31 Mart 2024 Mahalli İdareler Seçimleri’ne iki gün kaldı.
Kürt kentlerinde 2016 itibarıyla başlayan, 2019 yılı ve sonrasında da devam eden kayyım atamaları sonucu yurttaşlar ve kentler büyük zarar gördü.
Kentleri tanımayan kayyımlar, bölgenin iklimine uygun olmayan peyzaj çalışmalarına milyarlarca lira harcadı, çevreyi, kültürü ve toplumsal hafızayı tahrip etti.
Ekolojist, harita mühendisi ve TMMOB Mardin İl Koordinasyon üyesi Agit Özdemir’le kayyımların kentlere verdiği zararları, “güvenlik” gerekçesiyle inşa edilen barajları, sular altında kalacak olan Gelîyê Godernê’yi ve Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) bölgeye etkilerini konuştuk.
Öncelikle kayyımların ekolojik politik bağlam açısından faaliyetlerine dair birkaç soru sormak istiyorum. Diyarbakır Belediyesi’nin diktiği palmiyeler, kent ekosistemine uygun olmadığı için kısa sürede “kurudu” örneğin ve bu peyzaj çalışması için milyonlarca TL harcandı. Benzer başka örnekler var mı?
Kayyımların hafıza kırım, rant ve irade gaspı açısından siyasal değerlendirmeleri çokça yapıldı; ama ekolojik politik açıdan değerlendirilmesi yetersiz kaldı ne yazık ki. Kayyımlar vasıtasıyla insanların yaşam alanlarını, kent ve mahallelerini yönetmeye dair irade beyanları ve genel olarak iradeleri gasp edildi. Ekolojik politik bağlam, bu gaspların hepsini değerlendirmeyi şart koyuyor esasen önümüze, çünkü bu iradenin gaspı da aslında anti-ekolojik bir uygulama.
Palmiye örneği en bilinen ve trajikomik kayyım icraatlarından evet; ama ben buraya biraz daha katkı yapmak istiyorum. Örneğin Mardin’de yapılan ve mülkiye müfettişleri raporlarına kamu zararı olarak geçen dikey bahçecilik faaliyeti. Bölgenin iklim koşullarının dikey bahçecilik ile uzaktan yakından ilgisi yok. Sadece rant amacı güdülerek inşa edilen bu bahçe kısa sürede kurudu.
Dikey bahçeler ve Millet Bahçeleri
Yine aynı şekilde, Cizre'de kayyımın 4 milyon TL’ye yaptığı “Dicle Dikey Bahçe”den de geriye sadece demir yığınları kaldı. Van’da kıyı şeridi imara açıldı. Van’ın su varlığı için çok önemli olan sekiz sulak alana kayyım “Millet Bahçesi” yaptı. Diyarbakır’da kıymetli bir “Kent Bostanları” projesi vardı, bu da kayyım tarafından durduruldu.
8 bin yıllık Hevsel Bahçeleri’ne “Kültürpark” inşaatı için iş makineleri girdi. Diyarbakır’ın Sur Mahallesi’ne, yıkımdan sonra hapishaneyi andıran yeni yerleşim yerleri inşa edildi.
Sur ilçesi içinde kalan üniversite arazisinin 157 hektarlık alanı imara açıldı. Dicle Üniversitesi Rektörlüğü, projede yeşil alan olarak görülen 3,4 hektarlık alanın statüsünün değiştirilmesi için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na başvurdu. Cizre Belediyesi, Dicle Nehri kenarında bulunan ve içinde nesli tükenmek tehlikesiyle karşı karşıya olan su samurları ile birçok kuş türünün yaşadığı çalılıkları iş makineleriyle yerinden söktü.
Özellikle son 10 yıla baktığımızda siz nasıl görüyorsunuz tabloyu?
2016 yılında başlayan kayyım atamalarının üzerine 2019 gaspları eklendi ve böylelikle tarihi eserler, kentle bütünleşmiş mekânlar tahrip edildi, yıkıldı.
Kürt halkının hafızasında ve yaşamında değeri ölçülemez ne kadar mekân varsa yıkıldı ve yerlerine hakim kılmaya çalıştıkları kültürün suni motifleri yerleştirilmeye başlandı.
Kamusal mekânlar için ayrılan birçok taşınmaz ya satılığa çıkarıldı ya da başka kurumlara devredildi. Mevcut bazı parkların içerisine rant için ticari mekânlar kuruldu. 6 Şubat Maraş depremlerinden en çok etkilenen kentlerden biri Diyarbakır. Ama burada da ne oldu? İmar planları değişti, revizyon imar planları ile kayyımlar bina kat sayılarını artırdı ve halkın toplanma yerleri de olan parkları birer ticarethaneye çevirdi.
Bunların yanı sıra elbette belediyeler büyük bir borcun içine gömüldü. Belediyelerin halkın desteğiyle ve uzun uğraşlar sonucunda kurduğu birçok kurum kapatıldı.
Örneğin önemli bir halk ekmek fırını vardı, yandaş bir firmaya peşkeş edildi. Benzer şekilde belediyelerin birçok taşınmazı başka kurumlara devredildi ve belediyeler işlevsizleştirildi. Bazı yerlerde geri dönüşü olmayan tahribatlar yaratıldı.
Suyun kapatılması
Kürdistan’daki en önemli ekolojik sorunlardan biri “güvenlik barajları”. Bu tabiri biraz açabilir misiniz? Ne demek güvenlik barajı?
Güvenlik barajları, devletin PKK’nin “barınma alanlarını” ve geçiş yollarını sular altında bırakma ereği üzerinden okunuyor; ancak bu barajların önemi ve etki alanı çok daha fazlası. Evet, güvenlik barajlarında öncelik devletin “güvenlik” politikaları.
İkinci amaç ise barajlar üzerinden yeni bir ekonomik gelir kapısı elde etmek. İlk olarak 11 sınır barajı kuruldu, daha sonra ise bunların yanına hidroelektrik santral (HES) projeleri eklendi.
Ben bu barajların amacını, suyun mekânsal olarak “kapatılması” ile, daha doğrusu biyopolitika ve biyoiktidar ile değerlendirmeyi daha doğru buluyorum. Biyopolitika mefhumu toplumsal hayatı (biosu) aşan ve tüm vehçeleriyle biyolojik yaşamı içine alan bir tartışma noktası.
Söz konusu kapatma pratiklerinin uzantası ise Şark Islahat Planı’na (24 Eylül 1925) dek uzanıyor. Günümüzde ise savaşın, saldırı ve politikaların değişen doğasını anlama konusunda Hardt ve Negri bize yardımcı olabilir. Devlet asimetrik çatışmadan "düşman"ı sadece askeri tekniklerle yenemeyeceğini; askeri mücadelenin yanı sıra toplumsal, kültürel, siyasal mücadele de verilmesi gerektiğini geçmiş deneyimlerden öğrendi ve yeni stratejiler geliştirdi.
“Şiddetsiz idare teknikleri”
Ne gibi stratejiler bunlar?
Mekân dediğimiz şey, bir köyden veya bir parça topraktan ibaret değil. Orada yaşayan insanların birlikteliklerini, zamanla oluşturdukları hatıralarını ve sosyal ilişkilerini de kapsıyor. Mekân aracılığıyla insan performansının biçimlendirilmesi kent, kamp, hastane ve okul ile sorunsallaştırılıyor. Barajlar da bu enstrümanlardan biri.
Bu tarz pratikler doğrudan fiziki şiddet barındırmasa da “şiddetsiz idare tekniklerinden” biri olan mekânsal denetim mekanizmalarını içeriyor. Çevreyi tahrip etme stratejisi, düşmana doğrudan saldırmak yerine düşmanın beslendiği, barındığı mekânı ve fiziki çevreyi yok etmeyi de arzulatıyor. Çünkü su kuruyunca balık ölür.
90’lardaki köy yakma politikalarını bu stratejilere dahil edebiliriz. Devletin tahayyül ettiğinin aksine, zorla yerinden edilen Kürtler göç ettikleri kentlerde hızla politikleşti. Doğduğu, büyüdüğü, başka bir yerde yaşamını sürdürmesi hayli güç olan insanlarda bir öfke ve hınç oluştu.
Bu da devleti yeni stratejiler aramaya itti. Devlet yeni stratejisi gereği, bu kez çevreyi yok etmedi. Çevreyi yeniden yarattı ve onu dönüştürüp kontrol edilebilir, düzenlenebilir, izlenebilir hale getirdi.
Bu politikaların en önemli örnekleri sizce hangileri?
Silvan Barajı, devletin yeni stratejilerini uygulayabilmesi için ona inanılmaz bir kaynak sağladı. Şırnak’ta yapılan yedi güvenlik barajı, 45 kilometrelik bir vadiyi sular altında bıraktı.
10 köy doğrudan etkilendi. Mera yasakları ve askeri operasyonlar nedeniyle, söz konusu köylerde hayvancılık faaliyetleri ya tamamen bitti ya da bitmeye yüz tuttu.
Sınırlı tarım arazileri sular altında kaldı. Roboskî Katliamı’ndan sonra da geçişlerin denetimi iyiden iyiye arttığı için artık sınır ticareti de yapılamıyor. İnsanlar burada açlığa mahkûm edildi ve şimdi geçinemedikleri için göç etmek zorundalar. Bu da zorunlu göç pratiğinin farklı bir şekilde devam ettiğinin göstergesi.
Olayın bir de ekonomik/ticari boyutu var. Dicle ve Fırat’ın aktığı ülkelerle Türkiye’nin ilişkileri hayli değişken ve Türkiye bu iki büyük nehri de kendi çıkarları için tehdit olarak kullanmakta bir beis görmüyor. Ki barajlar vasıtasıyla Rojava’nın nasıl susuz bırakılabileceğini ne yazık ki deneyimledik.
Gelîyê Godernê ve Hasankeyf
Silvan Barajı dediniz. Gelîyê Godernê bu önem sırasında nerede duruyor ya da Gelîyê Godernê’de neler oluyor?
Gelîyê Godernê’yi konuşalım elbette; ama Godernê’yi Silvan Barajı’ndan bağımsız konuşmak yetersiz bir bakış açısı doğuruyor.
Silvan Barajı’nın kurulumu nedeniyle 50'ye yakın yerleşim sular altında kalacak. Bir de doğrudan sular altında kalmasa da barajdan dolaylı olarak etkilenecek, tüm tarım alanları, bağ ve bahçeleri su altında kalacak olan köyler var.
Taşköprü bunlardan biri. Muazzam bir köy burası ve son derece verimli bahçeleri var. Sarım Çayı ile kurulan ilişkisellikle şekillenen bahçeleri var.
Baraj ise 13 kilometre uzunluğundaki su ekosistemini tamamen yok edecek. Godernê, bunlardan sadece biri ve ne yazık ki Hasankeyf ile aynı kaderi paylaşıyor. Godernê’nin mağaralarında bulunan kayaların tarihi Neolitik döneme (yaklaşık olarak M.Ö. 10.000-6000) dek uzanıyor. Bölgede daha yakın dönemde ise Süryani, Ermeni ve Kürtler tarafından inşa edilen tarihsel yapılar var. Evet, hem tarihi hem de kültürel açıdan çok önemli bir yer; ancak doğrudan ya da dolaylı olarak sular altında kalacak 48 yerleşim yerinden bahsediyoruz. Kulp’a bağlı İnkaya Köyü, bu köylerden biri ve 90’lı yıllarda da zorla boşaltılan bir köy.
Şimdi tekrar sular altında kalacak. Yine Lice’nin ilk yerleşim yerlerinden biri olan Entag var. İskitler, Romalılar, Bizanslılar ve Medlere ev sahipliği yapmış bir yer. Asıl sorun ise şu: Arkeolojik kazılar yüzeysel yapıldığı için tam olarak neyi kaybedebileceğimizi bile bilmiyoruz. Geliyê Zerê, Metmur, Dehla, Zîne bildiğimiz birkaç yer. Bu çok üzücü. Ve güvenlik gerekçesiyle Godernê’ye girişimiz dahi yasak şu an. Sert bir asker ve jandarma engellemesiyle karşı karşıyayız.
Medeni Yıldırım
Hatırlayın, Dersim'deki barajlardan sonra ilk defa baraj güvenliğini sağlamak için korucu alımları yapıldı. Bu insanların görevi baraj inşaatını korumaktı ve devlet onlara “vur emri” de verdi. Dünyada ender rastlanan örneklerden biri bu. Lice'de Medeni Yıldırım’ı da bu “güvenlik” politikaları nedeniyle kaybettik. Devlet bize kalekollara, barajlara karşı çıkarsanız başınıza gelecek olan bu dedi ve Yıldırım’ı öldürdü.
“Güvenlik” önlemleri kapsamında asıl konuşulması gereken meselelerden biri de kaya gazı. Biliyorsunuz Türkiye'nin ilk ve en büyük kaya gazı kuyularından biri Çözüm Süreci’nde Silvan’ın Pireman köyünde açıldı. 2015 yılında uluslararası enerji ekonomisi birliği bölgede 140 milyar dolar bir rezerv olduğunu ve bunu çıkarmak için bölgenin “güvenli” hale getirilmesi gerektiğini söylemişti. Shell ve birkaç uluslararası şirket çalışmalar yaptı. Kaya gazının çıkarılması ise doğrudan barajlarla bağlantılı.
Hidrolik çatlatma yönteminde basınçlı su kullanılıyor ve bir kuyunun haftalık su ihtiyacı 10 milyon galon su. Her bir vuruşta 300 bin metreküp su basılıyor.
Bu suyun içinde çok fazla kimyasal var ve suyun karşılacağı bir alan da yok. Pireman kuyusuna baktığımızda hâlâ etrafında ot bile yetişmediğini görüyoruz. Köylüler buna uzun süre itiraz etti; ama dönemin Enerji Bakanı köylüleri lobicilikle suçlayıp kriminalize etti.
Velhasıl, 2009'dan beri aşama aşama bir yıkım süreci inşa edildi. Ağaçlar kesildi, bazı köyler sular altında kaldı. Şimdi de dinamitlerle dağlarımız patlatılıyor.
Sular altında kalacak köylerle ilgili bir başka sorun ise aslında bu köylerin hafızaları. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bahsettiğiniz, en önemli sorunlardan biri aslında. Çünkü barajlar vasıtasıyla bir hafıza kırımı da yaşanıyor. Hatırlayalım, Mardin Dargeçit’te yedi köylünün öldürülmesiyle ilgili dava kapatıldı. Katliamın yaşandığı köy sular altında kaldı, keşif dahi yapılamadı. Bugün bir normalleşme süreci başlatılırsa ve bu davalar tekrar açılırsa soruşturulacak bir mekân yok artık.
Geçen yaz Van Erciş’te Zilan Deresi üzerinde yapılan Koçköprü Barajı’nın suları kuraklık nedeniyle çekilince Zilan Katliamı’nda öldürülen insanların kemikleri ortaya çıktı. Katliamdan sonra 40’tan fazla köy zorla boşaltılmış ve buraya baraj yapılmıştı.Cumhuriyet’ten günümüze dek Kürdistan’daki katliamlardan sonra kurulan barajlar vasıtasıyla aslında katliamların delillerinin de yok edildiğini görüyoruz. Hafızayı mekândan ayrı tutamayız. Aileler, yıllardır zorla kaybedilen çocuklarını, onların kemiklerini arıyor. Barajların yapıldığı yerleri düşündüğümüzde bunların bilinçli bir şekilde seçildiğini düşünmek mantıksız değil. Bir tür olay yerini bozma mantığıyla hareket ediliyor.
Zilan’da sular çekildi, “kemikler kıyıya vurdu”
GAP
Bu barajların kurulumundaki vaatlerden biri “Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da kuraklık sorunu”nun önüne geçmekti. GAP bunların öncüsü. Bu konuda bir “başarı” elde edildi mi? Bölgedeki su ve kuraklık sorununu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
GAP her ne kadar 1980’lerde başlasa da Dicle ve Fırat üzerinden yapılan çalışmalara baktığımızda temeli 1930’lara kadar uzanıyor. GAP’ın bir amacı da bölgeyi, bölgenin sahip olduğu doğal varlıkları, bölgede yaşayanları ulusal pazara entegre etmekti.
Hem buradan artı değer üretmek, hem de bölgeyi daha basit bir metin üzerinden okunabilir hale getirmek yani. “Kürt sorununu” bölgenin iktisadi ve ekonomik olarak geri kalmışlığı olarak gören devlet seçkinleri için GAP aslında çözümün kendisiydi. GAP’ın detayları MGK kararlarında dahi geçti.
GAP bittiğinde 3,8 milyon insanın iş bulacağı, yıllık 2,2 milyar dolar enerji ve 2,1 milyar dolar tarımsal gelir elde edileceği deklare edildi. Bugün Türkiye’nin yoksulluk haritasına baktığımızda derin yoksulluğun en yoğun yaşandığı ve işsizliğin en fazla olduğu kentler, GAP kapsamında kalan kentler. En fazla mevsimlik tarım işçilerinin olduğun kentler yine bu bölgede. Devasa barajlar ve yapılan sulu tarımla bölgenin iklimine de müdahale edildi. Buharlaşma, nem oranı ve haliyle kuraklık arttı. Dünya üzerinde sera gazı artışını tetikleyen faktörler arasında endüstriyel tarım faaliyetleri yüzde 20 gibi ciddi bir paya sahip.
“Ekosoykırım”
Türkiye ekoloji hareketi ve örgütleri, Kürt kentlerindeki ekokırımla ilgili neler yapabilir? Nasıl bir dayanışma örülebilir?
Ben Kürdistan'daki ekolojik yıkımları ekokırım yerine ekosoykırım kavramı ile tanımlamanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.
Soykırım insanı, ekokırım ise çevreyi merkeze alan bir kavram. Ekosoykırım bu ikisini reddederek insan ve doğa birlikteliğini merkeze alıyor. Soykırım kavramı sadece ulusal, etnik, ırksal, dinsel bir grubun yok edilmesi ise ekosoykırım kavramı da bu grubun yaşadığı yaşam alanlarının, ekosistemlerinin beraber yok edilmesi anlamına geliyor.
Devlet bu yok etme süreçlerinin hem aktörü, hem de şirketlere açtığı alanla, acele kamulaştırma kararları, denetimsizliği ve hukuki desteğiyle bir işbirlikçisi.
Örneğin, Kürdistan'daki ekolojik yıkım uygulamalarında ihale, izin gibi yasal prosedürlere ya da ÇED raporuna gerek yok. Ne vahimdir ki, Ilısu Barajı'nın bir ÇED raporu yoktu. Yine Şırnak'ta madencilik faaliyetlerinde herhangi bir izin aranmaz, çünkü maden alanlarını gösteren ve koruyanlar askerlerdir.
Ekosoykırım pratikleri, doğrudan devletin güvenlik politikaları ile ilgili. Ve hedeflenenen de sadece sermayeye alan açmak değil; Kürtleri doğrudan ve dolaylı bir şekilde zorunlu göçe tabi kılmak, yaşam alanlarını yok etmek, mülksüzleştirmek ve asimile etmek.
ÇED Muafiyeti Meclis’ten Geçti
Vietnam, Kenya, Filistin, Kürdistan
Savaşın en büyük ekolojik yıkım olduğunu sadece biz ekolojistler söylemiyoruz, bilim insanları da artık bu gerçeği kabul ediyor.
ABD'nin Vietnam’a attığı biyolojik ve kimyasal silah, hem orada yaşayan insanları öldürdü hem de ekosistemi yok etti. Kenya'daki sömürgeci pratikler, Filistin'de devam eden savaştaki uygulamalar bunların en önemli örnekleri.
Saddam döneminde Irak’ta Bataklık Arapları’na karşı yürütülen politikalar keza. Ülkede yaşanan çatışmalar neticesinde Saddam Hüseyin'in stratejik avantaj yakalamak için bölgede uyguladığı kurutma siyasetiyle bataklıklar neredeyse çölleşti ve biyolojik çeşitlilik büyük zarar gördü. Bugün Kürdistan'a atılan bir F16 bombası 3 bin derece sıcaklık açığa çıkarıyor.
Bu bağlamda, Türkiye'deki ekoloji aktivistlerinin görmesi gereken ilk şey bence şu: Kürdistan'daki ekosoykırım uygulamaları, devletin güvenlik politikalarıyla doğrudan ilgili. Yani ekolojik yıkımlara karşı çıkacaksak önce savaşa karşı tutum almamız gerekiyor. Çünkü az evvel de belirttiğim üzere buradaki tüm süreçler olabildiğince keyfi ve çetin.
Batı’da ÇED raporuna karşı verilen mücadeleyi biz burada veremiyoruz, çünkü elimizde bir ÇED raporu dahi yok. “Hasankeyf sular altında kalmasın” dediğimiz için gözaltına alınıyoruz, Silvan Barajı’na karşı mücadele eden köylüler dış mihraklarla iş tutmakla, Cudi Yürüyüşü’ne katılanlar “teröre destek” vermekle suçlanıyor.
Köy ve orman yakmalarla, barajlarla, madencilik faaliyetleriyle binlerce köy boşaltıldı, yüzbinlerce insan zorla yerinden edildi ve Türkiye metropollerinde asimilasyona tabi kılındı. Tüm bunlar devletin tekçi zihniyetinin bir ürünü. Türkiye ekoloji hareketinin de bu tekçi zihniyetine karşı; kardeşçe ve onurluca beraber yaşama ellerini uzatmaları gerekiyor. (TY)