinize, gülüşleri gülüşünüze benzemeyen insanlar arasında öteki olduğunuzu hissetiniz mi? Yeniden yeniden ve sıfırdan başlayarak kurmak zorunda kaldınız mı hayatınızı? Mesleğinizin, kahramanlığınızın, komutanlığınızın para etmediği dünyalarda çırılçıplak hissettiniz mi kendinizi? Günün birinde, rüyalarınızın değil, karabasanlarınızın gerçek olduğunu dehşetle fark ettiniz mi? Anadilinizde gülmenin, sevişmenin, ağlamanın hemen hemen olanaksız olduğu bir ülkede yaşamak zorunda kaldınız mı?
Sürgünlerle politik tutsaklar arasındaki ortak yan nedir diye sorsalar, hemen "özlem'"derim, "memleket hasreti" ve "dost sohbetleri". Ama özgürce seçilecek dost sohbetleri. Sürgünler yaban ellere ayak bastıkları andan itibaren o aradıkları dostlukların tarih olduğunu ve ömürlerinin aramakla geçeceğini anlarlar. Yıllar sonra eski bir dostu görmek her zaman sevindirmeyecektir onları. Genellikle hayal kırıklığı ve öfke olacaktır yaşadıkları. Ne dostlar aynı yerde kalacaktır, ne de alışkanlıklar. Mahpusta ya da sürgünde, sadece ortak dili konuşma özlemiyle kurulan kırılgan arkadaşlıklar, aranılan dostların, dostlukların yerini tutmayacaktır. Zira Araf'ta seçme lüksü yoktur.
Dayanışma amacıyla kurulan ilişkiler, aranılan, özlenen dostluklar değildir; ne de sevgili geride bırakılan sevgili. Bir yanları eksik yaşamaya mahkum olur sürgünler. Onulmaz bir yara hep açık kalacaktır. Elde edilen başarılar, hayatların yeniden kurulması, sığınılan ülkede alınan diplomalar ya da kazanılan paralar bu açığı kapatamayacaktır. Tenleri, tinleri, evleriyle birlikte yanmıştır onların. Yeni kurulan evler de, hep geçici olacaktır. Geçicilik duygusu, gitme özlemiyle at başı olacaktır.
Yıllarca gitme fiilini çekip gidememe sancısı yaşayacaklar, ola ki günün birinde gitseler de, aradıklarını bulamayacaklardır. Arkada bıraktıkları evler enkaza dönmüş, dostlar ölmüş, yaşlanmış ve değişmiştir. Özlemini duydukları kentlerde ak düşmemiştir saçlarına.
Gidenler Kavafis'in, "Bu kent arkandan gelecektir", "Aynı sokaklarda ak düşecek saçlarına" diye başlayan şiirini ters çevirip yeniden yeniden yazacaklardır: "Bu kent özlenir mi Kavafis/ Şimdi sokaklarını / Bir öğürtü nöbetiyle arşınladığım/ Kendi çocuklarını yiyen bu kent/ Özlenir mi..."
Bir sürgün mektubu var önümde. Sanki bir monolog. Suya yazılmış mısralar gibi: Dışarıda fırtına var. Yağmur ve rüzgar. Konuk kaldığım evin mutfağında şarap içiyor ve fırtınayı dinliyorum. Pencereden görünen, adını bilmediğim ağaca sığınan kuşlar şarkı söylüyor. Hayır hayır şarkı değil bu. Ağıt. Sanki biten bir aşka ya da giden yaza ağıt. Güz geldi. Bu kaçıncı güz senden uzakta geçirdiğim. Kışın habercisi. Ah sensiz ne kadar hüzünlü evren. Bütün şarkılar ayrılık ve özlem temalı. Kuşlar, yazın bitmesiyle sürgün şiirleri okumaya başladılar. Yağmuru sevmiyorum. Kışı sevmiyorum. Şömine kenarında sevişme düşleri kuramıyorum. Yalnızım. Giderek daha da yalnız. İşte bu kahrolası anlarda sırtımdaki valiz taşınmaz hale geliyor. Taşıyamıyorum kendimi. Sürgün hastalığı diyor buna terapistim. Yirmi yıl sonra hala yakamı bırakmayan sürgün hastalığı...'
Paris'te bir kahvede, Le Nouvel Observateur adlı bir dergi okuyorum. Bir haber çarpıyor beni: Getu Hagos Mariame adlı yirmi dört yaşındaki Güney Afrikalı genç, iki polis nezaretinde zorla ülkesine yollanmak isterken, polislerin zor kullanması sonucu uçakta hayatını kaybetmiş. Getu'nun Fransa'da politik mülteci statüsünü kazanmak için yaptığı başvuru reddedilmiş ve sınır dışı edilme kararı alınmış. Yıllar önce Almanya'da politik sığınma talebi reddedilen ve Türkiye'ye teslim edilmek üzere tutuklanınca kendini emniyetin 6. katından atan Kemal Altun geliyor aklıma. Ve diğerleri. Sahi 12 Eylül kaç insanı sürgünde yaşamaya zorlamıştı.
Yan masada oturan bir siyah derili, gazetedeki habere uzunca süre daldığımı anlamış olmalı ki, izin isteyip konuşmaya başlıyor. "Biliyor musunuz bayım, hepimiz sürgünüz. Dünya sürgünler gezegenine dönüşüyor. Marx'ın insanın ürettiği ürüne yabancılaşma teorisini bilirsiniz. Neoliberalizm çılgınlığında, küreselleşme adı verilen soysuzlar yönetiminde insanlar birbirine, doğaya, hayvanlara yabancılaştı. Hepimiz yabancıyız, hepimiz sürgünüz. Evet evet dünya sürgünler gezegeni." (AO/TK)
* Adil Okay'ın yazısı Yoğunluk dergisinin kasım sayısında da yayınlandı.