Rafaella, bugüne dek İtalyan Alice televizyon kanalının adını hiç duymamış...
"Nasıl olur Rafaella? Yoksa mutfağı sevmiyor musun?"
"Yok, severim... Ama yemek pişirecek birisi yok ki..."
"Alice harika İtalyan yemeklerinin tariflerini verir. Bunların hiçbirini yapmam, yalnızca esin kaynağı olur bana... Kendi tariflerimi kendim icat ederim!..."
"Eskiden ben de öyleydim... Hiçbir yemek kitabında bulunmayan tarifler yaratırdım..."
"Babamın yeri asla dolmayacak"
Sicilya'nın yerel yemeklerinden birkaçını pişirebildiğini anlatıyor. Aslında Bolonya'da oturuyor... Birkaç yıl önce kocası beklenmedik biçimde ölmüş... Ama zaten ölümün beklenen bir biçimi var mı ki? Ölüm her zaman beklenmedik biçimde gelir, insanı bulur...
Rafaella yalnız yaşıyor bu yüzden, o ölümün hüznünü üstünden atamamış... Belki de hiç atamayacak... Çünkü sevdiklerimiz çekip gittiklerinde yerlerinde kocaman bir boşluk bırakırlar - ölüm, ayrılık, bir kırgınlık alıp gidebilir onları. Ayrılıklar ve kırgınlıklar yine de içinde bir umudu barındırır. Oysa ölüm onların bir daha geri dönmeyecekleri anlamına gelir... Yedi yaşındayken yitirdiğim babamın bıraktığı boşluktan biliyorum bunu: yeri asla dolmayacak...
Bir keresinde Mine'yle Londra'da, Tottenham Court Road yakınlarında yolda yürürken, tam da yeraltı trenlerinin olduğu noktada bu konuyu tartışmaya başlamıştık...
"Seramiği yaparken minicik bir çatlak oluşur, seramiği fırınlarsın... O çatlak asla kapanmaz, orada olduğunu bilirsin... Bunun gibi birşey" demişti yaşanan travmalarla ilgili konuşurken...
Eminim Tijen de böyle düşünüyordur... O, babasını hiç tanımadı çünkü babası Vasfi, birgün işine giderken "kayboldu"... Tijen babasız büyüdü... Kayıp bir baba gerçeğiyle büyümek, fırtınalı bir içdünya demek: Her an onun çıkıp gelebileceğini düşünürsünüz oysa babanız hiçbir zaman çıkıp gelmez... Geride sürekli kanayan bir yürek kalır, seramikte incecik bir çatlak ve hayatlarımızdaki bu çatlaklar asla kapanmaz...
"Spiros'u bir gece götürdüler..."
Cumartesi günü o hiç sevmediğim, içine girdiğimde beni afakanlar basan Ledra Palace otelinde, aylar önce oğlu Spiros'la röportaj yaptığım Agni Hacınikolau buluyor beni... Hacınikolau ailesi, Yalusa'nın köklü ailelerindendi... Tütün üretimi ve ihracatıyla uğraşıyorlardı. Spiros'un babası yargıçtı, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin en genç yargıçlarından Takis Hacınikolau, 20 Temmuz'da Yalusa'da tatildeydi... Civar köyden bir grup gelmiş, köyden dokuz kişiyi alıp gitmişti... Spiros, bir daha babasını göremedi...
Denizi seven, Spiros'a yengeç yakalamasını öğreten Takis Hacınikolau için ailesi uluslararası yargıçlar topluluğunu hemen harekete geçirmiş. Aralarında Margaret Thatcher'in de bulunduğu İngiltere Hukukçular Birliği kanalıyla Ecevit'e hemen bilgi verilmiş:
"Bir yanlışlık olmalı... Serbest bırakın yargıcı... O Kıbrıs'ta hiçbir siyasi olaya karışmadı... Yanlışlıkla alınıp götürülmüş olmalı..."
Sonuç alamamışlar... Spiros, "Denktaş'ın yanıtı babamın herhalde Kıbrıslı Türkler tarafından öldürülmüş olduğu, bu tür olayların kontrol edilemeyeceği yönündeydi. Bunu en az dört kez daha tekrarladı. Makarios'la buluşmasında da, Birleşmiş Milletler'le görüşmelerinde de bunu tekrarladı. Sonuçta Yalusa'dan diğer 9 kişiyle birlikte babam da hala kayıptır... Kıbrıs Türk tarafı bu yönde yardımcı olmaya istekli olursa eminim babama ne olduğunu bulabiliriz çünkü Kıbrıs çok küçük bir ülkedir" diyor...
Spiros'un annesi Agni, çantasından kocasının resimlerini çıkarıyor, vesikalık siyah-beyaz fotoğraflar bunlar... 30 yıldır çantasında kayıp kocasının vesikalık siyah-beyaz fotoğraflarını taşıyor...
1997'de yayımlanmış bir makaleyi uzatıyor... Yalusa'dan alınıp götürülmüş dokuz kişiyle ilgili makale Rumca olduğu için birşey anlamıyorum. Yalnızca fotoğraflara bakıyorum...
Kocasıyla birlikte dokuz kişiyi Yalusa'dan yani Yeni Erenköy'den almaya gelenler Ayios Andronikos köyünden gelmişler...
Şöförün ve yanındaki kişinin adını biliyor Agni...
Kıbrıslıtürk kayıp yakınlarının bir örgütü olup olmadığını soruyor, olmadığını söylediğimizde hayret ediyor...
Arkadaşım Magda ona izahat veriyor:
"O tarafta politize edilmedi bu konular, kayıplar tabu bir konu... Fazla tartışılmıyor... Üzeri örtülmüş..."
Aklıma Mehmet Ali Göçer'in kayıp kardeşi geliyor... Naim Hüseyin, 29 Aralık 1963'te Aretyu'daki evinden Rum polisi tarafından alınıp götürüldükten sonra ondan bir daha haber alınamamıştı... Kayıtlar araştırılsa, Naim Hüseyin'i alıp giden şöförün ve yanındaki kişinin de adları bulunacak...
"Kıbrıs küçük bir yer" demişti Spiros... "Herkes herkesi tanır..."
Bağımsız bir komisyon olsa, herkes hatırladıklarını, bildiklerini anlatsa burada... "İntikam" için değil, yalnızca "kayıp" insanların başına tam olarak neler geldiğini bulmak için... Bu topraklar, kayıp ailelerine bu bilgiyi vermeye borçlu değil mi?
Biliyorum, bugünlerde arkadaşım Keti de kendini iyi hissetmiyor... "Sınır"ların aralanması sinirini bozmuştur... Bu konuda aramızda tek bir kelime geçmemiş olsa dahi, duygularını hissediyorum. Çünkü Keti'nin kocası Banikos'un kızkardeşi ve annesi kayıp...
Ayyorgi'den alınıp götürülmüşler. Banikos göçmen olmanın ve annesi ve kızkardeşini yitirmenin acısını hiçbir zaman atlatamadı - onu tanıdığınızda her hücresine inanılmaz bir hüznün sinmiş olduğunu, bunu dağıtmanın kolay olmadığını hissedersiniz. Hiçbirşey neşelendiremez onu - Keti'ye göre Banikos hiçbir zaman Lefkoşa'da yaşamaya adapte olamadı... Yolu sokağı ayrıntılı biçimde öğrenmeyi reddetti... Bu yüzden sık sık kaybolur Lefkoşa sokaklarında, Keti'yi arar, yön sorar...
Biliyorum,"sınır"ların aralanması, Banikos'un kendini daha da kötü hissetmesine yol açtı... Bu yüzden Keti'yle bu konuyu hiç konuşmadık... Çünkü Banikos bir turist gibi dolaşmak istemiyor kendi ülkesinde, "pasaport"la geçiş yapmak istemiyor...
Banikos'un kayıp ailesini kimsecikler geri veremez ona ama en azından onların başına tam olarak ne geldiğiyle ilgili bilgiler toparlanabilir... Bu da belki Banikos ve onun gibi Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırumların yüreğini azıcık rahatlatır...(NK)