Hem Fenerbahçe hem de Beşiktaş sahaya çıktı. Futbolcular ısınmaya, teknik adamlar da oyuncularının karşılaşma öncesi performansını izlemeye başlamıştı ki, Fenerbahçe tribünlerinde garip bir pankart açıldı: "Rıza efendi, iki ekmek, bir şişe süt".
Başarının özgeçmişine saldırı
Günlerdir gazetelerde ince ince işlenen "ekmek ve süt sorunsalı" sonrası, Rıza Çalımbay'ın yaşam öyküsünü bilmeyenler de öğrendi.
Tüm bunlar benim bir Beşiktaşlı olarak küçücük bir çocukken de bildiğim, yadırgamak şöyle dursun, kentli bir ailenin çocuğu olarak hiç garipsemediğim şeylerdi. Evet, Rıza Çalımbay'ın babası bir kapıcıydı. Bunda ne vardı ki?
1980'li yıllarda kendisi bir yıldız futbolcu olup koluna da kaptanlık pazu bandını da takınca, gazeteler onun yaşamöyküsünü yazmışlardı zaten. Yani ailevi kökeni bilinmeyen bir şey değildi.
Demek ki Fenerbahçeli bir kısım taraftar da vaktiyle okumuş o haberleri. Kafalarının bir köşesinde, Çalımbay ailesinin şeceresine dair yer eden bazı bilgileri aşağılama vesilesi olarak kullanmak istemişler.
Futbol endüstrisinin çarkları
Mamafih, o taraftarların gözden kaçırdığı bazı gerçeklerin muhasebesini tutmak lüzumu hasıl oldu. İlk olarak şunu söylemek gerek, tabii genelleme yapmaktan azami imtina ederek: Türkiye'de futbol endüstrisi Avrupa'dakinin aksine, yoksul ailelerin iyi para kazansın diye çocuklarını bulundukları şehrin futbol takımına vermeleri ile başlıyor, kendisini öyle döndürüyor.
Futbol, gençlerin hemen tüm vaktini aldığı için lise sonrası eğitimlerine devam etmeleri pek mümkün olmuyor. Hatta ailelerinin maddi olanaksızlığı nedeniyle ilkokuldan sonra eğitimine devam edemeyenler de oluyor.
Yetenekleri ile diğerlerinin arasından sıyrılmayı başaran bu gençlerin bir kısmı gerçekten iyi ücretlerle bir takımdan diğerine transfer oluyor. Sonrası kendilerine bu yolu açan "taşralı" fakir ve/veya orta halli ailelerine bir ev, bir araba almak, zaman zaman bir punduna getirip gazete sayfalarında birlikte çekilmiş fotoğraflarının çıkmasına vesile olmak, ünlü bir "topçu"nun anne-babası olarak, muhitte yerel bir ün kazanmalarına yardımcı olmak vesaire...
Transfer döneminin başlamasıyla gazeteleri takip ediniz. Dediğim türden haberleri mutlaka görürsünüz.
Elbette bunun tersi durumlar da var: Mesela Türkiye ligleri üniversite bitirmiş, oturmasını kalkmasını iyi bilen, ağzı laf yapan, hatta bir miktar entelektüel birikim sağlamayı başarmış futbolcular da gördü. Ancak onlar birer istisna olarak kaldılar spor tarihinin bir köşesinde.
Kent kültürünü hazmedebilmek...
Sorun zaten futbolcunun "diploma"sı değil, futbolcuyken ve sonrasında kendisini nasıl yetiştirdiği, bunun için ne kadar çabaladığı.
Rıza Çalımbay kendisine malum pankart sorulduğunda, üstelik canlı yayında söyledikleriyle yanıtını tekrara yer bırakmayacak şekilde büyük bir olgunlukla gayet güzel verdi.
Sorunun pankartı açan taraftarlarda ve bu işe sesini çıkarmayan Fenerbahçe kulübünün yöneticilerinde olduğu kesin.
Elbette futbol takımı taraftarlarının kent kültürü ve kente ait öznelerin her birinin bu kültürün oluşumuna katkısı ile ilgili sosyolojik tespitler yapmasını bekleyemeyiz. Ancak şehir hayatını hazmetmek ile ilgili bir sorun olduğu da ortada.
Şehrin yeniden yapılanması ve "kapıcı"
Kentlilik bilinci ile bireylerin şehirdeki statüleri, insan yaşamının kalın sınırlarını çiziyor; ilişki biçimlerini, sınıfların birbiri ile münasebetlerindeki kurallarını, hitap şekillerini...
Hele de kişi, aslen göçmen nitelikli bir toplumun, sonradan çeşitli nedenlerle bir kez daha göçe zorlanmış bireylerini temsilen, büyük şehirde yaşamak zorunda kaldıysa, içine karıştığı alt ekonomik kimliğin kendi üzerinde yarattığı baskı, "öteki" ile arasındaki ilişkiyi bir daha belirliyor.
İşte bu kendini yeniden üreten ilişkiler bütünü içerisinde kalan "hizmetli" ile "kat maliki" arasındaki münasebetin bir tarafını "kapıcı"lar oluşturuyor.
Tuhaf bir biçimde aslında Kuzey Anadolu'nun hemen güneyindeki illerden İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlere göç edenlerin sahiplendiği bu iş kolu, son 35-40 yıldır bir müessese olarak karşımızda duruyor. Günlük işlerin hallinde yardımına başvurduğumuz kapıcılar, apartman hayatının ayrılmaz, vazgeçilmez bir parçası.
Günlük hayatın vazgeçilmezleri
Yeşilçam'ın bile "Kapıcılar kralı" filmiyle farkına vardığı, daha sonra yıllarca "Bizimkiler" adıyla TRT'de izlediğimiz dizinin altyapısında izlemeye alıştığımız, kendi apartmanımızda mutlaka bir ilişki kurduğumuz, çocukken zaman zaman bir sırrımızı bile paylaşmak durumunda kaldığımız kapıcı, kapıcının ailesi, arkadaşlık ettiğimiz çocukları emek yoğun bir iş yaparken, biz hiç fark etmeden sabahları mutlaka kapıya bırakmasına alıştığımız ekmek ve süt olmazsa kahvaltı yapmaktan cayma ihtimalini bile ortaya çıkaran çok gerekli bir figür haline geldi.
Sonuç itibarıyla "kapıcı", hayatımızda vazgeçilmez sorumluluklar yüklediğimiz önemli bir görevli.
Dolayısıyla anneniz zaman zaman sizinle aynı okula gitmesine, ihtimal aynı sınıfta okurken sizden başarılı bir grafik çizmesine karşın hayata tutunduğu elitist daldan aşağı sarkarken "hmmm, kapıcının oğlu/kızıyla oynama" dese de, aslında tam da misafirin gelmesine iki saat kala, çocuğuyla ilişkinize set çekmek istediği kapıcının getireceği yufkaya muhtaç olduğunu çok iyi bilir. Sonuçta onun kapıcıyla kurduğu ilişki tarzı, günlük ev gereksinimlerinin karşılanmasında "olmazsa olmaz" üzerinedir.
Başarıyı tribünden izlemek
Kimileri için de seçkinciliğin doruğu, başarılarından dolayı toplum tarafından daha iyi tanındığı, başarıları ile uluslararası çapta ses getirmiş kapıcının oğlunu, o sahada Türkiye'nin en önemli takımlarından birini yönetirken tribünden izlemenin getirdiği ezikliğe tahammül edememekte gizlenmiştir.
İşte o zaman kentli olmanın getirdiği ilişkilerin hazmedilememesi, kendisini Saracoğlu stadının tribünlerinde "Rıza efendi iki ekmek, bir şişe süt" pankartıyla gösterir.
Sonradan geldiği aşikar zenginliğin yarattığı hazımsızlık kendisini böyle gösterdi. "Öteki"ni dışlayarak toplumsal ilişkilerde yaşanan başarısızlığın faturası böyle olur.
Burjuva sınıfının devlet eliyle yaratıldığı, rantiye ile gelen zenginliğin Özal tarafından üretildiği bir memlekette, hakkıyla iş yapana reva görülen bu muamele hiç kuşkusuz "sosyolojik ayıp"tır... (MU/BA)