Babam marangozdu. Babamın yanında meslek öğreniyordum. Ama benim asıl bir Hıristiyan ustam vardı. İsmi de Hanna Çilingir'di, Keldani'ydi ustam. Yalnız Diyarbekir'de değil, İstanbul ve Türkiye'de beynelmilel bir ustaydı.
Dünya yüzünde bir taneydi o adam. Dükkanı da dört ayaklı minarenin orda Küçük Kilisenin güneye bakan kapısının hemen yanındaydı.
Zaten evimiz de o civardaydı, balıkçılar başında Sonra bizim evin karşısındaki eski postane binası Alyanak çarşısıydı. Orası önceleri güzel bir evmiş. Bütün ipekli mantin işi orada satılırmış.
O eski postanenin ev iken sahibi de hoca Hosrov'un oğlu Aram'dı. En tarihi evlerden biriydi o ev.
Ermeni Hosrov'un evi de Cumhuriyet İlkokulunun arka kapısının karşısındaydı. 28 odası vardı. Çok güzel bir evdi.
Sonra epeyce el değiştirdi. O evin selamlığında biz öğrenciyken okul müdürümüz İsmail Hakkı bey otururdu. İşte o ilkokuldan sonra da sanat okulunu okudum..
"O bazalt taşı dediğimiz taştan, Diyarbakır'ın ev yaptıracak şahsiyetleri Çıkıntaş'a giderlerdi. Orada Ermeni taş ustalarının hazırladıkları eyvanlar, odalar, melisler, havuzlar vardı. Beğenip, şu takımı getir bizim eve işle derlerdi.
Yeni yapılmış, işlenmiş taşlar numaralanır, getirilir, sur içindeki eve konumuna göre yerleştirilir. Kışın ustalar boş kalmamak için taşı işler, hazır ev haline getirirlerdi.
Üç eyvanlı, iki eyvanlı odalar hazırdı. Arsanıza göre ev isterdiniz. Hazır olan taşlar da numaralanır ve getirilip evinize yerleştirilir, işlenirdi. Taşlar yan tarafından bağlanarak getirilirdi. Ona da bağdadi denirdi.
Eski evlerde bağdadileri ve toprak damları sıvamak için de püşrük yapılırdı! Kabarmış bölümleri usta elindeki malasıyla temizlerdi. Ondan sonra bu püşrüğü yoğururdu. Daha sonra elindeki tahta malayla bu püşrüğü ilgili yere kuvvetle vururdu. Buna da hamlama denirdi.
Sonra da sıvasını çekerdi. O püşrüğün içinde buğday, arpa ve saman tohumları da olurdu.
İşte bahar geldiğinde Diyarbekir'in eski şehir evlerinin damlarında papatyalar açardı. Mis gibi kokarlardı. O çiçekleri damlardan toplardık. Baybunaç dediğimiz öksürüğe karşı ilaç yapardık."
Efendim Diyarbekir bir kültür şehriydi, diye hep konuşuyoruz ya ! Mesela bir Salnamede okumuştum.
Diyarbekir'de Dağ kapıdan Mardin Kapıya kadar olan caddenin şark tarafında yani güneşin doğuş tarafında olan caddenin belediye reisi Hıristiyan. Diğer tarafın belediye reisi de Müslüman'mış.
Meclis üyeleri de tam tersiymiş. Ben bunu çıkarıp ilgili yerlere gönderdim. O salname de 1296 (1880) tarihliydi.
Dört ayaklı minare, yani Şeyh Matar camiinden aşağıya genellikle Hıristiyan'dı. Şeyh Matar Caminin hemen solundaki Çırık Fırınına giden sokağa sapın orada ilk ev Metropolitin eviydi. Tam karşısında da Keldani Kilisesi vardı. Halen de var. O çevirme tamamen kiliseydi. İsmi de Küçük Kiliseydi. İsmi küçüktü ama Diyarbekir'deki en büyük kiliseydi.
Süryaniler de Lale Bey Mahallesinde Meryem Ana Kilisesi civarında otururlardı
Deve hamamının önünden gün doğumuna doğru indiğinizde orada bir yıkık kilise var. Derler ki; Şeyh Sait efendi orada muhakeme edildi.
Yine oradan devam ederseniz dört yol çatımında sapmadan doğru devam edin solda bir kilise daha vardı. Hoca Hosrep'in kilisesiydi. O kilisenin arka sokağında yine bir kilise vardı.
İşte biz mektebi o sokakta okuduk.
Merheli derler oraya. Oysa adı Mor Hanna Bahçasi'dır. Okulun kapısı da o bahçeye açılırdı. Eyvanlı, iki kemerli bir binaydı. Adı da Cumhuriyet İlkokulu.
İşte biz o okulda okuduk.
"Ben Ermenice de bilirim. Ustam Hanna Çilingir'den öğrenmiştim. İstanbul'da Perşembe Pazarı, Galata Hırdavatçılar Çarşısı var. Oraya gitmiştim. Orada Diyarbekirli Antarnik vardı. Oğlu Berç, freze bıçakları satardı.
Onlara gidiyordum. Arkamdan bir sesle "Fuat Usta" diyerek beni çağırdıklarını fark ettim. Gittim baktım ki, Diyarbakırlı İzzet Gürüz oturuyor. Diyarbakır'dan un fabrikası sahibi İzzet Ağabey. Bana dönüp gösterdi ve dükkan sahibine dedi ki; "Ara Bey, sana dediğim ustamız bu!"
Benim bir başka mesleğim de un değirmenciliğiydi. Masanın başında baktım ki bir adam oturmuş. Hayatımda o kadar büyük kafalı bir adam görmemiştim. İnsan azmanı bir şeydi.
Bana o adam dönüp dedi ki; "Sen Hanna Ustanın çırağı mıydın?"
"Evet" dedim.
"Bir şeyler aldın mı ondan?" dedi.
Dedim ki, "Ustadan almak kabiliyet meselesidir. Bazen boynuz çıkar, kulağı geçer. Bazen boynuz ufalır, yerinde kalır."
Arkadaşım Mehmet Cemil'in kızının düğününe gitmiştik. Ağır Ceza Reisi olan Lami Bey bizi misafir etti. Gece 12'den sonra evine gittik. Hemen masalar kuruldu. Hakim Ahmet Akan'a Lami bey dedi ki, "sana öyle bir bant dinleteceğim ki hiçbir yerde dünyada duymamışsın."
O gece Kazancı Bedihi bizlere dinletti.
Dedim ki "reis bey kapat o bantı, bu böyle okunmaz, bu okunan parça Diyarbekirli Nigahi babanındır.Onun bir şiiridir."
"Pâk edip beni cehdeyle adem ol,
Her cefa bir cilvedir, ani haktan bil, mahrem ol
Sabriyle hak verdi bu hayatı sihhati,
Her belaya sabır kıl, esrarı hakka hürrem ol,
Rahi sıhhat bulmak istersen ey birader aç gözün
Ademi bul, adem ara, adem ile adem ol
Baki haktır çok Süleymanlar geçirmiş dehri dul
Keyfiye dünyaya aldanma gel ibni ethem ol
Aldanıp dünyaya verme havaya ömrünü
Düşmanın dost eyle gel dostunla hemdem ol
Ey Nigahi söylediğim nutkum hep nasihattir sana
Kıssadan hisse odur hırkanı başına çek."
"İşte şimdi bandı açabilirsin" dedim. Hakim Ahmet bey döndü, yüzüme baktı ve "dede senden korkulur" dedi. İşte Nigahi Baba Diyarbekirlidir ve büyük bir zattır.
Meyhaneye çok gitmezdim. Ama 13 yaşından beri bu güne kadar hiç ara vermeden, Ramazanlar hariç hep içtim. Her gece iki duble rakı içerim. Bir yetmişliğin benim defterimde üç gecelik ömrü vardır.
Bizim zamanımızda ne rakı çeşitleri vardı !
Ermenilerin boğma rakısı, Mêzeki Rakısı, Menekşe Rakısı, Gül Rakısı vardı.
Sanatçı Coşkun Sabah'ın babası Eczacı Tekin vardı. Evlendiğim gece bana binlik bir boğma rakı getirdi, Tekin Sabah. O gece sabaha kadar o binliği devirdim.
"Efendim biz hayatı dolu olarak yaşadık."
Bir bir gidiyorlar.
Yukarıdakiler kendisiyle 2002 yılında "Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım"* kitabım için yaptığım uzun görüşmenin seçilmiş parçalarıdır. Maalesef Diyarbekirli Fuat İplikçi, geçtiğimiz hafta sonu vefat etti. Toprağı bol, ruhu şad olsun.
İşte sözlü tarihin böyle hüzünbaz acıları de vardır.
Görüşür, dertleşir, onlar yılık yaşanmışlıkları birkaç saate sığdırıverirsiniz. Yaptığınız görüşme kitap olarak yayınlanır. Neredeyse şehriyle yaşıt halk bilgesinin gözlerinin içi güler. Sonra bir duyarsınız ki onca yaşanmışlığı bırakıp gitmiştir.
Geriye kalan o yaşanmışlıklardan arta kalan damıtılmış saf sözlerdir. Güle güle Fuat ağabey, güle güle Fuat Usta. Yolun açık olsun...(AD)
*Şeyhmus Diken. Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım. İletişim Yayınları. 2003. İstanbul