Rosida Koyuncu’nun derlediği “Voltaçark: Hapiste LGBTİ Olmak” kitabı Türkçe ve Kürtçe olarak yayınlandı. Ayrımcılıktan dayanışmaya birçok hikayenin anlatıldığı bu kitap, cezaevindeki hak ihlallerine dikkat çekmeyi amaçlıyor. Kitaptan, trans mahpus Buse’nin yazısını yayınlıyoruz.
21-22 yaşlarındaydım, bir sevgilim vardı, seks işçiliği yapıyordum. Tabii ki birlikte olduğum insan benim seks işçiliği yapmama dayanamıyordu. Sürekli “Bırak, dayanamıyorum, bu benim için ağır bir travma” diyordu. Hayatımı seks işçiliğinden kazanıyorum. Seks işçiliğini bırakma kararı benim için çok zor ve ciddi bir karardı. O çok sevdiğim ve değer verdiğim bir insandı ve her ne olursa olsun onun için bırakmaya karar verdim. O dönemlerde biraz daha konforlu bir evde yaşıyorduk, ama seks işçiliğini bırakınca daha muhafazakâr bir çevrede ve kısıtlı imkânları olan bir evde yaşamaya karar verdik. Çok güzel bir ilişkiydi, hayatımdaki en güzel aşklardan bir tanesiydi. Yeri geldi aç yeri geldi susuz kaldık, hastalandık, ama birbirimizi hiç bırakmadık o süreçte. Her konuda birbirimize göğüs gerdik. O hasta iken yalnızca tarhana çorbası yapıp “Ben içtim hayatım, sen ye” dediğim bir aşk bu.
Sonrasında birlikte olduğum kişi bana yetemediğini düşündüğü için yanlış bir işe karışıyor, “Buse’yi daha rahat ettireyim” diye. Bu yanlış iş dediğim de sahte dolar işi. Nereden kazanıyorsun diye sormuyordum. Eve artık para geliyor, rahat da yaşamaya başladık, ama bu para nerden geliyor, soruyorsun, “Sen karışma!” yanıtını alıyorsun. Sonuçta hani erkek bakış açısıyla yaşamaya alışılmış. Ben o dönemlerde erkekliği ve kadınlığı sorguluyor da değildim ve öğretilenler vardı, öğretiye göre kadın evinde oturur, erkek ona bakmakla yükümlüdür. Çevremdeki kadınlıklara bakarak yaşadığım için bu hiç problem olmadı. Erkek izin vermiyorsa vermiyordur ve daha fazla sorgulanması da gerekmez düşüncesi içerisindeydim. Şu anda öyle bir düşünce içerisinde değilim.
Bir süre sonra beni doğum günümde annemlere götürmek istediğini söyledi. Uzun süreden beri annemlere gitmek istiyordum ve gidemiyordum. “Beraber gidelim, annenleri gör, sana verdiğim sözü yerine getireyim” dedi. Bir de “Araba kiraladım” dedi. Yeni yılı annemlerde geçirdik böylece. “Ablanlara da götüreyim seni, bütün istediklerini yerine getireyim. Sonrasında İstanbul’a geri döneriz” dedi.
Ben de “Ah ne güzel! Sıkıntımız da kalmadı artık, düzene giriyoruz. Eşimin sevgisi ve benim ona olan sevgim çok güzel” derken, Çorum’da, arkadaşını da almıştı arabaya. Ben yorulunca o kullanır demişti, yola çıktık. Çorum’da polisler yolumuzu çevirdi, apar topar gözaltına alındık. Hayatımdaki ilk gözaltımdı. Götürüldük ve yargılanmaya başladık. İfadeler, nezarethaneler, sorular.
İlk arayacağım kişi annemdi. “Anne bir şey anlatmıyorlar. Yargılanacaksınız, diyorlar” dedim. Erkek arkadaşım ve arkadaşı her şeyi itiraf etmiş. Sevgilim olduğu için ve beraber yaşadığımız için ben de bu yargılamanın içerisine böylece dâhil oldum. Mahkemeye çıkarıldık, mahkeme tutuklanmamızı talep etti.
Bu da benim hayatımdaki ilk cezaevimdi. Zor bir süreç, yıllarca çok güvendiğin, birlikte yaşadığın, omuz dayadığın insandan böyle bir şey gelmesi. Beni üzmedi, bunu benim için yapması, beni seks işçiliği üzerinden var etmeyip, böyle bir mücadele vermesi beni mutlu da etmişti açıkçası. Ama hayatımdaki ilk karakol, ilk demir parmaklıklarla karşılaşmamdı ve çok zordu. Cezaevine girdiğim zaman, hâlâ inanmıyordum, demir kapılar, sesler…
Mesela, demir kapılar beni hâlâ irkiltir. Ben cezaevindeydim, karşılıklıydı koğuşlarımız ve birbirimizi görüyorduk. Annemler geldi ziyaretimize ikinci gün. Annemlerle görüştükten sonra biraz daha rahatlamıştım.
Buradan çıkacağım ve suçsuzum düşüncesi vardı. Bir soba, dört beş tane ranza. Ayrı bir yere koymuşlardı beni, soba tütüyor, nerede olduğunu bilmiyorsun, “Ben neden buradayım?” diye sorguluyor insan, yalnızım, sabaha kadar uyumamışım. Ertesi gün bir gardiyanın tacizine uğradım akşama doğru, “Gel, yukarıda televizyon seyredelim” dedi. Küçük bir cezaeviydi girdiğim, Alaca Cezaevi’ydi. Daha çok ürkmüştüm, kendimi daha savunmasız hissetmiştim. Demir kapılar, duvarlar, ranzalar ve ben. Bağırsam ne olur, nereye gider ses? Uyumamıştım, ranzanın bir köşesinde bacaklarımı kolumun arasına alıp oturmuş ve ağlamıştım sabaha kadar. Ertesi gün pencereden görüşebildiğim için sevgilime bu olayı anlatmıştım. Bir sonraki gün sayım vermemişlerdi. Baktılar ki olay ciddi boyutta, ben de sonuna kadar savunacağım. Bizi Sungurlu Cezaevi’ne götürdüler. Sungurlu Cezaevi’nde üst araması yapılıyor, ama tamamen çırılçıplak yapılıyor, arayacak kişilerin hepsi de erkek gardiyanlar. Sevgilimi aldılar bir kenara, oradan bana “Buse kesinlikle soyunmayacaksın, bunlara teslim olmayacaksın, soyundurmam ben seni” diyor. Orada gardiyanlarla tartışmaya başladı. Ben de “Merak etme soyunmayacağım, sonuna kadar da direneceğim” sözünü verdim, rahatladı. Onları alıp götürdüler, bir yere yerleştirdiler. Benim aranma sıram geldiğinde soyunacaksın dediler, elbette. Ben de aranmak istemiyorum, soyunmayacağım diye direttim. Müdürü çağırttırdım, transseksüel olduğumu söyledim, erkeklerin aramasının benim için yıpratıcı olduğunu, benim bedenimin birileri tarafından kontrol edilip aranmasının benim açımdan çok acı verici olacağını söyledim. “Ne yapacağız, senin aranman gerekiyor” dediklerinde doktor kontrolü altında aranmayı kabul ettim.
Sonra beni tek kişilik bir hücreye yerleştirdiler, beton yatak, beton yatak üzerinde pis bir yatak, yatağın üzerinde kahverengi, üzerinde armalı bir battaniye. Bir duvarla tuvaletin ayrılmış, iğrenç bir kokunun içerisinde yaşa diyorlar sana, tamamen bunalıma girdim. Bunu yaşamamın insanlığımı yok ettiğini düşünmeye başladım, yemek yememeye başladım, ölüm bu noktada bir kurtuluştu, 7-8 gün yemek yemedim. Psikolog geliyor, müdür geliyor, ikna etmeye çalışıyor, duvarlarda önceden yatmış kişilerin yazılarını okuyordum, ulaşacağım kimse yoktu. Ulaşacağım insanlar sadece ailemdi ve ben aileme durumuma ilişkin yazamıyordum. Durumunu çok açık yazarsan, bu mektup gitmeyecek demişlerdi. Sadece hatır sorma biçiminde mektup yaz demişlerdi. Ben de sadece sevgilime ve annemlere hatır soran mektuplar yazıyordum. Savcı geldi, koğuşa yerleşebildim.
Derken savcı durumun ciddiyetini anlamış. Savcı geldi, “Kalk ayağa!” dediler, savcı geldiğinde. Benim ayağa kalkacak halim yok, sendeliyorum, adam benim gözümün içerisine bakıyor, ben hiçbir şey söyleyemiyorum adama, sadece gözyaşı döküyorum. Durumum bu. “Bu insanlık mıdır?” diyemiyorum, sadece ağlıyorum. Sonra savcı “Bunu bir koğuşa yerleştirin!” dedi. O gün apar topar bir koğuşa yerleştirildim.
Ertesi gün fotoğraf çekme, hastaneye gitme gibi şeyler başladı. Bunlar da travma yaratan şeylerdi, transseksüel olduğum için her girdiğim muayene odasında doktorların gülüşmeleri, insanların bakışlarıyla taciz edilmem, çok bunaltan bir şeydi ve “Ben transseksüelim, tek kişilik yerde tutuluyorum, durumum çok kötü, kendimi iyi hissetmiyorum” dediğimde bir doktor “anal muayene yapacağız parmakla” dedi. “Nasıl yani?” dedim.
Askerler orada bakıyorlar, doktor da “Ben anal muayene yapmak istiyorum sana, pozisyonu al!” dedi. Eldiveni taktı, benim için çok korkunç bir deneyimdi, terler döktüm ve sonra döndü: “Hayır. Sen daha önce hiç ilişkiye girmemişsin” dedi. “O yüzden ayrı yerde tutulacaksın” dedi. Tekrar askerlerin içinde üstümü başımı giyindim.
Hani bir yere kadar direniyorsun, bir noktadan sonra bu işkence bitsin, ne yapıyorlarsa yapsınlar, ne kadar yatacaksam yatayım, diyorsun, biran önce buradan kurtulmalıyım diyorsun.
Kaos GL’yi o dönemler biliyordum ve mektup yazayım, durumumu anlatayım dedim, ama adresi yoktu. En azından dergi gönderirler, demiştim. Ama bu olmadı. Ailem de adresini bulamadı.
Bir ay kadar cezaevinde kaldım muayeneden sonra. Görüş günlerinde ailem ayrı tutuluyor, herkesin görüşmesi bittikten sonra alınıyordu. Televizyonum vardı, mektup yazabiliyordum, ama yalnızdım. En azından aynı cezaevinde sevgilinizin olduğunu bilmek size bir güç veriyor ve onun sevgisiyle yaşayabiliyorsun.
Herkes banyosunu yaptıktan sonra hamam gibi bir yer vardı, yarım saat içerisinde duş alıp çıkmam söyleniyordu. İlk gittiğim günlerde elimizde para yoktu ve kadınlar koğuşundan benim geldiğimi duyunca şampuan, lif, sabun gibi ihtiyaçlarımı gönderdiler, kadınların dayanışmasını gördüm yani. Bu beni mutlu etmişti.
Mahkeme sürecinde arkadaşlarım “Hayır, bunun suçu yok” deseler de, dört beş kişi sürekli gözümün içine bakıyordu, ne dediklerini bile anlamıyordum. Hâkimlerin savcıların o maddeli konuşmalarını anlamıyordum ve çözemiyordum. Mahkeme bittiğinde bir süre bekletiyorlardı, insanlar da seyrediyorlardı, bir transseksüelin geldiğini herkes duymuştu. Bir kadın geldi, farkına varmadan yanıma oturdu, sonra kadının kulağına birisi bir şey söyledi, kadın bir anda panikledi, kalktı ve kaçtı. Transseksüel olduğum söylenmişti, kadın da bilmiyor tabii, artık dönme mi dediler, ne dediler bilmiyorum. Böyle günler yaşadım ve üç aylık yargılamanın sonunda cezaevinden çıktım. Çıktığımı da anlamadım, tahliye demiş hâkim, ben hâlâ durumum çok kötü diye anlatmaya çalışıyorum, neyse çıktığımda rüya gibiydi.
Ailede çok sevilen bir insanım, bütün akrabalarım gelmişti, bu beni çok mutlu etmişti, hepsine sarıldım ve dışarıda olduğumu anlayamamıştım, sevgilim ve bahsettiğim arkadaşı da çıkmıştı, hâlâ gardiyanlar var ve ben hâlâ sevgilime sarılamıyorum, o da benim için zor bir andı. Sevgilim bir transseksüelle birlikte olduğu için sorunlar yaşamıştı, cezaevi içinde bir transseksüelin sevgilisi olduğu dağılmıştı kulaktan kulağa. Çıktığımda iki yıl yedi ay ceza aldığımızı ve bunu temyize verilmesi gerektiğini ve yargı süreci olduğunu öğrendik, gittik temyize verdik işlemler başladı.
Bu deneyimimi ilk kez 2003 yılında Kaos GL’nin sempozyumunda anlattım. O dönemde şunları yaşadım, tecridin insanların hayatında çok ciddi problemler yaşattığını, bir insanın tek kişilik koğuşlarda ve hücrelerde tutularak insandan uzak tutulmanın, kişinin onurunun çiğnenmiş olmasının, bütün hayatında çok ciddi olumsuz yansımaları olduğunun farkına vardım.
Ne olursa olsun, kişinin suçu ne olursa olsun tecridin bir insanlık suçu olduğunu bütün kalbimle söyleyebilirim. Bizler doğarken suçlarla doğmuyoruz. Bir şekilde suçlara itiliyoruz ve bu suçların içerisinde kendi yaşamlarımızı kaybettirilmeye yönelik suçlar işleniyor, aslında bunun farkında değiliz. Çevre, şartlar ve yaşatılanlar, görüşlerimiz bizi cezaevlerine sokabiliyor. Cezaevleri biraz bilmediğimiz bir dünya.
Cezaevinde dayanışma, mektup çok önemli. Bana gelen mektupları belki on defa okudum orada. Yalnızlık zor.
En son da işte 2008 Ocak ayında cezaevine girdim. Bir gün evdeyim, o gün de toplantım vardı. Bahane arıyorum gitmemek için, evde kalasım var. Kafamı dinlerim, diyorum. Polis geldi bir kâğıtla bu olaydan 7 yıl sonra hapis yatacaksınız diyor. Kâğıtta, üç ay on beş gün yazıyordu. Tabii ben bunu anlamadım o an. Üç ay on beş gün bana yıllar gibi geldi. O travmayı yıllar önce yaşamıştım. Ben bunu tekrar nasıl yaşarım diye düşünmeye başladım. Pembe Hayat’ın avukatı Senem Doğanoğlu’na hemen telefon açtım. “Senem böyle böyle yazan bir kâğıt geldi. Ben hapis mi yatacağım? Yatmayacağım ama yatacakmışım gibi mi görünüyor” dedim. O da “Sen dur, ben hemen yanına geliyorum” dedi. Geldi eve, “Yatacak mıyım?” dedim, O da “Yatacaksın” dedi, ben ağlamaya başladım. Benim için çok zor bir durumdu. Şöyle bir zorluğu vardı artık, ekstradan, özgürlük mücadelesi veren bir insanım ve özgürlüğüme çok düşkünüm, hayatımın içerisinde özgürlüklerin mücadelesini verirken tekrar öyle bir yere kapatılmam benim için ayrıca zor olacaktı.
Derken Umut, Selaylar, bir, iki derken evin içi kalabalıklaştı, hepimiz ağlıyoruz, ama Ahmet Kaya’nın kasetini koymuştuk, ağlıyoruz hepimiz. Barış inanamıyor, çünkü biz Barış’la ev arkadaşıyız ve sürekli yan yanayız, bütün acımızı, tatlımızı sürekli beraber paylaşırız. Biz birbirimizin gözüne baktıkça doluyoruz. Ne yapalım ne yapalım derken, bu süreyi dolu dolu değerlendirelim dedik. Hrant Dink’in cenaze törenine gidecektim, 18’inde de teslim olmam gerekiyordu. Ben de ne olursa olsun 19’unda teslim olacağım dedim, bu vesileyle.
Sonrasında cezaevinden arkadaşlara mektup yazıldı, cezaevinde birkaç arkadaş vardı. “Buse lütfen 18’inde teslim ol, yanımıza gelmenin tek yöntemi budur” dediklerinde, ben de, tamam bu hayalimi de diğer seneye erteleyeyim, teslim olayım, dedim. Dayanışmayı gördüm, biz bir aileydik.
O süre zarfında şunu çok iyi gördüm. Ben artık yalnız değildim, çok kalabalık bir ailem vardır. Örgütlü olmanın, örgütlenmenin, mücadele vermenin ne kadar önemli olduğunu gösteren bir süreydi. Evet, biz belki birçoğumuz birbirimizi çoğu zaman göremiyoruz, ama yaşadığımız olaylar, yaşadığımız hayat birbirine çok benzer. Bu ülkede yaşarken hepimiz aynı baskılanmayı, aynı yansımayı buluyoruz bir şekliyle, ucundan kenarından bir şekliyle yaşatılıyoruz.
Biz bir hafta boyunca her gün içtik, her gün ağlaşmalar, görüşmeler, konuşmalar, o aile gittikçe büyüyordu, her geçen gün daha da kalabalıklaşıyordu. “Buse sen özgürlüğü içine sindirmiş bir insansın ve hayatı nerde olursan ol yaşarsın” demeye başladım kendime. Arkadaşlarımın gözyaşları artık beni üzmeye başlamıştı ve artık ben onları teskin etmeye başlamıştım, “Ya arkadaşlar bir şey değil, üç ay on beş gün çıkıp geleceğim” diyordum. Sonrasında bir an önce gideyim de geleyim artık, lanet olsun, insanların durumunu, ruh halini gördükçe. Herkes, dernekle ilgili ne yapacağız, nasıl olacak diye soruyordu.
Pembe Hayat’ın hiyerarşik bir örgütlenmesi yok ve bunun için çabalayan bir derneğiz, Buse cezaevine girdiğinde Pembe Hayat yürüyecek mi, arkamızdaki arkadaşlar bunu sürdürebilecek mi? Sürdürmenin ne kadar önemli olduğunun bilincine varmaları açısından çok önemliydi bu süreç ki onların hepsine tek tek teşekkür ediyorum. Pembe Hayat’ın haftada belki üç gün kapıları açıldı, ama yürüttüler. Vergi borçları, elektriği, kirası, şunları, bunları ödendi, güzel bir dayanışma sergilendi.
Cezaevine girme sürecimi anlatayım. Cezaevine araba yaklaşmaya başladığında bu arabanın lastikleri keşke arka arkaya dönse diye düşündüm. Kendimi o kadar kötü hissediyordum ki. Belli etmiyorduk birbirimize, “En az üç ay dinleneceksin” diyorlardı, “Tatil yapacaksın” diyorlardı, ama öyle olmuyor. Tek travmam soyundurulmamdı benim, cezaevine nasıl gireceğimi düşünüyordum. Kadınım ve benim bedenime benim istemim dışında herhangi bir insanın dokunması beni rahatsız eden bir şey. Birçok gelişmiş alet var ve hâlâ bu yapılıyor. Direndim ve sadece üst tarafımı açmam söylendi, eşofmanlarımı indirmedim, eşyalarımı seçerken cihazlar ötmesin diye özellikle seçmiştim. Yine tek kişilik bir hücreye götürüldüm. Orada arkadaşlarımdan ayrılmak çok zordu, Selay, Senem, Tuna vardı. Girdim cezaevine ama çok zordu benim için. Burası biraz daha moderndi, ama ne olursa olsun yine tek kişiydim.
Gardiyanlar cezaevine bir transseksüelin geldiğini duymuşlar ve herkes gelip bakıp gidiyordu. O demir kapı her açıldığında yatağımdan fırlıyordum, çok rahatsız ediciydi. Dediğim gibi Hrant Dink ’in ölüm yıldönümüydü, arkadaşlarım şu an şuradadır, şunları yapıyorlardır diye onları düşünmeye çalışıyordum. Orada 22 gün tutuldum. 22 gün boyunca havalandırma hakkım yoktu, dışarı çıkartılmıyordum, Çorum’da da böyleydi, koydukları yer erkeklerin kısmıydı. Sadece kütüphanesinden istediğim zaman yararlanabiliyordum. Her görüşe çıktığımda, her avukatım geldiğinde üstüm aranıyordu, taciz eder gibi arandığı da oluyordu. Kimlikteki ismimle hitap ediliyordum, bu benim için çok sorunlu bir şeydi. Bunları müdürle konuşmak için dilekçe yazdım ve anlattım. Sonrasında Buse denmesinde bir sakınca olmadığını söylediler, ama bazıları inadına diyordu, zaman zaman. Mazgal dedikleri küçük bir yer var ve oradan insanlığını unutturacak bir şekilde yemek veriyorlar.
İlk girdiğimde bizim arkadaşlardan yemek vesaire bir şeyler geldi, aslında yasakmış ama gardiyanlarla araları çok iyi olduğu için gönderiyorlar. Gün boyu yemek yememiştim. Aslında çok ciddi derecede sıkıntılıydım. Cezaevine girdiğim akşam karnımın acıktığını hissettim artık. Arkadaşların yolladığı bir pet şişe deterjan, ben onu meyve suyu diye o dalgınlıkla içtim ve istifra etmeye başladım, sonrasında üç dört gün yemek yiyemedim midem kötü oldu.
Sonrasında alışmaya başladım, ben buraya kendimi alıştırmak zorundayım, “Üç ay on beş gün yatacağım burada ne yapabilirim önüme koymam gerekiyor” dedim. Ben artık daha güçlüydüm. Örgütlü mücadelenin içerisinden geliyordum ve arkadaşlarımın beni yalnız bırakmayacaklarını çok iyi biliyordum. Her şeyden önce güvendiğim insanlardan bir tanesi Selay’dı. Benim için dost denilebilecek bir kişi. Cezaevine girdiğim günden, cezaevinden çıktığım güne kadar beni hiç yalnız bırakmayan kişilerden bir tanesiydi. Yağmur yağıyor, bir gün ziyaretçim gelmemiş ve ben ziyaretçimin gelmesine o kadar alışmışım ki, mektubu geldi Seray’ın. “Ben bugün oradaydım, sen beni görmedin ama” diye yazması çok güzeldi. İnsanın hayatında dostlar çok önemli. Hele de gerçekten doğru bir eksende yürüyorsan, bu daha önemli.
İnanılmaz mektuplar geldi, inanılmaz zor şeyler yaşadık. Ben 22 gün tek başına kaldıktan sonra orada mücadeleyle arkadaşlarımın yanına geçtim. Transseksüellere üç kişilik, en köşedeki koğuşlar veriliyordu. Bir araya getirilmiyorlardı. Dokuz kişilik koğuşlar da vardı, ama açmıyorlardı. Her şey için bir gerekçe gösteriyorlardı. Ben arkadaşlarımın yanına geldiğimde daha da rahatlamıştım. Artık onlarla sabahlara kadar oturup çok güzel paylaşımlarda bulunabiliyorduk. Diğer koğuştaki arkadaşlarımızla konuşabiliyorduk. Volta atıyorduk, okuma yazma bilmeyen iki arkadaşımız vardı, onlara okuma yazma öğretebiliyorduk.
İnsanın hayatındaki en önemli şeylerden bir tanesi eğitim hakkıdır. Transseksüel olduğun için orada eğitim hakkın göz ardı edilebiliyordu. Herkes haftada üç dört gün okuma yazma kursuna gidebilirken transseksüel arkadaşlara haftada bir gün veriliyordu. Gerekçe olarak da “Sizin güvenliğinizi sağlayamıyoruz.” deniliyordu. Ama bir yandan da 30 tane öğrencinin arasında sınavlara sokabiliyorlardı. Ben bunları müdürle konuştum ve cezaevinde mücadele başladı. Ben çıkacaktım ama birçok arkadaşım orada kalacaktı, kimisi 8 yıl, kimisi 10 yıl, kimisi 30 yıl ceza almış insanlardı. Sorgular hale gelmiştik. Müdüre dilekçe yazabiliyorduk. Çok da iyi bir diyalog gelişti müdürle aramızda. Kendi içimizde tartışmalarımız da oluyordu zaman zaman ve cezaevi içinden korunan bir transseksüel olduğunu da öğrendik, sürekli neler konuşuluyor, neler yapılıyor, bilgilerin doğrudan dışarı çıktığının farkına vardık. Bizim için bu problem değildi, ama içimizde bir transseksüelin böyle davranış sergilemesi hoş değildi.
Ne olursa olsun komün yaşıyorduk. Çünkü birçok arkadaşımızın parası gelmiyordu ve benim paramın olduğu yerde onların parasının olmaması beni üzen bir şeydi. Kendisine para gelen iki üç arkadaş vardı ve diğer arkadaşların bir sigara bile alacak durumu yoktu. Mektuplarımızı bile paylaşıyorduk. Bir iki tahliyemiz oldu, zılgıtlarla uğurladık. Mektuplar bekledik o arkadaşlardan, ama dışarıda başka bir hayat var elbette.
Bir arkadaşın lafı var cezaevindeki. Beni çok etkilemişti, “sanki burada doğmuşum büyümüşüm, dışarıda nasıl bir hayat var, hayat var mı acaba bilmiyorum” diye. Orada yaşamak artık onu dışarıdan o kadar koparan bir durum olmuş ki, dışarıda bir yaşamın olduğunun farkında bile değil. Onun için yaşam sadece gökyüzünden ibaret, uçan kuşlardan. Onun için gezmeye gitmek, sosyalleşmek, koğuşundan revire gitmek kadar bir şey. Onu bu mutlu edebiliyor.
Bir transseksüel için cezaevinde olmak çok zor bir şey. Ben asla cezaevine gireceğim diye düşünmedim mesela. Ama hayat seni her yere sürükleyebiliyor… Anlattıklarımın içerisinden birçok hikâye çıkarılabilir. Her birey için çok zordur cezaevinde olmak, ama açık olan gey, lezbiyen, biseksüel, travesti ve transseksüeller için daha da zor. Açık olduğu bilinen LGBTT kişilerin tamamen tecrit altında tutulduğu bir yer cezaevleri. Hiç aklımın ucundan geçmezdi cezaevine gireceğim. Suçlu kim, ortada. (B/AS)