1965 doğumlu Ümit Ünal 1986 yılında senaryo yazarı olarak parladığı sinema dünyasında 2002 yılından itibaren yönetmen olarak da kendinden söz ettiriyor.
Ünal 9 Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema TV bölümü mezunu. Öğrenciyken yaptığı kısa filmlerle çeşitli ödüller almış. Ancak sinemaya profesyonel olarak girişi 1986'da mezuniyetinden bir yıl sonra Milliyet Gazetesi Senaryo Yarışması'nda kazandığı Birincilik Ödülü'yle olmuş: Teyzem. Bu senaryo Halit Refiğ tarafından filme çekildi. Daha sonra 1993'e kadar aralarında "Arkadaşım Şeytan", "Berlin in Berlin", "Piano Piano Bacaksız" ve "Hayallerim, Aşkım ve Sen" gibi filmlerin bulunduğu sekiz senaryosu filme çekildi.
2001'de ise ilk yönetmenlik denemesini "9" ile yaptı. İlk film ilk başarıydı; film 2003 yılı Yabancı Film Oscar'ı için Türkiye'nin adayı seçildi ve çeşitli festivallerde ödüller aldı. 2004 - 2011 arasında "Anlat İstanbul" (2004- 4 yönetmenli), "Ara" (2008), "Gölgesizler" (2008), "Kaptan Feza" (2008), "Ses" (2010) ve "Nar" (2011) filmlerini yönetti.
Ümit Ünal'ın 21 yaşında girdiği sinema dünyasında yaşadıklarını anlattığı kitabı "Işık Gölge Oyunları" geçtiğimiz günlerde yayımlandı.
Kitabında "İlk senaryom 1986'da çekildi. Başka yönetmenler için yazdığım sekiz senaryo, yönetmen olarak yazıp çektiğim yedi film, yayınladığım iki roman ve bir hikâyeler toplamı için 'Neden yaptın?' sorusuna verebileceğim tek kelimelik cevap şu olurdu: Mecburiyetten" diyen Ümit Ünal'la sinema üzerine konuştuk.
Gencecik yaşında Atıf Yılmaz gibi bir üstatla çalışmak nasıl bir tecrübeydi, anlatır mısın?
Atıf Yılmaz benim ilk ustamdı. İlk profesyonel işim, 1985 sonbaharında onun yanında reji asistanlığı idi. Kitapta o günleri ayrıntısıyla anlattım. Atıf Abi'den çok şey öğrendim. Onun çok hazırlıklı bir şekilde sete gelişi, inanılmaz ölçülü ve ekonomik çalışma tarzı, setteki herkese hem saygılı hem de mesafeli tavrı, herkesin fikrine değer verişi, bana sonraki yıllarda örnek oldu diyebilirim. Hayallerim, Aşkım ve Sen'i çok sevdiğimiz Türkan Şoray'ı hayal ederek yazmıştım. Sinemaya yanında 4. asistan olarak başladığım Atıf Abi için senaryo yazıyor olmak elbette büyük bir gururdu. Atıf Abi'nin en sevdiğim filmlerinden biridir. Kendi yazdıklarım içinde de en iyi senaryolardan biri olduğunu düşünürüm. Askerliğime denk geldiği için o filmin setinde bulunamadım buna hep hayıflanırım.
Senaryosunu Sinan Çetin'le yazdığın Berlin in Berlin'i, daha çok Hülya Avşar'ın mastürbasyon sahnesiyle konuşulmuş olsa da kendime daima çok yakın bulduğum Almanya'daki Türkiyeli azınlık hakkında başarılı bir yapım olarak hatırlıyorum. Çoğunluğun gücüne sırtını vererek dini, mezhebi, cinselliği farklı olanlara saldırmaya meyilli güruhlara yönelik popülist bir film yapmayı düşünmez misin?
Ben hiçbir zaman kafamda mevcut bir takım fikirleri işlemek ve seyirciye ulaştırmak üzere film yapmadım. Ya da yapamadım diyelim. Benim filmlerim, genellikle alakasız bir imge, bir bakış, bir küçük diyalog parçası ile başlıyor. Sonra beni içten içe rahatsız eden, dürten bu küçük malzeme çevresinde bir hikaye örmeye başlıyorum. Bu hikaye geliştikçe, kendime "ben burada ne anlatıyorum?" diye soruyorum. O zaman bir "ana fikir" beliriyor. Sonra hikayenin tüm unsurlarını o ana fikre göre ölçüp biçip değiştiriyorum. Ama başka bir çok sanatçı gibi, daha işin başında "ben şunu anlatmak istiyorum" gibi kesin bir ön fikrim hiçbir zaman olmuyor. Elbette yapımcıların önerdiği işler bunun dışında, kendi geliştirdiğim, 9, ARA ya da NAR gibi kendi kontrolümde yapabildiğim filmlerden bahsediyorum.
Apolitik olmaları için sistem tarafından beyinleri devamlı yıkanan ve taraflı bilgilerle yönlendirilen halkın sadece ticari filmlere tahammül etmesi acıklı olsa da, sinemacıların egolarını bir tarafa bırakarak kale alması gereken bir olgu haline gelmedi mi sence?
Sadece sinema değil sanatın her dalında, "sanatsal/ticari" ayrımı büyük bir sorun. Sanatçı, doğası gereği, aykırı sözler söyleyen, insanlara kulak tıkadıkları görmezden geldikleri şeyleri gösteren birisi. Bu yüzden yaşadığı toplumla, toplumu yöneten güçlerle çatışması ve bir süre kenarda bırakılması neredeyse kaçınılmaz bir şey. Tabii ki yeteneğine ve içinden gelen sese sadık, gerçek sanatçılardan bahsediyorum. Sinema büyük paralarla dönen bir eğlence endüstrisi. Bu endüstrinin içinde sanata yakın bir şeyler yapabilmek çok zor. En soru ise hem sanatsal değeri olan, hem de geniş kitlelerin ilgisini çekebilecek filmler yapabilmek. Yani hem sahici, hem aykırı, hem sarsıcı hem de populer olabilmek. Bunu yapabilen çok çok az sinemacı var dünyada.
Yönetmenliğini şahsen yaptığın ilk uzun metrajlı filminiz" 9" ise çocukluğumdan beri içimde taşıdığım mahalle ve linç korkusunu dile getirince resmen coştum. İnsanoğlunun doğasındaki öfke ve kompleksleri, halkları uyutmak ve çaktırmadan yönetmek için sömüren politikacılara bir sözün var mı?
Sözümü filmlerimde söyledim sanırım.
Hasan Ali Toptaş'ın eserinden başarıyla uyarladığınız "Gölgesizler" de benzer konulara bir şekilde değiniyordu. Yazarın başka bir eserini de sinemada görme şansımız olacak mı?
Hasan Ali Toptaş mükemmel bir yazar, onun kitaplarından heyecan duyup uyarlama yapmayı isteyecek bir çok yönetmen çıkacaktır. Ama ben bir süre kendi hikayelerim dışında hikayelere el sürmemeye karar verdim. Çekmecelerim hikaye dolu, kafamda da sırada bekleyenler var. Başkalarının hikayesini anlatmak ne beni ne de o hikayelerin sadık okurlarını tatmin ediyor. Bundan sonra eğer çok özel durumlar olmazsa kendi özgün senaryolarımı çekmek istiyorum sadece.
"Anlat İstanbul", "Ara", "Ses" ve "Nar"da dikkatli gözünden kaçmayan İstanbul manzaraları seyrettik, İmparatorluklar başkentiyle bir Ege'li olarak ilişkinde ilk yıllardan bugüne değişen neler oldu?
Kafamda İstanbul resimleriyle, efsaneleriyle büyüyerek, ilk kez 18 yaşımda geldim buraya ve sarsıldım. Sarsılmamaya imkan yok zaten. İstanbul sadece Türkiye'de büyüyen birinin değil, dünyanın herhangi bir yerinden gelen bir "taşralı" için çok sarsıcı, aşık olunası bir şehir. Benim sarsıntılı aşkım 10-15 yıl sürdü. Sonra bir tür yorgunluk geldi, kalabalığından gürültüsünden, herşeyin ateş pahası olmasından bıktım. üç yıl kadar İngiltere'ye kaçma denemem oldu. Sonra tırıs tırıs yine İstanbul'un kollarına döndüm. Bugünlerde kaçacak bir yer yok, son mekan burası hissine kapılıyorum. Böyle bir sevgi nefret ilişkim var İstanbul'la. Tabii sevgi tarafı ağır basıyor.
Kendimize yakın hissettiğim İran ve Romanya sinemasının birer ekol haline geldiğini söyleyebiliriz. Senin bir senarist-yönetmen olarak gelişiminde etkilendiğin, ayrıca şu anda beğendiğin sinemacılar kimlerdir? Türkiye sinemasının kişilik arayışının vardığı noktayı tatmin edici buluyor musun?
Dünyada son on yılda beni en çok etkileyen yönetmen Alphonse Cuaron. İran sinemasında bence Asghar Farhadi'nin çıkışı olağanüstü. Diğer İranlı yönetmenlerle büyük bir bağ kurduğumu söyleyemeyeceğim ama "Ayrılık" ve "Elly Hakkında" filmleri beni çok etkiledi, kendi yaptığım ve yapmak istediklerime de çok yakın buldum. İran sinemasının hikayeye, dramaya, diyaloga ağırlık veren bu dönüşü ve bu dönüşün dünyada yankı bulması da beni ayrıca çok memnun etti. Türkiye'de ticari sinemanın hali malum. "Sanat" sinemasında da bana oldukça sıkıcı gelen bir tür minimalist anlatımın tek geçer akçe olduğu bir dönem yaşıyoruz. Bu anlatımın iyi ve kendine özgü bir iki yönetmeninin peşine takılan çok fazla tekrarcı, taklitçi var. Özgün denemeler az görünüyor, ya da var olan özgün sesler bu tür filmlerin tek şansı olan uluslararası festivallerde gözardı ediliyor.
Şu sıralar üzerinde çalıştığın bir proje var mı?
Her zaman üstünde çalıştığım ve yarım yarım ilerleyen 2-3 proje olur. Şu anda da "tezgahta" birkaç iş var. Hangisi öne geçer, hangisi yakın zamanda filme dönüşür şu an bilemiyorum. (MT/HK)