*Fotoğraflar: Evren Özesen.
İlk öykü kitabına kadar onu şiir kitaplarıyla tanıyorduk. Farklı bakış açıları, kurguları ve karakterleriyle Zeynep Tuğçe Karadağ'a elbette sorularımız olacaktı.
İlk öykü kitabınız olan Alaybozan'a kadar okuyucularınız sizi Acile Tek Giden ve Beni Nereden Vuralım? adlı şiir kitaplarınızla tanıyordu. Öykü yazmaya ne zaman başladınız?
Şiirlerin sesli okunduğu bir evde büyüdüm, edebiyatla kurduğum ilk bağdır şiir. Buna rağmen yazmaya şiirle başlamadım. Ortaokuldayken novella yazmıştım, kötüydü elbette. Hatırlıyorum, göç hikâyesiydi.
O yaşımda, sömestr boyunca evden çıkmayıp yazmaya çabalamam, o heyecan, şimdi dahi beni gülümsetiyor. Şiir yazmaya lisede başladım, acil çıkış kapısıydı benim için.
Şiirde saklanamıyorsun, ister istemez sızıyorsun dizelere. Çıplaklaşıyorsun, yalınlaşıyorsun, en azından bende öyle tezahür ediyor.
Kurmaca ise, kendimden dışarı çıkmama imkân sağlayan efsunlu bir eylem. Üniversiteden beri yazdığım öyküler mevcuttu ama onlarda aradığım şey yoktu. İçime sinen öyküleri yazmaya iki yıl evvel başladım.
"Yazarın hudutlarını görmek istiyorum"
Bugüne kadar yazdığınız tüm öyküleriniz Alaybozan'da mı toplandı yoksa yazdığınız tüm öykülerin içinden belirli bir seçime dayanarak mı bu kitaptaki öykülerinizi derlediniz? Eğer öyleyse bu seçimi neye göre yaptınız?
Alaybozan, toplama bir kitap değil. Öykülerimi süzgeçten geçirirken atmosferi baz aldım, karanlığı. Asıl birliktelik, öykülerdeki karakterlerin alayı bozmaları.
Dosyaya baktığımızda ikinci tekil anlatıcı, tanrı anlatıcı, birinci tekil anlatıcı, beyaz yakalı, hırsız, emekli, hayvan, eşya v.s. görüyoruz.
Çeşitliliği bilinçle oluşturdum, tek anlatıcıdan ya da aynı karakterlerden ibaret dosyalardan haz alamıyorum, yazarın hudutlarını görmek istiyorum, engellerini. Çerçevesine hapsolmak yerine onu kırmaya cüret etmesini bekliyorum bu yüzden böyle bir yol izledim.
Öykülerinizin sizi daha önceden şair olarak tanıyan okuyucularınıza da hitap ettiğini düşünüyor musunuz?
Öyküleri yazarken şiir okuru bunları sever mi diye bir kaygım olmadı. Okuru gözeterek üretmeyi mantıklı bulmuyorum çünkü bu kontrol mekanizmasını devreye sokar, otosansür meydana gelir ve düşlediğinin uzağına düşersin.
Zihnimi meşgul eden kurguları, durumları, duyguları aktarmam, karakterleri yaşayıp onlarla vedalaşmam, ortaya çıkan toplamdan emin olmam daha önemliydi.
Öykülerinizin hemen hepsinde kimi zaman akışın bir parçası olarak kimi zaman da hikâyenin ana elemanlarından biri/birileri olarak çeşitli hayvanları gördüğümü fark ettim.
Hayvanların kişisel hayatınızdaki yerini ve öykülerinizde hayvanlarla ilgili kimi detayların otobiyografik öğeler taşıyıp taşımadığını merak ediyorum.
Öykülerin çoğunda, tek tümceyle de olsa hayvanlar yer alıyor. Kaplan, kurt, sırtlan, çöpçü balığı, vatoz, tarantula, kedi, köpek...
Yeryüzünde sadece insanlar yaşamıyor, hayvanlar da hikâyenin ortasında, kenarında veya içimizde, göstermek istedim. Her insanın bir hayvanı vardır, hayvan sevmeyenlerin bile.
Bazı özelliklerimize dikkat ettiğimizde, bir hayvanla özdeşlik kurabiliriz.
Çöpçü balıkları ters yüzer, geçmişte yaşayan birini rahatlıkla çöpçü balığına benzetebiliriz ya da kiniyle etrafını zehirleyen birini dikenli vatoza.
Otobiyografik öğelerden ziyade gözlem gücüm baskın diyebilirim.
Sesini duyamayan karakterler
Dikkatimi çeken bir diğer nokta da öykülerinizde beş duyumuzun işlevi, duyu kayıpları, insanların duyu organlarıyla olan ilişkileri önemli bir yer tutuyor: Görme, dokunma, tat alma, koku alma ve duyma. Kelimeler, kelimelerin anlamları, birbirini duymak - duyamamak, bireyler arasındaki iletişimin anlamı veya anlamsızlığı üzerine epeyce kafa yormuş gibi görünüyorsunuz. Kitabınızın kapağındaki ses butonu da buna işaret ediyor gibi...
Kapaktaki ses butonunun neye işaret ettiğini doğru yorumlamışsınız. Karakterlerin hiçbiri sesini duyuramıyor. Kimi kardeşine, kimi çocuklarına... Haykırsalar dahi anlaşılmıyorlar. O ses iletimi gerçekleşmiyor. İletişimsizliğin etimizi rendelediği nokta tam da burası.
Kişi kanlar içinde kalsa dahi görülmüyor. Korkunç bir durum, yaşıyoruz, tanık oluyoruz birlikte.
Görme engellinin dokunma duyusuyla, gören birinin temas algısı farklıdır. İşitme engellinin görsel farkındalığıyla işiteninki bambaşkadır. İşitme engelli, gözleriyle duyar, dudak okur. Görme engelli, parmak uçlarıyla görür, dokunarak.
Yolda yürürken aldığımız bir koku, istek uyandırabilir, tiksindirebilir ya da geçmişe sürükleyebilir. Tat da aynı şekilde.
Duyular aracılığıyla düşünmek yorucu olduğu kadar çekici de. Sözcükleri canlandırabilmek için duyulara başvurdum, öteki türlü yavan olurdu sanırım.
Öykülerinizden birinde bu kelime geçse de hiçbir öykünüz bu adı taşımıyor. Neden "Alaybozan" adını seçtiğinizi öğrenebilir miyim?
Alaybozan, çok anlamlı bir sözcük.
Hem eski bir tüfek modeli hem de düzen bozan anlamına geliyor. İki anlamını da kullandım. Karakterlerim, düzenin dışında kalmış kişiler/hayvanlar, bu yönüyle Alaybozan onları karşılıyor.
Çehov'un Tüfeği'ni çoğumuz biliriz. Klişeleşmiştir fakat gerçekliğini de yitirmemiştir. Eğer ilk bölümde 'duvarda bir tüfek asılı' diyorsanız ikinci veya üçüncü bölümde o silah patlamalıdır, ateşlenmeyecekse o silah orada asılı olmamalıdır.
Öykülerimde, duvara astığım tüfekleri patlatmaya çabaladığımdan, Alaybozan'ın ikinci anlamıyla Çehov'un Tüfeği'ne de selam verdim.
Ankara'da yaşadığınızı biliyorum. Haliyle öykülerinizde Ankara'nın önemli bir yeri var. Bunun dışında Kuzey Ege, Çanakkale ve Kaz Dağları ile de sıkça karşılaşıyoruz. Bu bölgenin hayatınızda nasıl bir yeri var?
Çanakkale'de üç yıl yaşadım. Çocukluktan ergenliğe geçişim orada oldu ve şehrin atmosferini hep sevdim. Kaz Dağları, uzun yıllardır bulunduğum yer. Edremit'te evimiz var, ister istemez o bölge bana işledi.
Bir öykünüzde (henüz okumamış olanlar için öykünün akışını bozmamak adına ismini söylemiyorum) tarih belirtilmemiş olsa da 10 Ekim 2015 Ankara Gar Katliamı' ndan bahsettiğinizi düşünüyorum. O gün Ankara'da mıydınız? Herhangi bir tanıdığınızı bu olayda kaybettiniz mi?
10 Ekim, benim doğum günüm. O sabah, Ankara'da değildim. Kütahya Tren Garı'ndaydım, Ankara'ya gidecektim. Rayların üzerinde yürüyordum öylece. Sosyal medya hesaplarıma baktığımda patlamadan haberdar oldum, inanamadım.
Hislerim, derimi yırtacak güçteydi. Doğduğum günden soğudum, sanki benim suçummuş gibi. Sonra gittim Ankara'ya, gördüklerimi unutmadım, unutamadım. Kimseyi kaybetmedim o gün, ama bende bir şeyler kayboldu galiba.
Öykü yazmaya devam ediyor musunuz? Üzerinde çalıştığınız yeni öyküler veya bir roman var mı?
Şimdilik öykü yazmıyorum, şiire odaklanmaya çalışıyorum. Zihnimi dolduran, benden uzaklaşmayan bir kurmaca oluştuğu vakit, kâğıda dökülecektir elbette. Ne zaman gerçekleşir, bilmiyorum.
"Çok dikkatli okumalar/izlemeler yapıyorum"
Öykülerinizde finallere ayrıca çalıştığınız görülüyor, tahmin edilebilen sonlarınız yok, aksine şaşırtıcı. Öte yandan görsel bir anlatımınız var, okurken film izliyormuşuz gibi gözümüzde canlanıyor. Sinema eğitimi aldığınızı biliyorum, ayrıca televizyon sektöründe çalışıyorsunuz. Sinemanın ve mesleğinizin yazma serüveninize etkisi oldu mu?
Görsel düşünen biriyim. Kurmaca eserleri okurken de gözümde canlansın, karakteri göreyim, hareketlerini izleyeyim, duygularını hissedeyim, akışkanlığına kapılayım istiyorum.
A. kişisi kalktı, yürüdü, binaya girdi şeklindeki anlatım bana hitap etmiyor, eksik geliyor. Sinema eğitimi tekniktir, tek başına anlam ifade etmez, kişiye sinema tutkusunu vermez ama filmlerle yaşıyorsanız iş değişir tabii.
Dramaturji bilmenin, her gün senaryolar okuyup değerlendirmenin kurmacaya katkısı var elbette. Biçim, dil, üslup, anlatım gibi ayrımlarına rağmen matematikleri benzer.
Yazmama asıl katkısı olan şey, sinema eğitimi ya da dramaturji değil, çok dikkatli okumalar/izlemeler yapmam.
Giriş ve final kurmacada da, sinemada da, dizide de önemli. Metniniz güçlü olsa dahi finaliniz zayıfsa o güç erir, akılda kötü son kalır.
(EÖ/PT)