Koca şairin dediği gibi “acayipleşti havalar”; herkes düşman, herkes terörist, içeride ve dışarıda herkes bize düşman. Tek adam rejimi dayatmasından diyor her gün sesi biraz daha kısılan muhalif basın. Tek nedenin bu olduğunu sanmıyorum ama yıkımın habercisi “Stronsium 90 yağıyor” umudumuza, gelecek ülkümüze, özgürlüğümüze. Bakalım daha fazla ölümün bu topraklara inmesini engelleyebilecek miyiz?
Uzun bir süredir bıkmadan usanmadan yineleyerek Arendt okuyorum; kötülüğün sıradanlığı ve insaniliğini anlayabilmek için. Öyle ya “Benim için önemli olan, anlamaktır” diyor Arendt. Anlayalım ki; olup biteni düzeltebilmek mümkün olsun. Anlayalım ki; endoktrinasyona ve onun emrettiği “gönüllü” itaate direnebilelim. Anlayalım ki; toplumsal kutuplaşmanın maksimize edilmek istendiği bir ortamda “öteki”nden yana olanların da dertlerini dert edinebilelim.
Fatmagül Berktay, “Dünyayı Bugünde Sevmek” isimli kitabında Arendt’in içinde yaşadığı dönemi yakalamaya gayret ettiğinin, “zamanın en korkunç olaylarına odaklanarak onlarda yeni ve benzersiz olanı aramaya çalıştığı”nın ve “böylelikle onların ‘olup bitmiş felaketler’e indirgenmesini önlemek istediği”nin altını çiziyor.
Gerçekten de hiçbir kötülüğün durup durduk yere olmadığını biliyoruz. Ama bu bilgi dünyada hiçbir şeyin değişmediği ve dünün aynı biçimde tekrar ettiği anlamına da gelmiyor. Her kötülük, kendi zamanında, dünden farklı bir nedenden dolayı kök salıyor, toplumsal karşılık buluyor. O nedenle “yeni ve benzersiz olanı” anlamadan onu değiştirmek olanaksız.
Hal böyleyse kuşku götürmez doğrularımızı durmaksızın tekrarlayan bir kültürün aksine, bugünün kötülüklerinde yeni ve benzersiz olanı keşfetmeye çalışan ve kendi hakikatlerimizden kuşku duyup yeni hakikatler arayan bir siyasi iklimi var etmek zorundayız. Oysa totaliter rejimler, “anlamak” yerine “uymak” fiilini severler. Çünkü Berktay’ın dediği gibi “Anlama, bizatihi politik bir eylemdir”.
Dayanışma, insanların “öteki”nde kendilerinin kimi yönlerini bulmalarını, “öteki”nden beslenerek kendilerini yetkinleştirmelerini ve kaderciliğin umutsuzluğu yerine hayatın, umudun, özgürlüğün bizlerle başlayıp devam ettiğini keşfetmeyi mümkün kılar. Bu nedenle totaliter yönetimler, dayanışma zeminini yok etmek için, her bir varolma kimliğinin kendi kimliği içerisine çökerek kapanmasını ve önceliğini “öteki”ne karşı kendisini korumaya vermesini isterler.
Böylelikle “kitleselleşen” ve “sürüleşen” insan, komplo teorileri zemininde, “hem maddi hem manevi anlamda yersiz yurtsuzlaşarak ırkçılığın, milliyetçiliğin, her türlü bağnazlığın peşinden düşünmeden koşmaya açık hale gelir.
İşte bu nedenle günümüz Türkiye’sinde hepimizi uçuruma sürükleyecek olan bir bağnazlığın peşine düşenleri, onlarla aramıza mesafe koyarak değil, aksine toplumun tüm farklılıkları arasında her türlü insani teması - dayanışmayı arttırarak ve bu toprakları, herkesin kendisini güvende hissedebileceği bir yurt haline getirmeye çalışarak önleyebiliriz. Bu bağlamda kendi “mahallesi”nin korkusunu büyüterek kendisini “kurtarıcı” rolüne sokup totaliter bir hayatı şekillendirmek isteyen muktediri, onun karşısına dünün ya da bugünün başka bir muktedirini çıkararak değil, oluşturacağımız toplumsal dayanışma ortamında “öteki mahalle”nin korkusunun galebe çalmasını önleyerek engelleyebiliriz.
Totaliter hayatı var etmek isteyen muktedir ve onun durmaksızın değişen çevresi, her zaman ve her durumda egemenlik ve mutlak hakikat vurgusu yapar. Böylelikle “agora”nın doğasında var olan çoğulculuğunun aksine kamusal alanın tek bir zihniyete teslim olarak yok olmasını sağlamaya çalışır. Muktedir ve onun hakikatinin sözcüleri, bunu gerçekleştirebildikleri oranda da kendi hakikatlerinin dışındaki her sözü kriminalize etmeyi başarırlar.
Bu nedenle 2016 Türkiye’sinde kamusal alanı kendi hakikatine indirgeyerek yok etmek isteyenlerin karşısına sadece kendi hakikatimizle çıkamayız, çıkmamalıyız. Daha önemlisi böylesi bir karşı çıkış, totaliter zihniyet kodlarının toplumun bir kesiminin kılcal damarlarına kadar yayılmasına neden olacaktır. Bu nedenle koşar adım gelen kötülüğü, kamusal alanın doğası gereği çoğulculuğunu, hiçbir durumda tektipleştirelemeyeceğini ve aslında temel hedefin egemenlik sağlamak değil, aksine onu reddedip her durumda ve her zaman müzakere olduğunu hepimizin hakikati olarak savunarak durdurabiliriz.
Berktay’ın ifade ettiği gibi “anlamanın kaynağı, ötekiler” ise ve kendimizin de içinde bulunduğu topluluk aslında kendimiz gibi benzerlerimizden oluşuyorsa, önce kendimizden başlamak üzere politik eylemlerimizi farklılık üzerine şekillendirmek zorundayız.
Zaten Arendt’a göre de kim olduğumuz, ırk ya da etnisite gibi verili bir özelliğimize bağlı olmayıp, kamusal alandaki eylemlerimizle ortaya koyduğumuz bir şeydir. Bu nedenle Arendt, verili bir özelliğin “politik açıdan insanlığın başlangıcı değil, tersine sonu” olduğunu ifade etmektedir.
Eğer Arendt haklı ise; önce kendi gerçekliğimizin dışına çıkıp, tüm verili özelliklerimizden azade sadece insan olarak ve de başka gerçek ve hakikatleri de tahayyül ederek günümüz Türkiye’sinde siyaseten ancak yol alabiliriz. Hiç kuşkusuz bunun anlamı; bugüne kadar “biz” olarak var ettiğimiz tüm tarihsel örgüt ve yükleri, -onların gerçekliklerini reddetmeden- bugün için koşulsuz biçimde bir kenara bırakmak demektir.
Üçüncü bin yılda totaliter yönetimlerin zamanının geçtiğini düşünmek için ortada hiçbir rasyonel neden yok. Aksine nefes aldığımız her gün, totaliter yönetimlerin günümüz dünyasında mümkün olabileceğine yönelik onlarca olaya tanıklık ediyoruz.
Bu bağlamda tüm dünya için geçerli olmak üzere, geçmiş deneyimlerden hiç ders çıkarmadan modern toplama kampları, yıkım ve kıyımların insanlığın utanç defterine yazılabilecek olası gerçekler olduğunu görmek zorundayız. Hatta “çağdaş” ve “ileri” demokrasilerde dahi temel politikaların seçimlerle değişmemesi ve yurttaşların hayatları üzerinde siyaseten etkili olmadıklarını hissetmeleri totaliter yönetimlere zemin hazırlamaktadır.
Öte yandan toplumsal belleğin yenilgi ve travmalarla dolu olduğu, geçmişle samimi bir yüzleşmenin yapılamadığı ve her kesimde farklı korkuların egemen olduğu Türkiye gibi ülkelerde yaşanan yurttaş çaresizliği “kurtarıcı”ların tarih sahnesine çıkmasına yol açmaktadır. Yazılı tarihin nispeten uzun geçmişi irdelendiğinde, muktedirin tarih sahnesine her çıkışının aslında toplumsal yaşamda yalanı egemen kılmaktan geçtiği görülmektedir.
Ancak yaşama egemen kılınan yalan her an ve her durumda değiştiği için, yurttaş o gün için neyin makbul neyin dışlanmış olduğunu karıştırmakta ve bu durum güçsüzlüğünü daha da derinleştirmektedir. Yalan düzeyinde yaşanan bu hızlı değişim süreci, bireysel ve toplumsal bellekte var olan önceki korkuları beslemekte ve daha önemlisi yurttaşı “eyleyen” değil, sinema filmini izleyen “seyirci” konumuna düşürmektedir. Ne yazık ki “seyirci” konumuna indirgenen yurttaş ise yaşadığı çaresizliğinin var ettiği öfkeyi, egemenin işaret ettiği ve sürüden dışladığı kesim(ler)e saldırarak dindirmeye çalışmaktadır.
Eğer gerçeklik bu ise; kendi cennetlerini dayandıkları kitlenin cenneti olarak kabul ettirmeyi başarabilen ve kitleleri ile bedensel ve duygusal bütünleşmeler sağlayan “kurtarıcı”ların var edeceği totaliter hayatı, bıkıp usanmadan her gün “kurtarıcı” rolüne bürünmüş kişilerle savaşarak değil, aksine ona kitle desteği sunan, onda kendi çaresizliğini aşan ve hayallerini onda bulan yurttaşı anlayıp, onu siyaseten güçlendirip, kendisini toplumsal hayatı etkileyen bir özne olmaya evrilterek önleyebiliriz. (OE/EKN)
*Bu yazıya ilham veren kitabı (Fatmagül Berktay, Dünyayı Bugünde Sevmek, Metis Yayınları, 2012) dünyayı ve Türkiye’yi anlamak isteyen kişilere öneriyorum.