Ağzını havuza vermiş tulumbadan su akmadığında bunu önemsemezmiş gibi görünen bu havuzda oynardık. Onun hüznünü de biz önemsemezdik zaten. Mahallenin çocukları sırayla o kiremit kırmızısı tulumbayı sağıp dururlardı.
Suyun metalik tadı...
Suyun soğuk, metalik tadına bakardık. Kadınlar bahçeye büyük kazanlar getirirlerdi. Güneş henüz tepedeyken. Erik zamanı. Biz ağaçlarının tepesinde ağzımızı ermemiş eriklerle doldurup, acı çekirdekleri aşağıya tükürürken, onlar hazırladıkları yumuşak hamuru dalgalandırırlardı sinilerin üzerinde. Konuşurlardı hep. Sakınmadan hiçbir şeyi.
Ateş harladığında, ortalık da hararetlenirdi. Korkup da ağaca çıkamayanlar hariç bütün çocuklar aşağıya inerler, melamin ve kalaylı tabakların çevresine toplaşırlardı. Çiçekli entarisinin kollarını sıvamış bir kadın yoğurduğu hamurdan bir top atardı kızgın yağa, sonra bir top daha...
Sesi duyardık. Çevreye o tatlı pişmiş koku yayıldığında tabakları elimize alırdık. Maharetli eller kevgiri kazana daldırır, şöyle bir döndürür, kızaranları çevirir, tombul kabarcıklarla donanmış lokmaları seçer, önce bize verirdi.
Manyas peynirinin deliklerini sayarken yediğim lokmaların sayısını hatırlamam mümkün değil. Ama kendi payımızı yedikten sonra tüm mahalleye dağıtma görevinin hep kızlara kaldığını çok iyi hatırlıyorum.
Odun ateşinden kararmış kazanların diplerini, yağlı tencereleri, boş tepsileri küçük plastik kaplardaki sabunlarla yıkamak, ateşin artıklarını toplamak, etrafı süpürmekten yorgun düşmüş annelerimize çay demlemek de bize aitti.
Hep kadınlar kalırdık...
Oğlanlar çatlayıncaya kadar yer, sonra da mahallenin aşağısındaki sarı tarlaya giderlerdi oynamak için. Evlerin erkekleri akşama gelirdi nasıl olsa. Hep kadınlar kalırdık.
Kuşlar, gökyüzü, solucanlar, toprak, ağaçlar, mahrem şeyler ve su. Kimse başka yere gitmezdi nedense. O uysal tulumbanın, küçük havuzun başında otururduk. Koğuşlara girinceye kadar.
Kadınlar için sosyalleşme alanı, suyun başı...
Nostaljik bir güzelleme yaptığımı sanmayın. Kadınlar için ufak çaplı bir sosyalleşme alanıydı o bahçe ve suyun başı. Küçük hayatlarında dayanışmak ve birbirlerini koruyup kollamak için kurdukları canlı bir ağ. Üretime dayalı zamanlardı.
Bu yüzden kıt kanaat geçinmenin bile ortak bir dili vardı. Olmayanın halinden anlardı kadınlar. Ama bu durum yoksulluğun bir şekilde paylaşılabildiği, hanenin içine hapsedilmediği için, geleneksel yaşam biçimleri ve ilişkiler de sürdürülebiliyordu.
Türkiye'nin pek çok yerinde-en azından küçük yerleşim yerleri için geçerlidir bu- aynı genellemeyi yapabilirdik.
Artık çok başka bir zamanı yaşıyoruz
Artık çok başka bir zamanı yaşıyoruz. Aradan geçen yıllarda kentlerin kıyılarına yığılanların paylaşacak bir şeyi kalmadı. Karşılıklılık ilkesi yerini tek taraflı yardıma bıraktı.
Ama belki de bu değişimlerin karşısında erkeklerin de ezilmesinin yanında en yoğun yaşanan şey, "Yoksulluğun Kadınlaşması"* oldu. Komşuluk ve akrabalık ilişkilerindeki acımasız esnemeler bir yana kadınların hayatları idame ettirmedeki çaresizliği belirleyiciydi.
Çıkıp geldi susuzluk...
Su başları, bahçeler, komplekssiz ev gezmeleri, ziyaretler yoktu. Yalnızlaşan, yalnızlaştırılan kadınların toplanmasına, bir arada olmasına yönelik olarak çok başka şeyler tasavvur ediyorduk ki, hepsinin içinden çıkıp geldi susuzluk.
Susuzluk en çok yoksul kadınları etkiledi...
Hayatı değiştiren, rolleri belirleyen, hiç bitmeyecekmiş gibi kullandığımız su... Küresel ısınmanın en çok etkilediği topraklarda çoğu insan tarafından kötü bir sürpriz gibi karşılanan susuzluk, kırda veya kentte kadınları ama en çok yoksul kadınları etkiledi.
Bazı bölgelerin çölleştiği ülkemizde, suyun, kuyunun başına toplandı kadınlar. Ama hiçbir şey eskisi gibi değil. Paylaşacak fazla bir şeyleri yok. Kendilerine göre buldukları ortak çözümler yerine birbirlerine yakınabilirler ancak.
Öfkeliler bir yandan. Susuzluktan su başlarında durdukları için, "bitmez tükenmez ev işleri" ni aksattıklarından(!) kocalarından yedikleri dayaklara, hastalıklara, kötü yaşam koşullarına, kaderlerine ama en çok kötü yöneticilere öfkeliler.
Oysa birbirlerinden çıkarıyorlar tüm bunların acısını. "Dayak her evde olur efendim. Dövüşülmedik ev olmaz,"
diyen erkeklere dönmüyorlar yüzlerini.
Ördükleri hayatın ellerinden kayıp gitmesine, dengesizliğin içinde kurmaya çalıştıkları eğreti dengenin bozulduğuna üzülüyorlardır. Eminim, daha çok özlüyorlardır o eski zamanı.
Su "pet şişeler"e akarken, akıp giden zamanı özlüyorlardır. Kuru rüzgarın geçmişten taşıdığı o tanıdık sesleri duyarlar mı? Bilmiyorum. Çünkü o kadınlar kaybettiler; suyu, bahçelerini, arkadaşlarını, umutlarını.
Yoksulluk Halleri- Türkiye'de Kent Yoksulluğunun Görünümleri/İletişim Yayınları/2007/ s. 109 (TBÖ/NZ)