Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De Platformu’nun “Soykırımla yüzleşmek neden bir zorunluluktur?” başlıklı söyleşisi 23 Nisan Salı günü geniş katılımla gerçekleşti.
1915 Ermeni Soykırımı'nın 109. yıldönümü vesilesiyle yapılan söyleşide Irmak Yavlal'ın moderatörlüğünde, Agos Gazetesi’nden Pakrat Estukyan, ABD Clark Üniversitesi'nden Taner Akçam ve Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’nden Tuna Emren konuştu.
Söyleşi, DEM Parti Şişli İlçe Örgütü’nün Osmanbey metro çıkışında yaptığı anmanın ardından Nostalji Cafe’de yapıldı.
DEM Parti’den Şişli’de soykırım anması
Taner Akçam: İnkarcılık belge tanımıyor
Söyleşide ilk sözü Taner Akçam aldı. Sözlerine, Aram Andonyan’ın Ayrıntı Yayınları'ndan yeni çıkan kitabı Cürm-ü Âzam’ı tanıtarak başlayan Akçam, kitabı, "24 Nisan’ın özellikle Suriye’de yaşananların en ayrıntılı ve önemli dokümantasyonu" olarak değerlendirdi ve Türkçeye çevrilmesiyle tehcir edilen Ermenilerin sesini Türkiye’de duyuracağını söyledi.
Belgelere rağmen inkar siyasetinin devam ettiğini vurgulayan Akçam, “İnkarcılık bir sistemdir, bir kurumdur. İnkarcılık geçmişte yaşanmış bir olaya ilişkin takınılacak bir tutum değildir. Bu 1915’te bu olay oldu mu olmadı mı tartışması değil, bir kurumdur, bugünkü politikalara da doğrudan tavır almaktır. Burada sürekliliği görmek gerekiyor” dedi.
Akçam, 1920-21 ruhunun 'kurtarıcı' olarak düşünülmesinin sorunlarından ve bugün Türkiye’deki vatandaş eşitsizliğinin, Kürt meselesinin ve Alevi meselesinin köklerini anlayabilmenin öneminden bahsetti. Akçam, “Türkiye’de bugün kurulan rejimin bir eşitsizlik rejimi olduğunu göremezsek zannetmiyorum ki yaptığımız uzlaşma çağrılarının bir anlamı ve önemi olsun” diyerek sözlerini bitirdi.
Tuna Emren: Soykırımı tanımak hepimizi özgürleştirir
Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’nden Tuna Emren, sözlerine göçmen karşıtlığı ve Kürt düşmanlığından örneklemelerle başladı:
“Yüzleşme dünde kalan bir kavram değil, yüzleşme bugün olan bir kavram. Çünkü bugünün rejimi geçmişten beslenen bir rejim. Tam olarak soykırım zamanlarında kurulan bir ulus devletten bahsediyoruz, bu yüzden hesaplaşma ve yüzleşme çok önemli, demokratikleşme ancak böyle olur. Soykırım geçmedi, her sosyal katmana kaynadı ve yeni katmanlar ekleniyor, bugünkü Kürt ve göçmen düşmanlığı bunun yeni katmanlarının görünür halleri. Geçti bitti diyemiyoruz çünkü Cumhuriyet bu temeller üzerine kurulu.”
“Ermenilerin sürgüne gönderilmesi, soykırıma uğratılması ulus devlet inşasının bir parçası. Türk ulusal kimliği de burjuvazisi de tam olarak bunun üzerine kurulu. Cumhuriyet dönemi kapitalizmi, el konulan azınlık mallarıyla gerçekleştirilmiş yeni bir burjuvazi, bu aynı zamanda sınıf siyaseti, mülkiyet meselesi. 1915 işçi sınıfı sömürüsünün de başlangıcını oluştururken aynı işçi sınıfına Türk milliyetçiliğini benimsetti.”
Emren, “Soykırım kavramının, soykırımın gizlenmesi ve inkarı üzerine kurulmuş bir Cumhuriyet. Hrant Dink, Sevag Balıkçı, Maritsa Küçük… Hepsi büyük bir devlet operasyonu ve propagandasıyla öldürüldüler. Onları öldüren kurşun, silahtan öldükleri yıl çıkmadı. Soykırımı tanımak hepimizi özgürleştirir” ifadelerini kullandı.
Pakrat Estukyan: Soykırım kavramı için Gazze gözümüzün önünde
Agos’tan Pakrat Estukyan ise sözlerine her yıl 24 Nisan’da aynı kitlelere aynı şeyleri konuşmanın anlamını yitirdiğinin altını çizerek başladı ve “109 yıl önce yaşanmış olan Ermeni Soykırımı'nı analiz ederken günümüzdekileri görmezden gelirsek bu çok anlamsız olur, bir seremoniye dönüşür. Her 24 Nisan’da ah vah ederiz, ertesi gün normale döneriz” diyerek devam etti.
Ermeni Parlamentosu’nun 3 Ağustos gününü Êzidî Soykırımı'nı Anma Günü ilan etmesine dikkat çeken Estukyan, “5 binden fazla kadının ve kız çocuğunun köle pazarlarında satılması. Bunlar hep güncelde konuştuğumuz, sonrasında hafızamızda yerini yitiren şeyler. Oysa o kiz çocukları Türkiye’de farklı illerde geri satıldılar, Ankara’da, Kayseri’de” dedi.
Estukyan sözlerini şöyle sürdürdü:
“Soykırım kavramı için Gazze çok değerli bir örnekleme, gözümüzün önünde. Biz hep Yahudi Soykırımı üzerinden algılamışız ama soykırım adlandırması için kitleselliğe gerek yok. Mesela, salt Kürt olduğu için öldürülen birinin cinayetinin arkasındaki sâik soykırımdır. Soykırımın tanımı gayet açık, Raphael Lemkin’in açıklaması sarih. Hrant Dink'in '1915 soykırım mıdır değil midir?' tartışmasında dediklerini hatırlayalım: İsterse insanlar altından uçaklarla en rahat koşullarda gönderilmiş olsun, bu ait olunan topraklardan koparılış o zaman daha mı az trajik hale gelecektir?”
“Soykırım sadece birinin canını almak değildir”
“Bunların hepsi tek tek 1915 yılında Türkiye’de yaşandı. Kazım Karabekir’in 'Gürbüz Çocuklar' diye anlattığı çocuklar kimdi zannediyorsunuz? Annesinin babasının adını bilmeyen, geldiği köyü bilmeyen binlerce insandan oluşan bir sürü yetimhane. Bu yetimhanelerden birkaçı savaş boyunca Türkiye’de, savaş sonunda ise Ortadoğu’da kurulmuştur. Karagözyan, Kalfayan ve Korinyan bunlar Halep ve Beyrut’ta ve birçok yetimhane misyonerler tarafından kurulmuş. Savaş bitiminde Türkiye’de kalan çocuklar Kazım Karabekir’in ‘Gürbüz Çocuklar’ı olarak yetimhanelere gönderildi, bu çocuklar kimliklerini idrak edemedi. Bu çocuklardan biri belki de Ruhi Su idi. Ailesinden herkesi kaybetmiş, bu yalnızca bir Ermeni çocuğun başına gelebilir, Ruhi Su'yu bir askere vermişler ve askeri okula kaydetmişler.
“Irkçılığa karşı mücadele etmeliyiz”
“Bu söylediğim mutlak bilgi değil, bu mutlak bilgiye Ruhi Su da hakim değildi. Ailesinin ortak kanaati Ruhi Bey'in çok büyük ihtimalle Ermeni yetimi olduğu yönündeydi. Soykırım sadece birinin canını almak değil, aynı zamanda yeni bir toplumsal yapı oluşturmaktır. ‘Gerekirse yine yaparız’ cümlesini sarf ettirebilmektir. Bunu söyleyen, bu potansiyeli içinde taşıyan çok insan var, vahim olan bu. O yüzden biz soykırımlarla mücadele ederken 109 yıl önce Ermeni halkının uğradığı vahşetin adaletini talep edemeyiz, daha fazlasına ihtiyacımız var. Hiçbir şeyi 109 yıl öncesine terk edemeyiz. Ermeni kilisesi bu pazar ayinine '100. yıldan sonra artık soykırım kurbanları temasını konuşmamıza gerek yoktur' dedi, 'Hepsini aziz ilan ettik' dedi. Soykırım kurbanlarıyla değil, soykırım pratiğinin kendisiyle mücadele etme zorunluluğu var hepimizin karşısında. Hepimizin boynunun borcu bu, hangi etnisitede olduğumuz önemli değil. Irkçılığa karşı mücadele etmeliyiz.
Pangaltı metro çalışında, her sene 19.15’te DEM Parti Şişli anma yapıyor. Oysa hafızamı birkaç yıl öncesine taşıdığımda Taksim’de kitlesel anmalar olurdu, Fransız Konsolosluğu'nda daha kalabalık olurdu, sonra baskıyla Tünel'e oradan Şişhane’ye sürüldü. Pandemiden beri valilik izin vermiyor. İzin olsun olmasın, son 15-20 yıldır bu konuda yazılan külliyatı hatırlamakta fayda var.
“Mağdur olanların ortak sesi anayasal eşitliktir”
“1915’te neler oldu sorusuna cevap bulacağımız çok kaynak var elimizde ama bu saatten sonra 1915’e kapılmamak lazım. Doğrudur, 1915 Türkiye’nin bütün çarpıklıklarının anahtarı olan bir tarih. 1908’de Meşrutiyet’le anayasal eşitlik ilan edilince Türkiye’de kıyamet koptu, 'Ne yani gavura gavur demeyecek miyiz?' dendi çünkü artık hor görebileceği birisi yoktu. Mağdur olanların ortak sesi anayasal eşitliktir. Ne yani Kürt’le eşit mi olacağım diyen çok Türk vardır. O tahammülsüz cenah kendi iradesini yaşattı, hemşehricilik bu kadar yaygınken Türk ulusu diye bir kavram yok. Ulus devlet başarılamadı, bunların hepsinin arkasında ilk tuğlayı yanlış dizmekten kaynaklanan bir sorun var.
Köylümüz yok, köylümüz olsa toprağımız yok, toprağımız olsa suyumuz yok… Ezcümle memleketi kaybettik, değerlerimizi kaybettik. Birilerininse hiç umrunda olmadı, onlar New York’taki Türk Evi binasının kaç katlı olduğuyla ilgilendiler.”
(NK/AY)