Stiglitz kürsüye gelmeden önce Hürriyet ve Akbank'tan birer temsilci çıkıp bir şeyler söylediler. Akbank'ın temsilcisi bankanın genel müdürüydü. Bir şeyler söylerken lafı -pek de ustaca olmayan bir biçimde- "Sakıp bey"e getirdi ve kısa konuşması, adeta önlenemez bir biçimde merhuma saygı duruşuna çağrı ile noktalandı. Böylece küresel kapitalist sistemin yaramaz fakat zeki çocuğu Stiglitz'in konuşması, birkaç kişi hariç salondakilerin bir dakika boyunca ayakta sessizce bekleyerek akıllarından kim bilir ne geçirdiği, hiç de kutsallık taşımayan zoraki bir duruşun ardından başladı.
IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarının politikalarını daha Dünya Bankası'nın en etkili adamıyken yerden yere vurmaya başlayan Stiglitz, eleştirilerini iki temel noktadan yöneltti: Birincisi, gelişmiş ülkelerin kendi toplumsal - politik sistemlerinde savundukları, sahip çıkıp korudukları şeylerin tam aksini uluslararası kuruluşlar üzerinden az gelişmiş ülkelere empoze etmeleri.. İkincisi de, IMF gibi kuruluşların demokratik bir yapı ve yönetimden tamamen yoksun oluşu..
Stiglitz, "ABD'de çok etkin bir kamu sosyal güvenlik sistemi vardır. Bu sistem, tüm özel emeklilik sistemlerinden daha etkindir" diyordu. "Clinton döneminde Cumhuriyetçiler bu sistemin özelleştirilmesini gündeme getirdiler. Yönetim buna şiddetle karşı çıktı, özelleştirme girişimi engellendi. Ama uluslararası finans kuruluşları, az gelişmiş ülkeleri sosyal güvenlik sistemlerini özelleştirmeye zorluyor.."
Verdiği bir başka örnek de, merkez bankaları ile ilgiliydi. "ABD'de merkez bankası enflasyonun yanı sıra, işsizlik ve büyümeye odaklanır. Oysa uluslararası finans kuruluşları, az gelişmiş ülkelerdeki merkez bankalarını sadece enflasyona odaklanmaya zorluyor" diyordu.
Konuşmasında bu örnekleri, Ak Emeklilik ve Doğan Emeklilik şirketleri ile "özel emeklilik sistemi" pazarından iri paylar kapmak için hop oturup hop kalkan iki grubun temsilcilerinin önünde veriyordu. Sponsorlarının bu grupların şirketleri olduğunu biliyor muydu, İstanbul'a gelmeden önce sponsorlarını etraflıca tetkik etmiş miydi, "sosyal güvenlik - özel emeklilik sistemi" örneğini bu tetkik sonucu belirli bir maksatla mı vermişti, bilinmez.
"Sana ne adaletten?"
Stiglitz, "içerde" toplumsal yararı gözetme, politikaları toplumsal yarar sağlayacak biçimde oluşturma durumunda kalanların, "dışarıda" farklı bir kimliğe büründüklerini, "pazar köktencisi" ("market fundementalism") kesildiklerini vurguluyordu:
"Onlar, 'adil bir anlaşma değil, en iyi anlaşmayı yap' ('don't get a fair deal, get the best deal') derler. 'Adalet onların sorunu, sen sadece en kazançlı anlaşmayı yapmaya bak!' derler.."
Stiglitz'e göre iktisadi küreselleşme, politik küreselleşmenin önüne geçmişti. Bu durumun yansımaları, uluslararası finans kuruluşlarının iç yapılarında da görülüyordu:
"Uluslararası finans kuruluşları demokrasiyi temsil etmiyor" dediği bu bölümde, IMF'de başkan seçiminin "tekniği" üzerine şunları söylüyordu. "Bir kurumun başına gelecek kişi, şeffaf bir ortamda, adaylar arasında en yetkin olan belirlenmeye çalışılarak seçilir, öyle değil mi? Ama onlar 'Sıra Almanya'da' diyorlar. Sırası gelen ülkenin adayı başkan oluyor. Ya da iki ülkenin adayları arasında seçim yapılıyor. Az gelişmiş ülkelerin birinden başkan seçmeyi ise düşünmüyorlar. Az gelişmiş bir ülkeden başkan seçilirse, o kişi kendini az gelişmiş ülkelere yakın hissedebilir endişesi taşıyorlar. 50 yıl önce böyle bir endişenin temeli olabilirdi. O zaman az gelişmiş ülkeler gelişmiş ülkelerin kolonileriydi. Ama şimdi az gelişmiş ülkelerde çok nitelikli insanlar var.."
Stiglitz, IMF gibi kuruluşların politikalarını belirlerken, bu politikalardan etkilenecek alanları göz önünde bulundurmamasını, IMF'de bu alanların temsilcilerinin bulunmamasını da eleştiriyordu. Sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, çevre gibi alanlar.. "Meselelere sadece finans piyasasının perspektifinden bakılıyor" diyordu.
IMF'nin şeffaf olmadığını da söylüyor, "IMF'de alınan kararları bu kuruluşun Web sitesinde görebilirsiniz; ama kararlar alındıktan sonra" diyordu.
Bir başka eleştirisi de, "döner kapı" ("revolving door") mekanizmasının gelişmiş ülkelerin politik sistemlerinde kısıtlanmaya çalışılmasına karşılık, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarda bu mekanizmanın tamamen meşru olmasıydı. "Döner kapı"dan kast ettiği, kamu görevlisi olarak çalışan birinin üç gün sonra bir özel şirkete transfer olması, sonra tekrar kamu sektörüne dönmesi, sonra yeniden özel sektöre geçmesiydi. Şirketlerle içli dışlı olan birinin kamuda görev yapmasının, belirli şirketleri kollaması riski nedeniyle sakıncaları olabilirdi; ama işte IMF ya da Dünya Bankası'nın kitabında bu türden sakıncalar yazmıyordu.
Bir başka eleştirisi, sermaye piyasalarının serbestleştirilmesinde düzenleyici çerçevelerin fazlasıyla budanması ya da laçkalaşması sonucu, kısa vadeli spekülatif sermaye akışlarının ülkelerde destabilizasyon yaratmasıydı. "Sıcak para" ile "uzun vadeli yabancı yatırım" arasındaki büyük farkı vurguladığı bu eleştirisinde şöyle diyordu. "O ülkede eninde sonunda bir şok yaşanıyor ve sermaye geldiği gibi geri dönüyor. Bu da ekonomide istikrarın bozulmasına yol açıyor. Aradan beş yıl geçtikten sonra bu durumları biraz düzelttiler, ama o arada birçok ülkede de olan oldu zaten.."
Eleştirilerinden pay alan sadece uluslararası finans kuruluşları değildi. Basit şirket yöneticilerine, şirket muhasebecilerine, denetçi şirketlere de birkaç cümleyle oklarını fırlatıyordu. Muhasebecilerin yöneticilerini memnun etmek ya da prim alabilmek, yöneticilerin de gene prim almak ya da daha fazla hisse opsiyonuna sahip olmak için bilançoları değiştirdiğine değiniyordu; "gerçek gelir artışı"nı göstermeyen, "imâl" bilançolar hazırladıklarına. "Bunlar piyasadaki çürük elmalar falan da değil.. Bu durum, önde gelen muhasebe denetim şirketleri de dahil, pek çok şirket için geçerli" diyordu.
Tabuları sopalayan esprili adam
Stiglitz, eline sanki kocaman bir sopa almış, iş dünyasında tabudan farksız olan şeylere, önüne ne çıkarsa, sopayı indiriyordu: Kâr odaklı bir sistemde sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, çevre gibi alanların göz ardı edilmesi.. Sözüne iş dünyasında o kadar değer verilen uluslararası kuruluşların çift standartlılığı, az gelişmiş ülkelerde yaşayan insanları zerre kadar umursamıyor olmaları.. Şirketlerin bilançolarını, hissedarlarını kandırarak "tadil etmeleri".. Borsalarda dolaşan sıcak paranın ve spekülasyonun yıkıcılığı.. Bir özel sektörde bir kamuda çalışarak şirketlerin çıkarı için mesai yapanlar, toplumsal yararın ırzına geçenler.. "Vatandaş"ın bilgiden mahrum bırakılması, kararların kapalı kapıların arkasında, büyük gizlilik içinde alınması, "vatandaş"ın ,en iyi olasılıkla, ancak iş işten geçtikten sonra bu kararlardan haberdar olması..
Bir saate sığdırılan bir konuşmada bunlardan fazlası zaten söylenemezdi. Belki iki saatlik bir konuşma yapacak olsa, daha fazlasını da söyleyecekti. Peki ama Stiglitz bunları kime, neden söylüyordu? Söylemeden yapamayacağı için, herhangi bir yerde ve sadece söylemiş olması önemli olduğu için mi söylüyordu? Yüzlerce dolar karşılığı temin edilen davetiyelerle kendisini dinlemeye gelmiş bir kalabalıkla karşı karşıyaydı. Toplantı başlamadan önce verilen yemekte, Stiglitz'i izlemeye birlikte gittiğim arkadaşım, "Bugün burada sırf tabaklardan dökülen yemek artıklarıyla bir Afrika kabilesi üç ay doyar" demişti. O yemeğin sonrasında, Sabancı ve Doğan gruplarının sponsorluğunda, iş ve medya dünyalarının tanıdık simalarıyla süslenmiş bir salonda, son derece esprili, son derece rahat bir uslupla iş dünyasının tabularını pataklayan adam, kimden nasıl bir yankı bekliyor olabilirdi? Stiglitz'in "demokrasiyi temsil etmiyor" dediği cümlede özne IMF'ydi; ama bu pekâla onu dinlemeye gelmiş kişiler de olabilirdi..
Seyirci "panter"i tercih ederdi
Stiglitz'i Kafka'nın "açlık sanatçısı"na benzetmek ne kadar isabetli olur? Stiglitz gerçekten bir açlık sanatçısı mıdır? Panayır panayır gezdirilen, bir kafesin içinde oruç tutan, insanların biraz şaşırmak, biraz çekiştirmek için görmeye gittikleri adam? Gizlice -kendi çok özel teknikleri ile- bir şekilde karnını doyurduğuna da hükmedilen, samimiyetine tam olarak inanılmayan adam? İzleyicisinin bu inançsızlığından yaralanan, ama ağzına tek bir lokma, tek bir yudum almadan her seferinde işini tamamlayan, günler sonra kafesten yarı baygın çıkarılan adam.. İki taraftan kollarına girip destek olan kızlarda tiksinme duygusu yaratan, hayatın doğal akışına ve oburluğuna tek başına direnen..
Kafka'nın hikâyesinin sonunda, "Yapmak zorundaydım, aç kalmak zorundaydım" dediğinde, "Neden aç kalmak zorundaydın" diye sorana, "Çünkü, hiç seveceğim bir yiyecek bulamadım. Bulsaydım, inan bana, ben de herkes gibi tıkınırdım" diyen adam?
Stiglitz, seveceği yiyeceği bulamadığı için oruca çekilen, bunu panayır panayır dolaşıp bir gösteri olarak yapan, ama asıl, gösterilerdeki zaman sınırının olmadığı, kendisini asıl tam olarak ifade edebileceği "zaman sınırsız oruç"a özlem duyan adam mıdır?
Belki Stiglitz tam olarak bir açlık sanatçısı değildir. Ama 28 Nisan günü Swissotel'de onu izlemeye gelenlerin en azından büyük bir bölümü, herhalde "açlık sanatçısının seyircileri"ydi. Bu insanlar, Kafka'nın hikâyesinde "açlık sanatçısı"nı şüpheyle izleyen -bir süre sonra izlemekten tamamen bıkacak ve hikâyedeki son durak olan sirkte vahşi hayvanları görmeye giderken ona en fazla bir an şöyle bir dönüp bakacak olan- seyircilere çok benziyordu: Artık açlık sanatçısı yerine iştahlı panteri izlemeyi tercih edecek olanlar.
Stiglitz ise, tam olarak değilse de, o kadar saf olarak değilse de, bir açlık sanatçısı sayılabilir. Ne yani, "ABD'deki kamu sosyal güvenlik sisteminin önemi"nden bahsederken, o sistemin nasıl bir çöküş içinde olduğunu bilmemesi mümkün mü? "ABD'de seçmen korkusu nedeniyle toplumsal yararın göz ardı edilememesi"nden bahsederken, son 50 yılda vergi yükünün yeni düzenlemelerle nasıl orta ve alt sınıfların sırtına yıkıldığını ve bu politikalar nedeniye partilerin seçmen tarafından cezalandırılmamış olduğunu bilmemesi mümkün mü? Şeffaflık (yoksunluğu) konusunda ABD'deki sistemin IMF'yle rekabet halinde olduğunu bilmemesi mümkün mü? ABD'de oyların tekrar sayılabilmesini ve seçimlere itirazı olanaksız hale getiren yeni elektronik oy sisteminin "demokrasi" açısından ne anlama geldiğini bilmiyor olabilir mi?
Bunları Stiglitz herkesten daha iyi biliyordur. Sığınılacak limanların tükenmekte olduğunu.. O, olsa olsa, iyimser olmaya çalışan bir açlık sanatçısıdır. Seveceği yemeği eninde sonunda bulacağına inanan, ama bulana kadar da kafeste oruç tutmaya kararlı bir adam.
Açlık santçısının Swissotel'deki gösterinin ardından menajeri tarafından sarılıp sarmalanıp yeni bir panayır yerine doğru götürüldüğünü görür gibi oluyorum. Onun yeni panayırın yolunu tuttuğu dakikalarda İngiltere, Avrupa Birliği anayasası için referandumu giderek artan bir hararet içinde tartışıyor. Referandumdan "hayır" çıkmasının AB'den çekip gitme sürecini tetikleyip tetiklemeyeceği de artık ciddi ciddi gündeme geliyor. Dünya dönmeye ve hayat Londra gibi şehirlerde en doğal olmayan haliyle akmaya devam ediyor. (ŞA/EK)