Mert Fırat, üniversite yıllarından beri sahnede. Ama çoğumuz onu Başka Dilde Aşk'ta işitme engelli Onur ile tanıdık.
Modern insanın iletişimsizliğini ve çağrı merkezlerindeki sömürüyü kalemi ve oyunculuğuyla yüzümüze çarptı. Sonra Atlıkarınca'da dillendirilemeyeni anlattı, ensest hikâyesinde alışılmadık bir babayı oynadı.
Fırat, 2006'dan beri Oyun Atölyesi'nde ve dört sezondur Testosteron'da "erkeklik halleri"yle mücadele ediyor.
Yeni oyunları "Antonius ile Kleopatra"da ise Octavius Sezar'ı canlandıracak. Yani aslında hep iktidarla derdi var.
27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü için Mert Fırat ile buluştuk, yeni oyununu, sinema projelerini, gündemi ve iktidara bakışını konuştuk.
Sahnede olmayı nasıl tarif edersiniz?
Sahnede olmak serbest olmakla eşdeğer. Çünkü başka bir persona devreye giriyor ve söylemek istediklerinizi o karakter üzerinden söyleyebiliyorsunuz. Oyun oynamayı sevdiğim için sahnede olmayı seviyorum.
Sahneye çıkarken heyecanlanıyor musunuz?
Çok. Çünkü aynı oyunu 300 defa oynasak da, bir öncekine benzemiyor.
Heyecanınızı nasıl yeniyorsunuz?
Hiçbir zaman yenemiyorum, alışamıyorum ve alışmamalıyım da aslında. Çünkü seyirci de, oyuncu da tazelik arıyor. Her gün tavla veya satranç oynarsın ama sıkılmazsın. Sistemi bilsen de, beklenmedik şeyler olur ve oyun devam eder.
Bazen seyirci oyunu çok belirliyor. Mesela bir seyirci öyle farklı gülüyor ki, herkesten sonra gülüyor veya kimsenin ilgilenmediği bir şeye çok gülüyor. O zaman böyle kalıveriyorsun. Çünkü tiyatro "şimdi ve burada". O yüzden repliklerini unutmadan, heyecanını oyuna aktarmayı öğreniyorsun.
Apollon-Diyonizos çatışması
Yeni oyundan bahsedebilir misiniz?
37 ülkeden 37 Shakespeare oyunu, 37 dilde üç hafta boyunca Londra Globe Tiyatrosu'nda sahnelenecek. Biz de 26-27 Mayıs'ta "Antonius ile Kleopatra"yı sahneleyeceğiz. İstanbul'da da Nisan ve Mayıs'ta altı hafta, festival kapsamında ise 1-2 Haziran'da oynayacağız.
Nasıl bir "Antonius ile Kleopatra" izleyeceğiz?
Oyun tüm tragedyalar gibi, en basit haliyle Apollon-Diyonizos çatışması. Antonius ile Kleopatra'nın aşkı, tarihin en büyük aşklarından. Antonius, Mısır'daki Diyonizyak dünyanın cazibesine kapılıp, aşkını yaşamaya çalışıyor. Kleopatra için ise nihilist aklın esrimeye izin veren tarafı söz konusu.
Ama sonra o aşka Roma'nın politik dünyası dahil oluyor. Roma ve Ceasar Apollonik aklın temsili: Bu, mevcut ideolojiler ve teknoloji demek aslında. Disiplin önemlidir ama yememiz, içmemiz, eğlenmemiz de gerekir. Ama Apollonik akıl başka bir şey dayatır.
Antonious'u tragedyasına götüren şeylerden biri, imparator olmaktan vazgeçememesi. "Varsın Roma kaybolsun, benim tek aşkım sensin" diyor, ama pratikte Antonious'un ya da aşkın sınanışını görüyoruz.
Apollonik aklın içindeyken sınırlarını ve aşkını sınadığında, kendi büyük trajedin de başlıyor. Bu, "İstanbul'da her şeyi bırakıp çiftliğe mi yerleşsem?" dediğimiz andaki trajedi. O yüzden oyun bugünün izleyicisine dokunacak.
Apollonik akıldan vazgeçilebilir mi?
Diyonizos çok keyifli. Hesapsız, koşulsuz yaşamak herkesin hoşuna gider ama zor. Bu dünyada kim kendini soytarılaştırmaya var ki? Kim o kadar cesur ve vazgeçmiş her şeyden?
Düşünün dünyanın üçte birine sahipken, nasıl böyle bir hayata atılabilirsiniz? Nasıl Tanrıça İsis'in kılığında sokaklarda dolaşıp, milletin kapısını çalıp kaçabilirsiniz? Şimdi Recep Tayyip Erdoğan ile eşi Emine Erdoğan el ele tutuşup, Moda'da milletin ziline basıp kaçabilirler mi? İmkânsız.
Dolayısıyla bırakın iktidardakileri, sıradan insanlardan bile, ancak esridiklerinde böyle hesapsız hareketler bekleyebilirsiniz. Ama arkadaşımız sarhoşken sokakta nara atınca da "Bağırma" deriz. O akıl, artık o serbestliği yaşamamıza izin vermiyor.
"Bu yapıda Ceasar olmayan çok az"
Ceasar nasıl biri?
Julius Ceasar'ın yeğeni Octavius Ceasar, 18 yaşında Roma'nın üç imparatorundan biri oluyor. Amcasının mirasını sürdürmek isteyen, sabit fikirli ve kontrol delisi biri. O da Apollonik aklın temsili. Çünkü inanılmaz bir yapı kuruyor ve Roma'nın 600 yılını belirliyor. Ceasar'ın perhizci bir zihniyeti var. Yemek, içmek, gezmek ona göre saçma. Şu andaki sistemin kurucuları Ceasar ve Ceasar gibiler.
Oyunda Ceasar'a eleştirel mi bakacağız?
Tabii, ama bunun "Bu adam faşist" diyebileceğimiz bir şey olmamasına çalışıyorum. Biz de bazen Ceasarlaşabiliyoruz veya çevremizdeki Ceasar'ları fark edemiyoruz. Bu yapıda Ceasar olmayan çok az.
Role hazırlanırken Apollonik akla çok rahat kayabildiğimi fark ettim. Kural koymak o kadar içime işlemiş ki. Örneğin senaryo yazmak benim için eğlenceli ama bazen kendime ve çevreme bir şeyler dayattığımı gördüm. Farkında olmadan "Buna bir deadline koyalım" demeye başlıyorum.
Başka oyunları takip ediyor musunuz?
En son Devlet Tiyatroları'nda Vahşet Tanrısı'nı izledim. Seyyar Sahne'nin Tehlikeli Oyunlar'ı çok iyiydi. Vaktim oldukça Şehir Tiyatrolarının ve amatör toplulukların oyunlarını da izliyorum.
Profesyonel bakışınız oyun izlerken sürüyor mu?
İlk 10 dakikada duruyor. Sonra mesleki deformasyonu kendime yaşatmamak için kendimi bırakmaya çalışıyorum. Yargılar gibi koltuğa oturmuyorum. Çünkü o zaman neden oyun izleyim ki? Oyun oynamanın saflığı kadar seyretmenin de saflığı var.
Küçük topluluklar, sahnesiz işler ve "In your face" bu aralar popüler. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Her topluluğun derdi ve bakış açısı farklı. O yüzden hepsi biricik. "In your face" İngiltere'de çok manalı ama Türkiye'de nasıl? Benim inandığım daha çok herkesin anladığı, herkesin bir şeyler bulabildiği Oyun Atölyesi'nde yaptığımız tiyatro.
Bizim köy seyirlikler de çok "In your face". Çünkü meydanda oynanıyor. Çok da sert. Mesela "Kaval Oyunu" diye bir oyun var. Bir çoban girer sahneye, kavalını bacağının arasına fallus gibi diker ve uyuyakalır. Sonra kadın kılığında iki erkek sahneye girer. Mantar toplarken kavalı bulurlar, ne olduğunu merak ederler. Seyirciyle konuşurlar, üflerler, kulaklarını kaşırlar, üzerine oturmaya çalışırlar. Dibine kadar "In your face" yani.
Yeni film projeniz var mı?
Yılmaz Erdoğan ile bu yaz başlayacağımız bir proje var. Kıvanç Tatlıtuğ ile beraber Zonguldaklı iki şairi oynayacağız. 1940'larda geçen bir arkadaşlık hikâyesi olacak.
İlksen Başarır ile "Sizden Küçük Bir Ricamız Var" isminde bir senaryo yazıyoruz. 21. yüzyıl insanının durumunu, nelerden vazgeçtiğimizi ve gözetlenen toplumu anlatıyor. "Bunu birileri bize dayatıyor mu, yoksa izin mi veriyoruz?" meselesini, üç arkadaş üzerinden anlatacak bir komedi olacak. Popüler kodlar barındıracak, ama sıkı bir meselesi de var.
"İktidarı seçmeden hayatı sürdürmek zor"
Ensest, erkeklik halleri, sömürülen çalışanlar hakkında işler yaptınız. İktidarla ne derdiniz var?
İktidar herkesin derdi. İktidar olmak o kadar kolay ve zor ki. Çünkü küçük cumhuriyetinizi aileniz veya sevgiliniz üzerinde kolaylıkla yaratırsınız. İktidarı seçmeden, "Erk, erkek olmadan" ya da onu bilerek hayatı sürdürmek zor.
Hayatta iktidara dair tanımlar ve "gereklilikleri", erkeklik halleri ve erkekliğe dair "gereklilikler" öğretilen şeyler. Bunlarla mücadeleyi öğrenmeliyiz. O yüzden iktidarla derdim var ve iktidarın boşuna, bizim yarattığımız bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Lisede Halkevli olmak size neler kattı?
O dönem benim için önemlidir. Üniversitede de Halkevi Sanat Atölyesi'nde çalıştım. Beni oyuncu yapan, kitap seçimi yapabilmemi sağlayan, politik duruşun ihtiyaç olduğunu öğreten bir dönemdir. Benim için bir şans halkevi, hâlâ da irtibattayım.
Popüler kültürü de kullanıyorsunuz. Dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?
Reklâmda oynuyorum. Bu beni rahatsız etmiyor. Çünkü ben o parayı alıyorum, film yapıyorum. Eskilerde "Popüler kültür bizi bozar" inancı vardı. Aslında bozmaz. Çünkü popüler kültür dünyayı ele geçirmiş, tüm iktidarlar popüler kültürü kullanıyor. Popüler kültürden kaçarak, mücadele etmek imkânsız.
İdeolojini bozmadan, kendin olarak kalırsan, "Ruhumu reklama, bedenimi de diziye sattım!" gibi bir şey olmuyor. Geliyorum tiyatro yapıyorum, bir yandan da İlksen ile film yapıyoruz. O filmlerin bir maliyeti var ve her zaman bir milyon seyirci izlemiyor.
Mesela Başka Dilde Aşk, sadece aşk hikâyesi olsaydı, belki daha çok izlenirdi. Ama bir denge kurduk; çağrı merkezlerini, iletişimsizliği, bize dayatılanları da anlattık. O filmde ünlü bir grubun şarkısını kullandık, canlı renkler seçtik, orta sınıftan seslendik. Çünkü derdimiz o sınıfı harekete geçirmekti.
Neden orta sınıfı harekete geçirmek istediniz?
O film için konuşursak, işitme engelli kendi derdini zaten biliyor, altsınıf ise kendi derdiyle yaşıyor. Ama orta sınıf, ekonomik durumu iyiyse keyfini bozmuyor. Onu uyandıracak kimse ve dibe vurduracak bir şey yok. Orada uyandırılması gereken orta sınıftı ve "Hey bakın bunlar var" demek, çağrı merkezlerindeki sömürü düzenine, iki sevgili ve iki çalışma arkadaşı arasındaki iktidara işaret etmek istedik.
Türkiye'nin gidişatını nasıl yorumluyorsunuz?
Artık kurulacak cümle kalmadı. Ama "Sözün bittiği yerdeysek, aksiyona geçelim" diyesim geliyor. İnternet insanları yozlaştırdı. Hrant Dink ile ilgili bir yazının altına iki satır yorum yazdığında, "Ben de o davada savaşıyorum" gibi bir algı doğuyor. Hrant'ı anarken 100 bin kişi sokağa çıkıyor, ama Agos 100 bin satmıyor. Olup bittikten sonra bir şeylerin yapılması canımı sıkıyor.
Gündem çok çabuk değişiyor ve herkes her şeyi istediği gibi anlatıyor. Acaba 17 yaşındaki gençler, gündemi nasıl değerlendiriyor? Çünkü ben 30 yaşındayım ve zorlanıyorum. Bilgi kirliliği yoruyor.
Derdim toplum polisi olmak değil ama başkasının derdini dert edinmeliyiz. Çünkü o dert en sonunda bizi de bulacak. "Suya sabuna dokunmayım, apolitik bir yaşam süreyim" diye bir dünya yok. Halkın uyanık durması, daha çok talep etmesi gerektiğini düşünüyorum. Yeniliyorsak da daha iyi yenilmeliyiz. (EG/IC)