Türkiye'de de bu olgunun net resmi, 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Yasası'nın hangi süreçte doğduğu ve daha sonra yaşananlara bakınca ortaya çıkıyor.
YÖK Yasası ile birlikte üniversitelerin doğasına uygun, az sayıda yetişmiş, düşünen, sorgulayan, radikal, aykırı aydın güçler bir çırpıda üniversitelerin dışına atıldı.
Bunu takiben, "Anadolu'da her ile bir üniversite seferberliği"yle taşrada başlayan üniversiteleşme sürecinde, "bir bina, bir kurucu rektör ve bir tabela" anlayışı ile çok sayıda üniversite kuruldu. Bu üniversitelerde başta akademik kadrolar olmak üzere; topluma öncü olması gereken üniversiteye kentin yön verdiği gözlemlendi.
Bu gelişmeleri, çok sayıda üniversitede rektörlerin nazikçe görevden el çektirilmesi, bazı hocaların görev sürelerinin uzatılmaması, YÖK ve Milli Eğitim Bakanlığı bursları ile yurtdışına doktoraya gönderilen öğrencilerin eğitimlerini tamamlamadan geri çağrılmaları izledi.
O günlerde sorun, üniversitelerin bilim politikalarının olmamasıydı; bugün de aynı süreç devam ediyor. Yönetime gelenler, bilim ve sanat üzerine strateji geliştirmek yerine iktidarlarını sürdürmek için kendi kadrolarını oluşturmaya çalışıyorlar.
YÖK'ü yaratan anlayışın Türkiye'ye hediyesi olan bu anlayışın, üniversitelilikle bağdaşmadığı, bugün yaşadığımız temel sorunlar ile daha da netleşti.
"Üniversite nedir, nasıl yönetilir?"; "Bilim insanı kimdir, kimler bilim insanı olabilir?"; "Üniversitenin en alt birimleri olan anabilim dalından başlamak üzere bilim politikası ve stratejisi nedir? Uzun ve kısa sürede nasıl şekillendirilecek?"; "Dünyadaki gelişmelere ne denli ayak uydurabiliyoruz?"; "Stratejik, temel ve uygulamalı bilim politikamız nedir?"; "Eğitim ve öğretimde yeni yaklaşımlar nelerdir, kalite unsuru nasıl artırılır?"; "Üniversite nasıl akredite edilecek, bu konudaki yeni ufuklar nelerdir?" ve benzeri sorular sorulmuyor, yöneticilerimiz de bunları talep etmiyor.
Üniversitenin misyonu
Üniversitenin misyonu, bilinmeyeni, araştırma, inceleme, düşünme ve eleştirme yoluyla deşifre ederek bilinir duruma getirmek; bilimsel bilgiyi üretmek; yayım yolu ile de toplumu aydınlatmaktır. Bu da, ancak özgür düşünce ortamının varlığında gerçekleşebilir.
Bugün dünyadaki üniversite anlayışı "Bilgi Toplumu Üniversitesi" (Multiversite) sürecine ulaştı. Multiversite kavramı bugüne kadar bilinegelen öğretim ve araştırmaya dayalı uzmanlaşmış, devletin finanse ettiği, denetlediği; yöneticilerini meslektaşlar arasında seçmeyi hedefleyen elit eğitim yerine; öğretim, araştırma ve topluma hizmet sağlamayı hedef alan uzun süreli kitle eğitimini benimseyen, aynı zamanda evrensel normlarda diploma ve ömür boyu öğrenmeyi benimseyen, evrensel değerleri gören, çoğulculuğa ve kollegial anlayışa göre yönetilen, araştırma profesörlüğü yanında öğretim üyelerinin çok yönlü performansının değerlendirilmesini benimseyen, akredite olmayı kabul eden yepyeni bir anlayış doğuyor.
Modern dünya üniversitelerinde bu çerçevede özerklik mücadelesi verilirken Türkiye'de üniversitelerin birer tartışma ve görüş açıklama yeri olması bir yana; resmi görüş dışındaki görüşlerin açıklanması "zararlı" ve "yasadışı" bulunabiliyor.
Rektör kimdir?
Rektörün; hukukun üstünlüğüne inanan, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, hiçbir konuda ayrımcılık yapmayan, herkese eşit değer gösteren, demokrat, eleştirel bakabilen ve saydam bir kişiliğe sahip olması beklenir.
Bu özellikler, şablonların/klişelerin aşılabilmesinin yanı sıra belirli bir ağırlığı da gerektirir. Rektörün, kültürel altyapısı gelişmiş, dil bilen, kurumuna yeni motivasyonlar ve ufuklar getirebilen birisi olması gerekir.
Yasa üniversiteye kendi yöneticisini seçme olanağı tanıyor mu?
Rektör atanmalarında yaşanan sorunun temelinde de YÖK Yasası ve bunun rektörlere verdiği keyfi uygulama yetkilerinin yansımaları yatıyor. Kamuoyu yanlış bilgilendiriliyor; doğrudan rektör seçimi yapılmıyor. Üniversitelerde yalnızca rektör aday adayları belirleniyor.
1992'de YÖK Yasası'nda yapılan bir düzenlemeye göre, öğretim üyeleri eğilim yoklaması ile altı aday belirliyor, YÖK de bu altı kişiyi üçe indiriyor ve son olarak Cumhurbaşkanı, üniversiteyi temsil edecek bir adayı rektör olarak atıyor.
Bütün dünyada, üniversite rektörlerinin seçimi kritik bir karardır, ağırlıklı olarak bilimsel kriterler aranmasını gerektirir. Türkiye'de ise, nicel üstünlük aranıyor.
YÖK Yasası'nın "iki dönem rektör atanabilir" hükmü nedeniyle, atanan rektörün ilk aklından geçen, ikinci dönem rektörlüğünü garantiye almanın yollarını aramak. Yaşanan pek çok olumsuz örnekte, akademik kadrolara atama ve yükseltmelerde, hakkaniyet ve liyakat ölçülerinin bir yana bırakıldığını görüyoruz. Öğretim üyeleri, seçmen gibi görülüyor.
Son birkaç dönemdir, üniversitelerin eğilim yoklaması ile birinci sırada aday gösterilip de YÖK tarafından sıralama dışı tutulanlara ya da Cumhurbaşkanlığı makamı tarafından ataması yapılmayanlara baktığımızda, seçimler öncesinde veya sonrasında çok sayıda akademik kadronun ilan edildiğini, atamalarda akademik ölçütlerin de dikkate alınmadığı görülüyor.
Üniversiteler kendi yöneticisini seçebiliyor mu?
Türkiye'nin sınırlı sayıdaki akademisyeni, kendi seçimini yapamıyor, seçim kriterleri belirlenmiyor. Öğretim üyeleri de bu konuda ne aradıklarını bilmiyor ya da seçime ilişkin fikir belirtme cesaretini gösteremiyorlar.
Öğretim üyeleri kendilerinden beklenen duruşu gösteremediklerinden, hem dolaylı olarak yönetiliyor hem de sözüm ona seçim yapmak adına, birbirlerine düşürülüyorlar.
Altı rektör adayının eğilimle belirlenmesinde, "sembolik" oy kullanmanın ötesinde fonksiyonumuz yok. Nihai kararı oy veren öğretim üyesinin iradesi değil, üst makamların tercihi belirliyor.
Bütün bunlar, üniversitelerin toplumun önünü açacak nitelikte bilgi ve bilim üretemediklerini gösteriyor. Bacon'a göre, bilim güç kaynağıdır. Anlaşılan üniversiteler halen güç olamamış. Bunun en açık örneği, YÖK yasasının siyasiler elinde bir koz olarak tutulması.
Cumhurbaşkanının yetkilerini tartışmak mümkün değil. Cumhurbaşkanı, Anayasa'nın Cumhurbaşkanına verdiği taktir hakkını kullanıyor; hatta bazı durumlarda bizlerin yapamadığını yapıp doğru duruşu sergiliyor ve üniversite özerkliğini telkin ediyor.
Yine de ben, özerk üniversite ortamında liyakate dayalı bir sistemin oluşmasını ve üniversitelerin kendi yöneticilerini doğrudan belirleyeceği niteliğe dayalı bir yüksek öğretim yasasını isterim.
En önemli soru; bilim insanı yetiştirmek
Bilim insanı yetiştirmek için doğru politikaların uygulanamaması sonucu, üniversiteler akademik kadrolarını kendi çiftliklerinde (inbreeding), kendi endüstrilerinden sağlıyorlar.
Bu kişilerin, farklı akademik ortamlarda bulunmaması, akademisyenlik anlayışlarının gelişmesini engelliyor, ortaya zayıf bir akademisyen profili çıkarıyor.
Bu konuda öğretim üyesi olarak aymazlığımızı, Goethe şöyle açıklıyor; "Hür olmadığı halde, kendisini hür sananlar kadar köle yoktur".
Kimsenin tembellik hakkı olmamalı
Zayıf profilli akademisyenlerle süreç, neredeyse "müşteri memnuniyeti kaidelerinin" uygulanmasına kadar gidiyor. Ancak hiç kimse, kangrenleşmiş, verimsiz akademisyen kadrolarını sorgulama cesaretini gösteremiyor.
Sonuç, üniversitelere eşe-dosta selam vermekten öte çalışma yapmayan, okumayan, yazmayan, gününü gün eden, yöneticilik peşinde koşan çok sayıda akademisyen unvanlı kişilerin doluşması... Bütün bunlar, üniversitelerin verimsizliğini gün ve gün artırıyor.
Sorunun aşılabilmesi ise, öncelikle, YÖK yasasının temelden değiştirilmesine, özerk ve demokratik bir üniversite yapılanmasının gerçekleştirilebilmesine bağlı. 2547 sayılı YÖK Kanunu'nun bilim insanı yetiştirme amacı, günümüz "multiversite" amacına uygun olarak güncellenmeli.
"Yeni" rektörler "yeni" anlayış getirebilecek mi?
Yeni atanan rektörleri kutlar, başarılar dilerim. Rektörlük gibi sorumluluk ve özveri gerektiren zor bir makama atanan hocalarımın hoşgörülerine sığınarak, birçoğumuzun beklentilerini özetlemek istiyorum:
1-Yasanın verdiği yetki ve gücün etkisinden kalmadan, üniversite ortamının gereği olan her türlü düşüncenin sorgulanmasına ve tartışılmasına olanak sağlanması,
2- Özerk üniversite anlayışına uygun, üniversiteyi geleceğe taşıyacak plan, proje ve vizyonun her alanda hayata geçirmek için çaba gösterilmesi,
3-Yönetim anlayışında tek akıl yerine ortak kolektif aklın önemine uygun olarak, "sözümden çıkmayan ben ne dersem onu yapabilecek yöneticiler" yerine, konuyu bilen takım ruhuna sahip bir oluşumun tercih etmesi,
4-Geniş katılımlı istişareye dayalı, paylaşımcı bir anlayışla, karar alma sürecinde konunun uzmanı danışmanlık sistemlerinin geliştirilmesi,
5-Üniversitede her konuda komisyonlar ve kurullar oluşturarak tüm üniversiteyi toptan sorumluluk almaya yönelterek, birlikte bir üniversite yönetimi anlayışının geliştirilmesi,
6-Rektörün, asıl ve saygın olanın öğretim üyeliği olduğu bilinci ile bir dönemliğine rektörlük makamında kalmayı kabul ederek, tekrar oy vereceklere değil üniversiteye yatırım yapmasını,
7-Üniversitelerin en ciddi sorunu olan liyakate dayalı akademik kadroların oluşturulmasında çıtası yükseltilmiş akademik ilkelerin oluşturulması ve yaşama geçirilmesinin sağlanması.
Bunun için, enstitüler başta olmak üzere bilim kişisi yetiştirme programı evrensel ölçekte ortaya konulmalı. Analitik düşünebilen, analiz ve sentez yeteneği gelişmiş, vizyon sahibi kişilerin; içinde yer alınan kurum ve kurullarda sağlanacağı göz önünde tutulursa üniversitedeki mevcut uygulamaların buna model olabilmesi; dolayısıyla özerk üniversite ve akademik özgürlüğün öncelikli koşullar olarak görülmesi gerekir.
Üniversiteyi bir bilim kurumu olarak görebilir, doğru bilim kişisi seçebilirsek doğru yöneticiyi de bulabiliriz.
* Prof. Dr. İbrahim Ortaş, Çukurova Üniversitesi,