“Mağdur neredeyse oraya gidiyoruz” diyor İsmail Saymaz. Türkiye’de hak haberciliğini hakkıyla yapan birkaç isimden biri. Yıllardır yaptığı haberlerle mağdurun peşinde, devletin karşısında duruyor. Yeri geliyor hedef gösteriliyor, yeri geliyor hakkında açılan davalarla boğuşuyor ama yılmıyor. Haber yapmaya, davaları takip etmeye, kitap yazmaya devam ediyor.
Yazdığı kitaplardan sonuncusu da “Sözde Terörist”. Bu kitapta İsmail Saymaz, sıradan insanların polis ve yargı eliyle nasıl teröriste dönüştüğünü 30 ayrı dava dosyasını ele alarak anlatıyor. Oğlunu anan Ayşe Karakaya, parasız eğitim pankartı açan Berna ve Ferhat, avukat Uğur Yeşiltepe, işlemediği cinayetten yargılanan yazar Doğan Akhanlı, askeri casusluk örgütünün lideri olarak gösterilen genç bir kadın, İbrahim Tatlıses’in peşindeki Abdullah Uçmak, Adana İHD Şube Başkanı Ethem Açıkalın ve nicelerinin hikayesi yer alıyor bu kitapta.
İsmail Saymaz onların hikayelerine ışık tutuyor ve “Türkiye’de kurumsallaşan hukuksuzluk ikliminde sıradan vatandaşların başına ne geldi onları anlatmak istedim” diyor. Biz de onun anlattıklarına kulak kabartıyoruz. İsmail Saymaz ile sözde teröristleri konuşuyoruz. O da sıkılmadan detaylıca anlatıyor. Tam da bu noktada akla Andy Warhol’un meşhur sözü düşüyor. Warhol’a atıfla “Bir gün herkes 15 dakikalığına da olsa terörist olabilecek” diyoruz ve kararı size bırakıyoruz.
Gazeteciliğe Rize’de başladığını biliyoruz. Gazetecilik senin için bir tesadüf müydü yoksa bilinçli bir tercih mi?
Basılı yayınlarda yazmaya 94-95 yılında başlamıştım. 17-18 yaşına kadar Rize’deki pek çok yayında, yazı, şiir yayınlamıştım. Bazıları şu an hayatta, bazıları da değil. Yani Rize’de bir yayın çıkarsa ben kapısına giderdim. Hatta DYP’nin dergisinde bile çalışmışlığım vardır. Rize’de o zamanlar Saadet Partililerin bir radyosu vardı. Radyo 2000’di. Burada edebiyat programı yapıyordum. Yazı yazmayı seviyorum ve sözelci olduğum için tercihlerim de kısıtlıydı zaten. Gazetecilik de onlardan biriydi. Ama özel olarak iletişim okuyayım demedim.
Üniversiteye Konya’da Selçuklu Üniversitesi’nde başladım. Üniversitenin bir televizyon kanalı vardı. Orada bir sene kadrolu kameraman muhabir olarak çalıştım. Sonra yatay geçiş ile İstanbul’a geldim. Burada da Kuyumcular Odası’nın dergisinde çalıştım. Sonra yerel Eminönü gazetesinde çalıştım. Ekonomik Durum adlı bir yayında bir ay çalıştım. Paraya ihtiyacım vardı. Kuyumcular Odası’nın dergisinde maaşlı haftada iki gün izinli, ikramiyeli bir işti. Radikal’den bile koşulları daha iyiydi. (gülüyor) Hiçbir zaman iki gün iznim olmadı. Bunlardan sonra da Radikal’e geçtim.
11 yıldır Radikal’desin. Uzun yıllar aynı kurumda çalışmanın avantajı ve dezavantajları nelerdir?
Dezavantajlarından başlayayım. Bir kere maaşın artmıyor. Resmi zamma tabi olduğun için yüzde 5 artıyor her yıl. İkinci dezavantajı, piyasadaki farklı ilişkileri bilmiyorsun. Sudaki balık gibisin daha geniş bir yere açılamıyorsun. Televizyonu bilmiyorsun. Hürriyet, Milliyet gibi daha geniş ölçekli iş ilişkilerine yabancılaşıyorsun. Bir rahatlık çöküyor. O rahatlığın vermiş olduğu şeyle yaratıcılığın zamanla daralıyor.
Ama olumlu yanları da var. O gazetede yeni başlayanların tabi olduğu sınanmadan çoktan geçmiş oluyorsun. İkincisi, imzamın atılıyor olması. İsminin önüne hangi gazetede çalıştığın ekleniyor ve onla anlıyorsun. Belli bir çizgin ve duygun oluşuyor zamanla.
Geçtiğimiz günlerde Ahmet Şık seninle ilgili bir yazı yazdı ve hak haberciliğine vurgu yaptı. Senin için hak haberciliği nedir ve hassas noktaları neler?
Bizim çalıştığımız alan, hayatın her alanındaki hak ve mağduriyetlere odaklanıyor. Çalışma hayatı, insan hakları, demokrasi problemleri, Kürt sorunu, azınlık hakları gibi konularda mağdura pozitif bir pozisyon biçerek, mağduriyete odaklanarak sürdürülen habercilik biçimi hak haberciliği. Bu sektörde buna açılmış bir alan yok. Bizler o alanı yarattık. Benden öncekiler bu alanı inşa etti, ben bunu sürdürdüm. Benden öncekilerden kastım olarak, Celal Başlangıç, Hasan Soysal, Kürşat İstanbullu, Erbil Tuşalp ve Nadire Mater’i sayabilirim. Bunlar 80’li yılların hemen ertesinde hak haberciliğinin ilk tohumlarını atan isimler.
Hak haberciliği
O zamanlar böyle bir tanım da yok.
Evet yok. O zamanlar toplumsal olaylar olarak adlandırılıyordu. Ben başladığımda Ahmet Şık toplumsal olaylar muhabiriydi. Toplumsal olaylardan anladığımız eylem ve gösteri takibi. 90’lı yıllarda da bunun sürdürücüleri Ahmet Şık, Alper Turgut, Metin Göktepe oldu. O kuşaktan Ahmet Şık 2000’lere sarktı. Ben başladığımda Ahmet Şıkla 2-3 sene çalıştım. Benden önce başlamakla beraber benimle bu işi Kemal Göktaş ve Gökçer Tahincioğlu. Onlar yüksek yargı muhabiri Ankara’da olmaları itibariyle. Bizim yargı muhabirleri ile kesişen ve ayrılan taraflarımız var. Biz sadece adliye odaklı habercilik yapmıyoruz. Mağdur neredeyse oraya gidiyoruz. Ama haber kaynaklarımızın bir ucu avukatlar, hakimler, savcılar ve emniyet. Aynı şekilde de bir ucu insan hakları dernekleri, sendikalar, STK’lar vb…
Hak haberciliği Türkiye’de kurumsallaşmış değil. Bazen adliye muhabirleri bu işi yapıyor. İstanbul’da bunun biraz olsun kurumsallaşmasında adı geçen muhabirlerden biri benim. Bir başka gazetede hak haberciliğini kim yapıyor diye sorsan cevap bulamazsın çünkü öyle bir şey yok. Gazetecilerin bu şekilde tahsis edeceği bir muhabir de yok. Öyle bir bütçe de yok aslında. Dolayısıyla bu, muhabirlerin kendi inisiyatifleri ile oluşturduğu bir alan.
Bu, gazeteler için bütçe meselesi mi yoksa böyle bir talep mi yok?
Bunun çeşitli sebepleri var aslında. Birincisi bütçe ikincisi, siyasi cüret. Muhabir bu haberlerle uğraşırsa muhakkak ki başı polisle derde girecek. Etiketlenecek. Haberini yaptığı mağdurlarla aynı siyasal çerçevede görünecek. En önemlisi de gazete bunun arkasında durabilecek mi?
Aslında hak haberciliğine takip haberciliği yaptığını da eklemek gerekiyor. En son Ali İsmail Korkmaz’a ait kayıp görüntülere dair haber yaptın. Haber sürecinde neler yaşıyorsun, haber mi sana gelir, sen mi haberi bulursun?
Muhabirin yetenekleri, o alanda geçirdiği zaman ve kurduğu ilişkilerle ilgili bir şey. Ama genelde şöyle olur. Bir muhabir mesleğinin bir evresinde habere ulaşmaya çalışır. O alanda kendini kanıtladıktan sonra haber onu bulmaya başlar. Muhabir gene meslek hayatının geri kalanında habere ulaşmak için uğraşır ama onun habere ulaşmak için harcadığı emekten çok ona ulaşılmak için harcana emek başlar.
Örneğin ben bir işkence vakasını takip ediyorum. Olayın yaşandığı andan o dava bitene kadarki an arasındaki 10 yıllık bir periyodu gözetirim. Ben bir haberi yapıyorsam onu 10 yıl daha yapacağım anlamına gelir. Dolayısıyla benim için bugünden yarına bir şey değişmez.
Mesela Festus Okey davasını ilkin 2008 Ağustos’unda yapmışım ve hala yapıyorum. Bunun üzerinden 5 yıl geçmiş, bununla ilgili onlarca haber yaptım hatta kitap yazdım. Ama daha da yapacağım. Ben habere bu perspektifle bakıyorum. Zaman zaman gazetedekiler de sıkılır, hep mi Festus diye. Ama kimse demez ki, yıllardır başbakan hala aynı şeyi söylüyor. Bu haber de böyledir. Festus Okey ile ilgili herhangi küçük de olsa yeni bir gelişme haberin başka bir evresidir.
Telefon dinlemeleri
Ali İsmail Korkmaz’ın görüntülerinin ortaya çıkış sürecine gelirsek…
Ali İsmail meselesinde bizim eksikliğimiz var bir kere. Ali İsmail öldükten sonra uyandık meseleye. Çünkü Gezi Parkı günleriydi. 2 Haziran’da olay olmuştu. 20 Haziran’a kadar İstanbul’daydık be başımızı kaldırıp diğer vakalara bakamadık. Öyle bir eksikliğimiz var. Ancak ölünce dank etti kafamız ve gözümü Eskişehir’e çevirdik.
O dönem oradaki kaynaklara ulaştım. Önce dosyada farklı olan ne var diye sordum, onu yazdım. Sonra konuyla ilgili hemen hemen oradaki tüm çevrelere ulaştım. Süreç o kadar hızlı gelişti ki, dövülme görüntülerini buldum. Daha sonra otel sahibi ile röportaj yaptım. Valinin “birbirlerini dövdüler” yönünde açıklamaları vardı. Onunla röportaj yaptım. O da “ben bununla Eskişehir’i değil İstanbul’u kastettim” yönünde garip bir demeç verdi. Dövülen diğer çocuğu buldum onunla konuştum. Gözaltına alınan kişinin dosyasını alıp takip ettim. Ali İsmail’in ifadelerine ulaştım. 40 gün içinde süreç büyüdü. En sonunda İsmail’in dövüldüğü görüntülere ulaştım. Bundan sonra ne olacak ona bakacağız, yargılama süreçleri var. Karar olacak. Bunların hepsine bakacağız. Bunlar daha bizi 10-15 yıl bekliyor.
İnsan hakları açısından karnesi kötü olan bir ülkede hak haberciliği yapıyorsun. Zorlandığın anlar oluyor mu?
Onu zaman içinde aştım. Bazı röportajlarda, haberlerde etkileniyorsun. Bu kadar insanlık dışı şeyler olmaz diyorsun. Ama o an çabucak olup bitecek. Bir muhabir her ne kadar bir kişinin mağdur olduğuna inansa da mağduriyetine de mesafe koymalı ki, somut gerçek ve doğru bilgiye ulaşsın. Yoksa zaman zaman mağduriyetini suiistimal edenlerle yüz yüze kalabilir ve manipüle edilebilir. Mesleki doygunluğun o anın üstesinden gelecek yoksa muhabir her vakada ağlamaya başlar. Bunun üstesinden gelmeli ki, gerçeğe ulaşsın.
Başına böyle bir şey geldi mi?
Evet, geldi. Tecavüze uğradığını iddia eden bir kadınla röportaj yapmıştım. Dört polisin tecavüz ettiğini iddia etmişti. Çok etkileyiciydi. Korkuyordu, ağlıyordu, erkek olduğum için benle aynı odada bulunmak istemiyordu. Fakat ben onun tecavüze uğradığına hala inanmıyorum. İnanmadığım için haberini yapmadım. İnanmadım çünkü daha önce de tecavüz mağdurları ile görüştüm. Sadece böyle demesi yetmez benim için. Bir feminist tavır alabilir ama bir gazeteci alamaz. Başka verilerin de olması gerekir.
Buna benzer vakalarla çok sık karşılaşırız. Bu nedenle soğukkanlılığımızı korumak zorundayız. Bir de bizim yaptığımız haberlerde taraf her zaman devlettir. Devlet de her an mağdurla beraber gazeteciyi de suçlamaya hazırlandığı için devletin onu yalanlanmasına mahal vermeyecek şekilde haber hazırlanmalı. İkincisi de devlet her zaman muhabirin açığını arar. Bu alanla uğraşan kişi, bir kere telefonlarının dinlendiğini bilecek. İlişkilerinin gözetildiğinin, ayıklandığının ve takip edildiğinin fakında olacak. Ben ona göre yaşıyorum.
Haber yaparken otosansür uygular mısın ya da gazeten sansür uygular mı?
Yok. Zaten yıllardır yaptığım haberler kanıksandı. Farklı tarzda bir haber yaparsam garipsenir. Ama şu oluyor tabi ki, genel bir baskı iklimi ve bu iklimin muhabirin elini tuttuğu yerler var. “Bu cümleyi şu an söyleme” gibi benim de içinde bulunduğum şekilde muhabirin kendini tuttuğu yerler var. Bir iki sene öncesine kadar hakim ve savcıların, belli polis şeflerinin isimlerini açıkça yazamıyorduk. Bunu sebep gösterip dava açmasınlar ya da herhangi bir terör örgütü soruşturmasına adımızın yazmasınlar diye.
Mesela şöyle bir dava açtırmayalım. TMK’nın kamu görevlisini terör örgütlerine hedef göstermek gibi bir maddesi vardır. Ben ondan yargılandım. Yani belli avcıların isimlerini yazınca dava açılmasına mahal vermemek gibi. Burada da (kitabı kast ediyor) yaptım onu. Aslında o kararı veren savcı arkasında durmalı ama biz yazınca dava açıyorlar.
Anayasa askıya alınmış durumda
Aynı anda pek çok davayı izliyor, haberini yapıyor ve kitap yazıyorsun. Bu kadar işi bir arada yürütmeyi nasıl başarıyorsun?
Şu gözden kaçıyor. Bu kitaptaki haberlerin hepsini daha önce yapmışım. Polis şiddet ile ilgili Sıfır Tolerans adlı kitabım ya da ondan önceki Oğlum Öldürüldü Arz Ederim kitabındaki yer alanların da haberini ben yaptım. Kitap olarak hazırladığım konuların, dosyaların tamamı geçmiş dönemde, bugün ve yarın yapmış olduğum, yaptığım ve yapacağım haberler. Dolayısıyla tüm dosyaları zaten biliyorum. Bir şeye baştan çalışmıyorum hali hazırda çalıştığım ya da çalışmakta olduğum dosyaları daha geni çerçevede yeniden okuyorum.
Son kitabın Sözde Terörist’e gelmek istiyorum. Kitabına ismini veren sözde terörist kimdir?
İzmir KCK davasında savcı o kadar çok sözde kelimesini kullanmış ki, aklıma kazındı. Mesela sözde Kürt dili alfabesi ifadesi vardır. Kürt dili alfabesidir ya da değildir. Ya da sözde terör örgütü lideri gibi. Terör örgütü lideri demiş zaten ama onu bile yakıştıramamış “sözde”yi eklemiş. O bile olamazsın gibi bir yaklaşım. Çok gülmüştüm buna. O zaman yer almıştı aklımda. Daha sonra bazı dosyalarda ki kitapta da yer verdim.
Pek çok dosyada bu kelimeye rastlamak mümkün. Başbakan’ın Dersim ile ilgili açıklama yaptığı dönemde dava dosyalarında “sözde Dersim olayları” diye yer alabiliyor. Ya da savcı, kaymakam, vali beraber Nevruz ateşinin üstünden atlıyor ama BDP’liler atlayınca “sözde Nevruz ateşi” oluyor. Terörist olmak için Yargıtay içtihadında ve iç prosedürde belli şartlar var. Terör örgütü ile yargılanman için bir örgüt olması lazım öncelikle. Silahlı eylemleri ile devletin onu ilan etmiş olmasından bağımsız olarak kendini ilan etmiş bir örgüt olmalı. Örgüt üyesi olman için de somut ilişkiye geçmiş olman gerekiyor. Bir hiyerarşiye tabi olunmalı aynı zamanda. Örgütün yayanı da olabilir.
Hopa olaylarından örnek vereyim. Devrimci Hareket adlı bir site var. Bu site Hopa’da Metin Lokumcu’ya sahip çıkılmalı demiş. İstanbul’da x bir yerden yayın yapan bu site böyle yazmış diye Hopa’da Metin Lokumcu’nun akrabaları, çocukları ve onu sevenler tabutu karşıladıklarında Devrimci Hareket’in yaptığı çağrıyla cenazeye sahip çıkmış oluyor. Kavrayış böyle. Sırada yurttaşların hepsi, orada bulunanların, oturanların, oradan geçenlerin, slogan atanların hepsi terörist ilan edilebiliyor. Sözde terörist işte tam da bunu ifade ediyor. Kişinin bilinçli bir eylemle, iradi bir davranışla bir örgütün felsefesini benimsemesi ve onun eylemlerine katılması değil, Terörle Mücadele Şubesi’nde bir grup cingöz polisin o kişiyi x örgütün elemanı ilan etmesi ile kuruluyor bu ilişki. Sen karakola düştüğünde öğrenebilirsin ancak hangi örgüte üye olduğunu. Devrimci Karargah’takiler öyle öğrendi.
Mesela biri hangi yayınları takip ettiği sorusuna Esquire cevabını veriyor. Bilmiyor yani adam. Devrimci Karargah’tan göz altına alınan başka biri mahkemede şöyle bir savunma yaptı: “Ben işten sonra fitness salonuna gidiyorum, hangi ara terörist olacağım.” Yani şu an anayasa askıya alınmış durumda. Terörist kavramının dünyada 170-180 tanımı var. Dünyada üzerinde ittifak yapılmış bir konu değil. Ama ağırlıklı olarak kullanılan bir kavram var o da şu: Sivil bir grubun eline silah alıp, silahı da politik bir enstrüman olarak kullanıp iktidarı alaşağı etmesi ya da ondan siyasi bir paye elde etmeye çalışması. Türkiye’de durum şu: Özel yetkili mahkemeler toplumu bastırmaya yönelik bir enstrüman olarak kullanıyor terör davalarını. İnsanlara iki tür seçenek bırakılıyor. Ya susacaksın ve tabi olacaksın bu muhafazakar oligarşiye ya da silaha yöneleceksin. Çünkü toplumda muhalefet yollarının tümü tıkanmış durumda. Şu an iktidar toplumu şiddete itiyor, şiddete çağırıyor.
Gezi olaylarında da, polis saldırılarının insanları şiddete yöneltmek için giderek arttığı düşüncesi var.
11 Eylül’den sonra yeni bir ceza hukuku uygulaması çıktı. Yeni bir terörle mücadele konsepti gördük. Eskiden askerler darbe ilan ederdi, sıkıyönetim ilan ettirirlerdi siyasal iktidara olağan hukuk askıya alınır ve olağanüstü hukuk rejim uygulamaya konurdu. Türkiye 23 yıl böyle idare edildi. Şimdi olağanüstü hal kaldırıldı. Bunun yerine olağanüstü hal rejiminin olağan rejime yedirilmesi geldi. Demokrasi bir polis operasyonuna dönüştürüldü. Mahkemeler, özel yetkili savcılar bilhassa, toplumu ıslah etmeye dönük hizmet vermeye başladı. Eskiden devlete karşı işlenen suçlar yargılanırdı, bugün ise bunun yanı sıra iktidara dönük ve onun örtük bir bileşeni olan Fethullah Gülen cemaatine yönelik suçlar da terör suçu gibi algılanmaya başlandı.
Mesela 90’lı yıllarda devlete karşı silahlı ayaklanma zaten suçtu bugün de suç, hükümeti yıpratmak diye bir suç yoktu. Yani Yıldırım Akbulut hükümetini yıpratmak diye bir suç kimsenin aklına gelmez, Yıldırım Akbulut’un bile aklına gelmez. İsmail Ağa cemaatini yıpratmak diye bir suçu kimse umursamaz, böyle suç olmaz ama bugün olur.
İlk siyasal mülteciler
Kitabın başında dünyada ve Türkiye’de terör kavramının nasıl değiştiğini anlatıyorsun. 2010 referandumu ile HSYK’nın tümden kontrol altına alındığını bunun da adalete polis savcı işbirliği olarak yansıdığını belirtiyorsun. Daha önce de böyle değil miydi? Referandum ve AKP’nin varlığı neyi değiştirdi?
Bir kere şunu anlayacağız. Polis devleti operasyonları ve özel yetkili hukuk rejimi, polis eliyle demokrasinin inşa edilmesidir. Artık 11 Eylül’den sonra yarın tasarlanan Suriye operasyonu dahil, bütün bunların hepsi bir polisiye operasyonlardır. İkinci Cumhuriyet denilen şu yaşadığımız süreç, polis eliyle yeni bir demokrasi inşa edilme sürecidir. Bunu kapatarak devam edeyim.
Birinci Cumhuriyet diyebileceğimiz dönemde yargı kendisini sınıflar üstü görüyordu. Bu yargı aygıtı merkezi tutmuştu, belli yerlerdeki belli savcılıklara da hakimdi ama taşraya değil. O eski yargı her ne kadar otoriteyi tutsa da içinden ona karşı ve farklı düşünen insanlar çıkarabiliyordu. Bugün AKP hükümetini destekleyen hakim ve savcıların çoğu o dönem getirildi. Mesela Zekeriya Öz. Yeni dönemde tüm dünyada olduğu üzere yargıdaki değişiklik polis devletini inşa ederken aynı zamanda sosyal devlete saldırı niteliğine büründü.
Örneğin HES’lere ilişkin projelerin hepsi geçmeye başladı. Büyük projelere ilişkin iptal verilmesinin hepsi bozulmaya başladı. Yargı iktidara uygun bir biçimde yaygın bir piyasacılığın da muhafazakar ekonominin de önünü açmaya başladı. Bir değişken de daha önce söylediğim üzere sadece devlete karşı işlenen değil iktidara karşı işlenen suçlar da terör suçu olarak görülmeye başladı. Sadece terör mahkemelerinde değil aynı zamanda asli ceza mahkemelerinde, normal ağır cezalarda iktidar aleyhine işlenen her suç da cezalandırılıyor.
Mesela TCK’nın 216. maddesi (halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme) gibi ya da hakaret türü maddeler Başbakan Erdoğan’a, Cumhurbaşkanı Gül’e yapılan ifadelerde ya da İslam dinine yapılan görüşlerde uygulanmaya başladı. Bugün sadece ÖYM’lerde değil, bütün bir yargıya yayılacak şekilde İslam karşıtı ya da siyasal iktidarı ifade eden tüm görüşler ağır biçimde cezalandırılıyor. Bunun son örneklerinden biri de ünlü bir feminist avukatın başından geçti. Avukatlar için düzenlenen bir seminerde “İslam dini peygamberi 9 yaşında, Abdullah Gül de 14 yaşında bir kızla evlendi” dediği için ki bilirkişi bunda suç yok dediği halde savcı, avukatı kaldığı otelde gece yarısı yakalattı ve ifadesini aldı.
Üstelik bu suçtan Adalet Bakanlığı’nın izni gerektiği halde yaptı bunu. Yani mahkemeler kendisini İslam’a karşı işlenmiş suçları da bir şeyhülislam otoritesi gibi yargılamakla yükümlü görüyor. 216. Madde azınlıklara, Kürtlere ya da Aleviler’e yönelik hakaretlerde kullanılması gerekirken artık Türklere, Müslümanlığa ve Sünniliğe karşı sarf edilen sözlere yönelik bir aygıt olarak kullanılıyor.
Kitabında yer alan davalara konu olan kişilere bakınca hemen hemen hepsinin benzer söylemlerle yargılandığı görülüyor. Polis ve savcılar tarafından temel hak ve özgürlükler terör faaliyeti olarak değerlendiriliyor. Aynı yasaya atıfla beraat kararı veren savcı da var tutuklama isteyen de. Bunu nasıl okumalıyız? Yeni bir anayasa bunun üstesinden gelebilir mi?
ÖYM pratiğinin merkezi Beşiktaş adliyesidir. Burada bir değişim yaşandı. Genç, dindar ve cemaat ağırlıklı savcılar buralara yerleştirildi. Dikkat et hakim ve savcıların ortalama yaşı 40’tır. Hiçbiri ihtisas sahibi değildir. Hepsinin üçüncü ya da dördüncü görev yeridir orası, önceki görev yerleri de küçük kasaba ve ilçelerdir. Hemen İstanbul’a getirildi ve en ağır cezalara imza attırıldılar. Çünkü yargıda şöyle bir mekanizma işletildi.
Siyasi iktidarın ve cemaatin eğilimleri doğrultusunda karar vermeniz ya da vermemeniz halinde önünüz açık. Hanefi Avcı’yı tutuklatan savcı -yanlış hatırlamıyorsam Erzincan’dan getirilmişti- İstanbul’da özel yetkili savcı oldu, şimdi Yargıtay üyesi. Balyoz davasında haksız tutuklamalara imza atan savcı bugün İzmir Başsavcı vekili. Hakim Oktay Kuban, Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’nin yıllarca üyeliğini yaptı, orada PKK ile ilgili terör davalarına baktı. Görevi gereği İstanbul’a geldi. İhtisas sahibi nadir insanlardan biri. Ne oldu? Balyoz davasında tahliye vereceği gerekçesi ile hedef gösterildi. Önce onunla aynı heyette görev yapan hakim ve savcılar onunla konuşmamaya başladı. Hakkında söylentiler çıkarıldı. Şöyle: Eski HSYK adamı, Kemalist, Alevi. Ve adliyeden hakkında hiçbir soruşturma yokken sürüldü. Bu örnekler çoğaltılabilir.
Kitapta da yer alıyor özellikle yazar Akhanlı davası, yargının kişiye özel tavır geliştirdiğini düşündürüyor. Kişiye suçu fatura etmek için akla hayale gelmeyecek argümanlar kullanılıyor. Bu noktada akla şu soru düşüyor. Devlet halkına kin besler mi?
Ben hep şuna gönderme yapıyorum, Türkiye düşman ceza hukukuna. Eskiden yargı şöyle algılıyordu. Birini cezalandırıyor, cezasını tamamladıktan sonra topluma katılıyordu o kişi. Türkiye yasalarında mahkum istihdamı diye bir şey vardır. Yani topluma katılımı sağlanır hükümlülerin. Şimdi öyle çalışmıyor bu iş. Siyasal ve kamusal alan yeniden dizayn edilirken yurttaşların bir kısmı düşman ilan edildi. Ve onlar mümkünse vatandaşlıktan fiilen düşürülüyor.
1980’den sonra ilk kez siyasal mülteciler başladı. Pınar Selek, Cihan Kırmızıgül, kitapta da yer verdiğim Ethem Açıkalın en son tutuklu gazetecilerle dayanışma platformu başkanı ve çok bilinmeyen bir isim de Ayşe Yumli Yeter –öldürülen Süleyman Yeter’in eşi- KCK’dan aranan avukat ve belediye başkanı şu an Erbil’de. İki uçlu bir göç var Avrupa’ya ve Erbil’e doğru.
İşkenceciden düşünce suçlusu yaratma
KCK, Ergenekon, Devrimci Karargah ya da benzer diğer davalara baktığında iddianamelerde ne tür ortaklıklar görüyorsun?
Benim anlattığım hukuksuzlukların tümü KCK, Devrimci Karargah, Balyoz, Hopa gibi davalarda meşruiyet kazanan ve kurumsallaşan hukuksuzlukların küçük örnekleri. Ben o torba davaların birini ya da birden çoğunu işlemeyi istemedim, çok kez konuşuldu. Davalardan birini yazdığımda diğerine pozisyon alma hali gibi dışardan bir yakıştırma var. Onlardan bilerek kaçtım. Kurumsallaşan bu hukuksuzluk ikliminde sıradan vatandaşların başına ne geldi onları anlatmak istedim. Yoksa torba davalara karşı kamuoyunun bir fikri var.
Ergenekon ve diğer torba davalarda yargılanan isimler nedeniyle kamuoyunda davaların meşru olduğu kanısı hakim. Ancak sen yargılama sürecinde yaşanan hukuksuzluklara dikkat çeken ve meşruiyetini sorgulayan isimlerden birisin. Arada kaldığın, zorlandığın oluyor mu?
Bu zorluğu İlhan Cihaner vakasında yaşadım. İlhan Cihaneri’i 2009-2010’da tek başıma yazıyordum. O zaman şunu anlatmaya çalışıyordum. 1997’de İdil’de, henüz 27 yaşında genç bir savcı iken, Türkiye’nin ilk JİTEM soruşturmasını başlatmış, mezar açtırmış, Ergenekon’da da yargılanan Arif Doğan adını ilk kez bir evraka geçirmiş kişi nasıl olur da iki tarikatı araştırdıktan sonra Ergenekoncu olur sorusunu sordum. Bu soruyu sormaya başladığım andan beri Ergenekoncu, ulusalcı, şucu, bucu töhmeti ile karşı karşıyayım.
Keza daha sonra Hanefi Avcı'yı yazdığım günlerde de aynı şeyle karşılaştım. Hanefi Avcı’nın bir işkence davasından yargılanıyor olmasında hemen hemen herkes ittifak eder. Ancak Avcı’nın kitaptan ötürü ceza alıyor olması düşünce suçudur. Hanefi Avcı da bir düşünce suçlusudur, işkence ile alakası yoktur bunun demenin çok sıkıntısını çektik. Bu arada Hanefi Avcı’nın işkence konusunda en büyük özeleştiriyi yapmış kamu görevlisi olduğuna inanıyorum.
Ama şunu da söyleyeyim Ergenekon davası ile ilgili. Veli Küçük şu an Danıştay suikastından ceza aldı. Veli Küçük’ün o eylemle hiçbir bağı yok. Veli Küçük’ü o suçlama ile bırakın ceza almasını gözaltına bile alamazlar. Veli Küçük bence suçlu mu, suçlu. Ama o suçla alakası yok. Danıştay suikastını Ergenekon diye bir silahlı örgütün olduğunu göstermek için bu dava ile bağladılar. Veli Küçük’ü de örgütün lideri yapabilmek için bu dava ile ilişkilendirdiler. Yoksa adil bir yargılama düzeninde Veli Küçük bundan ceza almaz.
Bu davaların adil yargılamadan uzak oluşu gerçek suçların üzerini de örtüyor bir yandan.
Evet. Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba attırmış, Danıştay suikastına fiilen katılmış adamı gizli tanık yaparak bu iki davayı birleştirdiler ve onu serbest bıraktılar. Şu an o dışarıda. Yarın bu adam herkesi vurabilir.
Bir yüzleşmeyenin de önüne geçiliyor.
Evet yüzleşmiş olmayacağız çünkü bu adamların tamamı, iktidar aleyhine işlendiği varsayılan suçlardan ceza aldı. Hiçbiri insanlığa karşı işledikleri suçlardan ötürü ceza almadı. Şu an bu kişiler insan içinde “ben cumhuriyetin bekçisiyim, bu iktidarın karşıtıyım diye ceza aldım” diyerek göğüslerini gererek geziyorlar. Onlara bu şerefi vermek bu iktidara ait. Gerçek suçluları şeref sahibi insanlar yaparak, bu topluma kattılar. Hanefi Avcı bu ülkenin düşünce suçlusuna dönüştürüldü. İşkence ile yargılanması gereken adamı düşünce suçlusu yaptılar.
Geçen yıl PEN’in yasaklı kitaplar listesine Hanefi Avcı’nın da kitabı girdi. Bir işkenceciden düşünce suçlusu yaratma başarısı, bu iktidara ve cemaate ait. Gerçek düşünce kahramanlarını terörist, gerçek insanlık suçlularını da düşünce suçlusu haline getirdiler.
İtibarsızlaştırma operasyonları
Yıllardır terörist olarak Kürtler, komünistler ve Aleviler hedef tahtasına oturtulurken Gezi direnişi ile çember genişledi ve herkesi içine alabilir hale geldi.
Bayrak satıcısı, o gün eyleme gelip dönmek üzereyken Dolmabahçe’nin önünde bir kamyon kasasında topluca oturan Zile’nin Karacaören köylüsü, baret taşıyıcıları, elinde bayrakla gelen adam, bunların hepsi teröriste dönüştürüldü.
Bir ülkede herkesin potansiyel terörist haline gelmesi ne anlama geliyor?
Bu ülkede iktidar karşıtı her davranışın, onun koalisyon ortağı olan cemaatin otoritesine itiraz eden her bireyin, örgütlü olsun ya da olmasın eylemlerinin, davranışlarının, düşüncelerinin kriminalize edilmesi ve terörize edilmesi anlamına geliyor.
Başlatılan bir çözüm süreci var ama insanlar halen terör örgütlülüğünden, katıldığı eylemlerden ötürü ceza almaya devam ediyor. Çözüm süreci yargıya neden yansımıyor?
Şunu söylemeliyim ki, bu süreci destekliyorum. Hangi iktidar tarafından getirilirse getirilsin kanın durması için atılan her adımın arkasında durmak lazım. Önce kan duracak sonra biz siyasi hesabımızı görürüz. Bu iktidarın desteklediğim birkaç projesinden biri bu. Ama şunu söyleyeyim. Yargıdaki ve emniyetteki direnişin sebepleri başka. İki tane koalisyon ortağından, oligarşik bir durumdan söz ediyoruz. Biri emniyette ve adliyede örgütlenmiş paralel bir devlet görünümü arz eden bir cemaat yapılanması ki bunlar, dini toplumu emniyetli toplum, emniyetli toplumu dini toplum olarak gören bir zihniyete sahip.
Bir de siyasal geleneği tamamen ayrı bir partinin idare ettiği diğer bürokrasinin bir ittifakından söz ediyoruz. Bu ittifak 2010’a kadar ortak düşmanlarda beraber hareket etmişti, bunlar kalmadı birbirlerine düştüler. Mülkün yeniden paylaşımında çatıştılar. Hali hazırda ikisi de otoriter ve güvenlikçi bir anlayışta hemfikirler fakat bunun kime ne zaman uygulanacağında ayrışıyorlar. Bu ayrışmanın kendisinin bir sonucu olarak iktidar haliyle pragmatik bir zekayla Kürt meselesini baskıcı yönelimi hafifleterek işin içinden çıkmaya dönük adımlar atmaya çalışıyor.
Buna karşılık yargıdaki muhalefetin diğer kanadı sorunun böyle çözülmeyeceğini, PKK’nın ancak şehirlerden tasfiye edilerek sorunun çözülebileceğini ileri sürerek buna uygun kararlar alıyor. Çatışma buradan kaynaklanıyor. Bu yüzden Dersim davasında görüldüğü üzere Başbakan Dersim katliamını CHP’ye karşı bir koz olarak kullanıp Dersim arşivlerini nispeten açarken, öte yandan yargı “sözde Dersim katliamı” diyerek böyle bir şeyin olmadığını varsayıyor.
Şimdiye kadar pek çok gazeteci terör suçlaması ile karşı karşıya kaldı. Bir gazeteci ne zaman terörist olur?
Örneklerden yola çıkarak bakalım. Nedim Şener vakası mesela. Sen Hrant Dink cinayetini araştırmaya başlar, Hrant Dink cinayetinde ihmal sahibi olduğu iddia edilen polislere ulaşırsan ve onlar da aynı zamanda Ergenekon operasyonunu yürüten polisler olursa kendini Ergenekon’dan cezaevinde bulursun.
Ya da Ahmet Şık gibi. Emniyetteki cemaat varlığını soruşturmaya başlar, onunla ilgili kimi kaynaklarla görüşür, o kaynaklar da cemaatçi olduğu iddia edilen polislerin düşman ilan ettiği kesimden olursa kendini daha kitabı çıkaramadan içerde bulursun. Ya da KCK davasında olduğu üzere. Daha düne kadar iktidarın tüm basın yayın organlarında Kürt meselesi ile ilgili kanaat sahibi diye Öcalan’ın günlüklerini yazan gazeteciyi konuk ederken, yarın o gazeteci süreç tersine aktığında kendini haber taşıyıcısı diye içerde bulur.
Gazetecilerin iktidar baskısına maruz kaldığı, işsizlik ya da itibarsızlaştırılma ile baş başa bırakıldığı şu günlerde bildiğin yoldan ilerliyorsun. Diğer meslektaşlarının kaderini henüz yaşamamış olmanı neye bağlıyorsun?
Zaman zaman itibarsızlaştırma operasyonlarına maruz kalıyorum. Mesela polisin işkence haberlerinden ötürü başım ağrıdı. İktidara yakın sitelerde dönem dönem geçmişte Ergenekoncu olduğum, davayı sulandırdığım imalarını içeren haberler yayınlandı. Ya da son dönemlerde Doğan Grubu’ndaki derin sol gibi bir ithamla ara ara yüz yüze kalıyorum.
Ali İsmail Korkmaz haberini yaptığım günlerde devletin bir güvenlik kurumu tarafından yönlendirildiğini düşündüğüm bir site beni derin sol bağlantılı kişi diye yazdı. Sonuçta geldiğimiz aşamada, onunla aynı fikirdeki bakanlar bu konuyla ilgili özür dilemek, açıklama yapmak zorunda kaldı. Ama şu da var; çalıştığım gazetenin ve yaptığım haberlerin niteliği, yalanlanmıyor oluşu, doğrudan bir kişiyi sistematik olarak hedef almıyor oluşum gibi çeşitli sebeplerle mesleğimi sürdürebiliyorum. Tutuklanma ya da işten atılma gibi durumlarla yüz yüze kalmadım ama gelecekte kalır mıyım bilmiyorum.
En üst rütbe muhabirlik
Peki sen ne zaman, nasıl terörist olursun? Davalarda delil olarak kullanılan şeyleri düşündüğünde evinden bu kapsamda neler çıkar?
Evimden dava dosyaları çıkar. Bir dolu kitap ve çeşitli yayınlar var. Hepsini bulurlar bende. Telefon görüşmelerimden bir şeyler çıkar. Ona bakılsa bile hemen hemen her kesimden birileri ile telefonlaştığım görülür, saçma olur. Ne çıkacağı konusunda, sıradan vatandaşla aynı durumdayım. Tayin eden kişi ben değil, başkaları olduğu için isteseler ne çıkarırlar bilemiyorum ama güncel bir davada istenirse muhakkak eklenebilirim. Çünkü herhangi bir davanın tarafları ile mutlaka görüşmüşümdür.
Kitapta da yer alıyor. Bir davanın iddianamesindeki telefon kayıtlarında “İsmail isimli şahıs” olarak geçiyorsun.
En son TİKKO davasına benim görüşmelerimi eklediler. O kadar trajik ki mevzu. Avukat ceza aldı. Hadise şu. Uğur Yeşiltepe Tunceli’de yaşayan ve ağırlıklı TİKKO adıyla açılan davalara bakan bir avukat. Tunceli’de bir süredir İbrahim Kaypakkaya ile ilgili yapılan eylemlere TİKKO üyeliğinden ceza veriliyor. Yeşiltepe de bu davalara bakıyor. En son geçen yıl müvekkilleri ceza alınca Tunceli’de yürüyüş yapıldı. Yeşiltepe de polisler kitleyi kamera ile çok yakından çekince “yapmayın arkadaşlar, sizin fezlekeleriniz yüzünden insanların canı yanıyor, bir de bunu yapmayın” diyor. Bu görüşmesi örgüt eylemi sayılıyor.
Bunun yanış sıra sayılan suçlardan biri de benle yaptığı görüşme. İddiaya göre bir TİKKO militanı yakalanmış ve hastanede kötü muameleden ölmüş. Bununla ilgili sağlık raporu var mı diye aradım. İlk görüşmem Yeşiltepe ile bu. İkincisi ise fotoğraf. Tunceli’de yedi yıl önce topluca öldürülmüş TİKKO militanlarını aynı yere gömmüşler ve orada insanlar evlatlarını anıyor. Ama insan ölse bile terörist oluyor bu ülkede. Bu yargı Che Guevara’ya bile terörist dedi. Dünya kahraman diyor, o yargı terörist diyebiliyor. Neyse aileler orada anmayı yapıyor ancak polis operasyon yapıp mezar taşlarını alıyor. Ve ölenlerin annelerine babalarına dava açıyor. Yargılama sonunda yerel mahkeme mezar taşlarının iadesine, ailelerin beraatına karar verdi.
Yargıda çok önemli bir karar diye bunun haberini yapacaktım. Haberi yapmak için mezar taşının fotoğrafı lazımdı. Avukat arkadaşımı aradım, ölenlerden birinin de yeğenidir aynı zamanda. Herhalde Tunceli’de olduğu için Uğur’u aradı. Uğur’a fotoğrafını çekebilir misin diye soruyor, Uğur da sizin yüzünüzden gazetecilik yapmak zorunda kalacağım falan diyor. Bu görüşme Uğur’un aleyhine örgüt delili sayıldı ve ceza aldı. Yani adamın da bir suçu yok, biz onu aradık. Ve Uğur’un orada “ya siz beni gazeteci yaptınız” demesi örgütsel amaçlı haber yaptırma gayreti onun örgütle ilişkisini göstermektedir diye yorumlandı. Günahtır.
Özeleştiri yapar mısın, yapacak olsan neler söylersin?
Mesela Ergenekon hakiminin özel hayatının savcısı tarafından dinlendiği haberi, “Ergenekon’da Aşk Oyunu” başlığı ile verilmişti. Böyle verilmesi benim tercihim değildi. O hakimin daha sonra hayatı karardı. O haberden imzamı çekerdim. Ben de çok rahatsız oldum haberden daha sonra. Mesela 2007 yılında Denizli’de muhafazakarlaşmayı anlatan doğru bir haber yapmıştım ama o haber “Denizli Malezya Olmasın” diye verilmişti. O Başlık beni çok rahatsız etmişti. O haberden de imzamı çekerdim.
Uzun vadeli planların neler, medyanın nasıl bir yol alacağını düşünüyorsun ve sen bu medyanın neresinde olursun?
Bilemiyorum ama ben muhabir olarak kalacağım. Gazetecilikte en üst rütbenin muhabirlik olduğunu düşünen biriyim. Muhabirliğim ne kadar değerlendirilir ve ona ne kadar değer biçilir şimdi bilemiyorum. Ben bu alanda olmaktan memnunum. Başka bir alanında icra edilen gazeteciliğin muhabirlik kadar keyif verici olduğunu düşünmüyorum. (MC/YY)
Fotoğraflar: Meral Candan