Ama azıcık da çekiniyorum. Tıpkı o inanılmaz sesini kullandığı gibi sözcüklerle de arası iyidir ama ancak kendi istediği zaman. Duygularını ve düşüncelerini ifade etmek istediğinde ve sözcükleri kullandığında alıp sizi hızlı akan bir nehir gibi başka topraklara, başka ülkelere, başka diyarlara sürükler... Ama bunu ancak "değiyorsa" yapar...
Keti 44 yaşında, uzun yıllar iki toplumlu eğitmenler grubunda onunla birlikte gönüllü çalışmalara katıldık, çeşitli gruplar oluşturduk. Barış çalışmaları nedeniyle çeşitli çevrelerden çeşitli tehditler almasına karşın düşündüğünü ve yaptıklarını savunma yürekliliği gösterebilmiş bir kadın Keti. Aynı zamanda bir mezzo soprano - son dönemlerde seri konserler veriyor... Yılbaşı ve Noel için de konserler verecek...
Keti anneme şekerleme alıyor
Her buluştuğumuzda yaptığımız gibi önce sanki arada sınır yokmuş gibi davranma girişimimiz baş gösteriyor: her buluştuğumuzda bölünmüş bir ülkede yaşadığımız absürd yaşamı "normalleştirmeye" çalışırız - birlikte alışverişe gideriz, ahım şahım şeyler almasak da: bu kez de Ledra sokağındaki Woolworth mağazasına gidip oğluma çikolata, can yoldaşıma tütün alıyoruz...
Annem için bir paket şekerleme alıyor Keti. Keti'nin kızları Xenia ve Maria için yanımda harika bir bluz, şık bir çanta, birkaç popüler bilezik, kolye ve küpe getirdim. Keti, benim için ıspanaklı bir "pie" yapmış - Xenia odasına çekiliyor, Maria bir arkadaşına gidiyor ve biz Keti'yle balkonda durup çiçeklerine bakıyoruz.
Bir apartman katına sığmayan yaşamı, şarkıları, içinden geçen binlerce proje, İstanbul'dan getirdiği miniminnacık kaplumbağaları... Kocasının ailesi Çıkarma Plajı'nın sahibiydi, Altınkaya'nın... Kocasının ailesinden kayıp insanlar var...
Kayıp anne, kayıp kız kardeşi
Kocası Panikos yüreği yaralı bir insan: bana konuşmaya söz vermiş olduğu halde susmak istiyor - sözcükler belki anlamsız geliyor kayıp bir annenin, kayıp bir kız kardeşin boşluğunu doldurmakta. O yüzden fazla ısrarcı olmuyorum - Panikos beni Keti kadar iyi tanımıyor - belki zamanla o korkunç acısını paylaşmaya karar verir ve belki yıllarca damıtılmış bu acılar bizlere Kıbrıs'ta ahmakça biçimlendirmiş olduğumuz bölünmüş yaşamlardan kesitler sunar. Belki geçmişin acıları, gelecek yaşamımızda benzer acılar yaşatmayacak bir yol tutturmamızı sağlar...
Notalar kuşların kanatlarına takılır gelir diye
Keti'yle her zamanki gibiyiz: zaman zaman didişiyoruz, zaman zaman gülüşüyoruz - milliyetçilerin yaptığı gibi asla damarlarımızdaki kanın "türüne" bakmaksızın iki kız kardeş gibi kavga ediyoruz, barışıyoruz. Temelde birbirimizi çok iyi anlıyoruz, çok farklı olsak da. Uzun ve çetin bir yoldan geldik - oluşturduğumuz iki toplumlu gruplarda hem acı çektik, hem acı çekenlerin serüvenlerine tanık olduk.
Kişilik farklılıklarımızı başlangıçta "etnik farklılıklar" gibi yorumlama gafletine düştük - sonra yalnızca birer insan olarak enerjilerimizin tümüyle farklı biçimlerde çalıştığını keşfettik. Umutsuzlukların ve Fatma Azgın'ın deyişiyle "mountain of lies"ın yani "yalan dağları"nın ortasında yine de yüreğimizi ferah tutmaya çalıştık - ben yazılar yazdım, o şarkılarını söyledi... Konserler verdi ve notalarını kuşların kanatlarına ya da bulutların gümüş rengi incecik kenarına takıverdi belki gelip bizi bulur diye.
Yüreği "uçuş" halinde
İnanılmaz bir insan yüreği onunkisi. Damarında akan kanın "türüne" bakmaksızın durup herhangi bir "yetkili"yle kavgaya girişiyor - "Şunu neden böyle yapıyorsunuz? Ben sizin politikalarınızı tanımıyorum, onaylamıyorum! Şunu neden şöyle yapmıyorsunuz?"
Kavgaya tutuştuğu bir büyükelçi de olabilir, dışişlerinden bir görevli de. Milliyeti falan da fark etmez. Keti, inandığını, yüreğinden geçtiği gibi söyleyebilen bir insan - çoğunlukla "uçuş" halindedir - inanılmaz bir enerjisi vardır.
Her yöne birden koşmak isteyen bir geyik gibidir yaşam denen ormanda - oysa onun bu enerjisini toplumlarımız kolay kolay kaldıramaz - bu yüzden zaman zaman fiziksel olarak hastalanır Keti. Yüreği tekler ve doktoru ona "Artık yeter! Heyecanlanma! Vazgeç bu gönüllü çalışmalardan!" diye kızar.
Mutfaklar büyüler beni
Oysa doktorun bilmediği Keti'nin istese dahi bunu yapamayacağı, bu topraklar için bir şeyler yapma güdüsünü frenleyemeyeceğidir... Küçücük balkonda bir sigara yakıyorum, yılbaşı için aldığı çiçeklere bakıyorum...
"Keti hiç röportaj yapmadık seninle... İçinden geliyor mu konuşmak?"
"Tabii..."
Öyleyse mutfağa geçmeli çünkü evlerde en çok mutfaklar büyüler beni - mutfaklar ki burada yaşamın en temel ihtiyacı olan yiyecekler üretilir. Ancak sevgiyle döner mutfak ve ben bütün arkadaşlarımın evlerinde oturma odalarını değil mutfakları tercih ederim oturup sohbet etmek için. Yemek kokuları, kahve kokuları başımı döndürür...
Birlikte içmek ve çikolata yemek
Keti içmek için bir şeyler hazırlıyor, üzeri çikolata kaplanmış bonbonlar çıkarıyor... Ve konuşuyoruz:
Bugün kendini nasıl hissediyorsun?
Buradasın ve sanki yaşamıma katma bir değer eklenmiş gibi hissediyorum. Çünkü siyasi durum nedeniyle bilinçaltımda Kıbrıslı Türklerden soyutlanmış hissederim kendimi, çoğu zaman da eksik olanın ne olduğunu fark edemem. Ancak senin gibi insanlar yaşamıma gelip girdiğinde eksik olan şeyin ne olduğunu fark ederim. Bunca yıl boyunca, sorunun yaratılmasında hiçbir rolü olmayan senin ve benim gibi insanlar üzerindeki bu cezanın son derece acımasız olduğuna inanıyorum.
İnanıyorum ki günün birinde tarih bu liderleri lanetleyecektir eğer kendi bilinçleri bunu yapmazsa... Bu bir parantez... Mutfağımda oturman, birlikte bir şeyler içmemiz, alışverişe gitmemiz, her gün normal insanların yaptığı normal şeyleri birlikte yapmamız değerlidir benim için. Senin aracılığınla büyüyorum, kendimi geliştiriyorum. Hem kutsanmış gibi hissederim kendimi, hem de lanetlenmiş gibi bir Kıbrıslı olarak!
Neden öyle ki?
Çünkü Kıbrıslı olarak doğmak demek, yaşamın sana pek çok şeyi getirmesi demek ancak bazı zamanlarda yaşam bunları elinden de alıyor. Bu aç bir insana yiyecek gösterip burunlarının dibinden bu yiyecekleri geçirip saklamak gibi bir duygu. Bu deneyimi genişletebilmek için düşler kurarım. 44 yaşındayım.
Öyle bir yaştayım ki hayat denen bu kitapta açmış olduğum bölümleri birer birer kapatma zamanının geldiğini hissederim. Bunu da kendimi iyi hissederek yapıyorum. Pek çok şey yaptım, bazı şeyleri yapamadım. Hayat bana iyi davranmış diye düşünüyorum. Hayat denen bu kitapta bazı bölümleri teker teker kapatmak derken bu insan ilişkileri de olabilir, yapılmakta olan bir iş de...
Sanırım hayatının hiçbir döneminde bu kadar çok şarkı söylemiyordun... Bu hayatında sanki yeni birşey... Yine şarkı söylüyordun ancak bu kadar yoğun biçimde söylemiyordun, seri konserler vermiyordun. Bu nasıl oldu?
Sanırım öylesi bir noktaya geldim ki sesimin olgunlaştığını hissediyorum, bana itaat ediyor, sesimle pek çok şey yapabiliyorum. İster bir Kıbrıs türküsü olsun, ister bir opera ya da bir Yunan besteciden bir parça, tümünü söyleyebilirim. Önceleri sesimin bir özelliği olduğunu hissediyordum, insanlar da bana ne güzel sesin var falan diyordu ancak sesimle müzik serüvenlerine çıkamıyordum.
Her şarkı söylediğimde bu yeni bir dönüşüm oluyor benim için... Ciddi bir konser yaptığımda mesela. Bundan ne kastettiğimi söyleyeyim. Ciddi konseri şu anlamda kullanıyorum - bunun için çok hazırlık yapıyorum, pek çok yalnızlık sürecinden geçiyorum, bu süreçte kendimle çok konuşma ihtiyacı hissediyorum, sahneye çıkmadan önce.
Bu birkaç hafta ya da birkaç ay süren bir süreç oluyor. Sıkı çalışmayla geçiyor bu süre, detaylara bakıyorum, yaşamdaki güzelliklere bakıyorum... Benim için şarkı söylemek, bu dünyanın güzelliklerini keşfetmenin yöntemidir. Aynı zamanda yardım amaçlı bir konser yapmaya davet edildiğimde bundan da büyük zevk alıyorum çünkü başka insanlara da bir şeyler katıyorum.
Son olarak Thalassemiya Derneği yararına bir dizi konser vermiştin...
Evet... Thalassemiyalı insanların çektiği acıları ancak Thalassemiya Derneği Başkanı, Cumhurbaşkanlığı sarayındaki konser gecesinde konuştuğunda kavrayabildim. O zaman bu insanların yaşama başka bir perspektiften baktığını kavradım - yaşlandıkça yaşamak onlar için daha anlamlı oluyor meğer.
Çünkü sağlık sorunlarını, engelleri ve Thalassemiya hastalığından kaynaklanan tehditleri bir yerde aşmış oluyorlar. Ancak fiziksel olarak çok acı çekiyorlar, kan transferi sırasında rahatsızlık hissediyorlar.
Çok dokunaklı bir geceydi o gece. Seçtiğimiz müzik de Manos Hacıtakis'in müziğiydi, bu da Thalassemiyalıların çektiği acılara benzer acıları anlatan bir müzik - Hacıtakis'in müziğinde pek çok neşeli patlama var ancak pek çok da depresif dönemeç var...
Yaşamdan ve ölümden
Bu aynı müzik parçasında, aynı şarkının içinde... Ocak ayında bu konserleri tekrarlıyoruz, başka bir amaçla. Hacıtakis'i seçmemiz bile onlar için anlamlıydı - Hacıtakis yaşamdan ve ölümden, sevgiden ve sevginin yitirilişinden söz eder... Denizden çok bahseder, "Thalassa" yani "Thalassemiya" sözcüğünün çıktığı yerden.
"Thalassa" deniz demek. Thalassemiyalılar da acı çekiyor, depresyona giriyor ancak yaşamlarında bir şeyler oluyor ve yaşamayı sürdürüyorlar, yaşamı kucaklıyorlar. Hacıtakis'in müziği bu... Şarkıcı için de bu şarkılar kendini ifadede sonsuz olanaklar demek. Pek çok renk katabilir notalara - flat birşey değil yani, pek çok renk katabilirsin notalara. Bana şarkı söyleyip bu konserlere daha açık olma cesareti veren bir diğer nokta da Londra'da Guildhall Müzik Okulu'ndan resital performansı diplomasını almış olmam oldu. Bu da benim için bir teşvikti...
Müzik benim için yıllar boyunca çok düşük profilli, sessiz bir süreçti - bunu yalnızca kendim için yapıyordum. Bunu geliştirmek istiyordum. Yaşam ve toplum halleri beni rahatsız ediyordu, çok üzüyordu neredeyse her gün. Müzik benim için bir sığınak oldu, bu sığınaktan çıkmak istemiyordum, bunu paylaşmak da istemiyordum çünkü bu benim krallığımdı, benim alanımdı, çok özel bir alandı bu.
Otoriteden kuşkulanmak
Müzik aracılığıyla düşler kuruyordum... Bazı şarkıları günde 10 ya da 20 defa söylüyordum - bunu sahnede söylemeyi düşlüyordum ama böyle bir şeyi hiç yapmıyordum.
Gençlik yıllarımda kendisi sürgünde olan, müziği yasaklanmış olan Mikis Theodorakis'i dinlerken de kendimi çok güçlü hissediyordum çünkü içinde devrimci öğeler vardı, Theodorakis sistemi devirmekten söz ediyordu, kuşkulardan söz ediyordu, otoriteden ve elit kesimlerden kuşkulanmak gerektiğinden söz ediyordu.
Aynı zamanda insanın yurdundan büyük sevgiyle söz ediyordu. Topraktan ve ağaçlardan söz ederken şiirler kullanıyordu. Bir insanın köklerine ilişkin çok derin sevgisini ifade ediyordu. Tüm bu nedenlerle Theodorakis'in şarkılarını çok söylüyordum geçen yıla kadar. 20 yılımı aldı bu süreç ama sonuçta oldu. Şimdi daha sık oluyor ve farklı formatlarda oluyor... Ama yine de bunun da bir son kullanım tarihi olduğunun bilincindeyim...
Neden? Konserlere daha yeni başlıyorsun...
20 yaşında ya da 30'lu yaşlarda olsaydım farklı olurdu. Şimdi sanki ta başından başlıyorum ve kendimi bir şarkıcı olma sürecine sokuyorum ve gelecek umutlarım var gibi... Bu çok zor bir iş - Kıbrıs'ta zaten olanaklar son derece sınırlı - var olan fırsatlara da politika bulaşmış. Kıbrıs'ın dışına, yurtdışına çıkmak da daha büyük bir düş, bunun nasıl olabileceğini düşleyemiyorum.
Sihirli bir el ya da beni duyacak sihirli bir kulak mı lazım?! Yaptığımız en ufak etkinlikler için bile çok sıkı çalışmam gerekiyor - belki kendimi korumak istiyorum, yine üzülmek istemiyorum... Aynı zamanda prensiplerime ve hayatla ilgili değerlerime uygun düşecek, gelebilecek güzel şeyler için de dikkatimi ve ufkumu açık tutuyorum. Mümkün olduğunca çok şarkı söyleyeceğim ancak sınırlarımı da biliyorum - zaman bakımından da bunun bir sonu olduğunu biliyorum.
Söyleyeceğin şarkıları nasıl seçiyorsun? Son zamanlarda daha çok İtalyan ortaçağ şarkıları söylüyorsun gibi...
Daha çok opera söylüyorum. Operayı seviyorum. Opera söylüyorum çünkü opera sesimi çalıştırmak için iyi bir yöntem. Operada pek çok tekniğe ihtiyacınız vardır, o nedenle pek çok konuda çalışma yapmanız gerekir. Sesinizin fleksibilitesini geliştirmek gerekir, sesin süregelen rengi konusunda çalışmanız gerekir, sesin ayarı üstünde çalışmanız gerekir, sözcüklerin ve vurguların nasıl yapılacağı üstünde durmanız gerekir.
Ne söylediğinizi bilmeniz gerekir bunu ifade edebilmek için - bir trajedi söyleyip de gülümseyemezsiniz... Tiyatro, müzik ve şiir içiçe geçmiştir operada. Operanın içeriğinin bugün için geçerli olmadığını düşünüyorum artık. Bu öyküler bir zamanlar yaşanmıştır ancak bugün geçerliliğini yitirdiler.
Yönetmenin sizden talep ettiği tamamen farklı bir dünyada yaşanmış olan öykülerle ilgilidir. Çağdaş müzik söylemeyi tercih ederim, insanların acılarını, düşlerini, tutkularını anlatan müziği söylemeyi tercih ederim. Çok opera söyledim, bunlar daha çok İtalyan operalarıydı, çünkü örneğin Bel Canto İtalya'da doğmuştu...
Yunanca, Türkçe, her dilde
Almanlar var, Wagner var, Beethoven var, Fransızlar var Bizet gibi. Ancak operanın benim esas inceleme alanımda her zaman olacağını düşünüyorum. Yunan müziği de söylüyorum, biraz da Türk müziği söylüyorum, keşke bunu daha çok yapabilmeyi isterdim.
Türk müziğini söylerken söylediklerimin çoğunu anlamasam bile yine de ifade edebileceğimi düşünürüm... Daha çok Livaneli söylerim, Kıbrıslı bestecilerden de söylerim, geleneksel şarkılar da okurum. Şimdilerde daha çok etnik müziğe bakmam gerektiğini hissediyorum. Latin Amerika müziği ilgimi çekiyor, Andes'ten (Ant Dağları) gelen müzik mesela.
Örneğin pek fazla anlamasam da Musevi'ce şarkı söylediğimde de bundan büyük zevk alıyorum. Ermenice söylemeyi de çok zenginleştirici buluyorum. Ermeni müziğinde bir tür nostalji var, yine çoğunu anlamıyorum ama orada o nostalji.
Müzik çıkış yolu
Polonya dilinde söylediğimde müzikteki romantizmi ve dokunaklılığı hissediyorum. Müzik aracılığıyla seyahat ediyorum, her defasında farklı bir seyahat oluyor. Psikolojik ve duygusal dünyamı ancak müzik aracılığıyla ifade edebiliyorum. Çünkü istediğim yerleri dolaşabilecek kadar param yok.
Sınırları da aşamıyorum istediğim gibi, kendi sınırlarım içinde hayatta kalmaya çalışıyorum. Müzik bana bir çıkış yolu veriyor tüm bunlardan... Bunu başkalarına da aktarabiliyorsam ne güzel, böylece kendi dünyamı da genişletiyorum...
Bunun için ne söyleyeceğimi iyi düşünmem, iyice hissetmem, düşlemem gerekir. Sanki her defasında bir doğum yaparım ve çocuk şarkıyı söylediğimde yürür gider... Ve uçar gider şarkılar, bir resim ya da bir heykel gibi geride bir şey kalmaz.
Bir CD çıkarabilirsin mesela!
O da bir kopya olurdu!
Bunu hiç düşündün mü?
Düşündüm aslında ama çok para gerekir, öyle bir param yok.
Thalassemiyalılar yararına verdiğin konserlerde herhalde insanlar gene ağlamıştır... Sesinin özelliği tam olarak nedir kestiremiyorum ancak ne zaman şarkı söylesen insanlar ağlıyor... Bu sana nasıl yansır?
Herhalde ağlamışlardır... Çok korkunç biçimde şarkı söylediğim gibi bir gerekçeyle ağlamadıkları sürece, tamam! Yakın geçmişte Girne'den bir koroyla büyük bir konserde şarkı söylediğimde bunu derinden hissettim. Kalabalık çok büyüktü... Ortaya çıkan şey inanılmazdı. Evet kabul ediyorum, orada zaten bir nostalji var, insanlar etkilenmişti, zaten duygusallık vardı ancak Londra'da da başıma geldi, aynı deneyimi Hacıtaki'nin müziğiyle de yaşadım Thalassemiyalılar yararına konserde...
Ankara'da da insanlar ağlamıştı, hatırlıyor musun?
Evet, Ankara'da da ağlamışlardı, Yunanlılarla Türkler birlikte ağlamışlardı... Sanırım bunun nedeni dışarıya akıtamadığım içimdeki gözyaşlarıdır - ağlasaydım o zaman gözyaşlarından bir nehir olurdu bütün hayat için.
Söyledim sana, pek çok şey yaralar beni her gün - televizyonda Arjantin'de çocukların yetersiz beslenme nedeniyle öldüğünü gördüğümde yaralanırım, bacaklarını kesmeleri gerektiğinde çocukların ya da hayatlarını bir güncük daha uzatabilmek için onlara iğne vurduklarında tüm bunlar beni yaralar.
Umutsuz ve çaresiz hissederim kendimi o zaman - neredeyse aciz hissederim - insanlığın etik sakatlığı yaralar beni. Batılı dünyanın dışında dünyanın geriye kalanının yaşadıkları var, yoksulluğu, açlığı, hastalıkları önleyebilecekken önleyememelerini görmek...
Aslında konuşan ruhum
Irak'ta yaşananlar çok korkunçtur mesela - insanlar yine liderlikler arasındaki politikanın kölesi haline getirilmiş. Ya da Sudan'daki çocuklar, kuraklık nedeniyle ölüyorlar. Savaşta ölenler...
Ve Kıbrıs'ta yaşananlar... Yaşadığımız dünya adil bir dünya değildir - insanlar kendilerine ait olduğunu sandıkları bir şeyleri kazanmak uğruna başka insanlara karşı adaletsizce davranmaya hazırdırlar. Bu da çok yaralar beni... Örneğin gençler, kanatlanıp uçmaya hazırdırlar ama tanıdıkları biri yoktur ya da bir siyasi partide aktif olarak çalışmazlar diye bu olanakları yoktur...
Ya da "önemli birini" tanımıyorlardır. Şarkı söylemeye yaptığım hazırlıklar, tüm bu günlük psikolojik ve duygusal deneyimlerimin süzgecinden geçer. Ve şarkıda bu ortaya çıktığında aslında konuşan ruhumdur. Görülüyor ki ruhum çok hüzünlü bir ruhtur... Çok gülmeme karşın, öyle görülüyor ki üzgün bir ruhum var...
Girnelilerle ilgili deneyimlerinden söz eder misin? Onlara şarkı söyledin, eşin de Girneli...
İnanıyorum ki politika Girnelileri geriye kalan Kıbrıslılardan ayrı olarak bir ikileme koyarak tanımlamıştır. Girne dönmek ya da dönmemek konusunda bir simgedir. Geriye dönülüp dönülmeyeceğinin simgesidir. Politika bu insanlara olağanüstü bir kimlik vermiştir.
İnsanların bu kimliği dönüştürmesinde pek çok gerçeklik olduğu kadar, gerçek olmayan pek çok yön de var... Girneliler bu kimliklerini dönüştürdüler yıllar boyunca, evet göçmendiler ancak bir de toplumun geriye kalanının onlara nasıl baktığını düşünmek gerek.
Girneliler belirli bir yere mi yerleştirildiler yoksa dağınık mıdırlar?
Pek çoğu Lefkoşa'dadır, Leymosun'dadır, Larnaka ve Baf'ta daha az sayıda Girneli var... Birlikte kalabilmek için çok uğraş verdiler, birbirlerine destek olmak için. Duyduklarıma göre pek çok şey geçmişin anılarına dayanıyor - nasıl yaşadıkları, neler yaptıkları, günlük yaşamlarına ilişkin anılara...
Şimdi güneyde yaşıyorlar, fiziksel olarak buradadırlar ama sanırım politika onların yaşamını ve kimliğini daha bir yoğunlaştırdığı için, (çünkü hep o geriye dönülüp dönülmeyeceği şeklindeki soru işareti vardır) bir tür ikilem içinde yaşamalarına neden oluyor.
Fiziksel olarak burada yaşıyorlar ama zihinsel olarak hala oradadırlar. Pek çok kez Girnelilerin şöyle dediğini işittim: "Bunca yıl ayakta ve aklı başında kalabilmemizin nedeni geçmişteki deneyimlerimizdir. Aksi halde çoktan aklımızı yitirmemiz gerekirdi... Öylesine güzel bir yaşamımız vardı ki..."
Artık aynı şey olmayacak
Kuzeyin renkleri, Girne'nin renkleri geçmişten hatırladıkları imajlarda bir rol oynuyor, biliyorsun Girne'nin doğal çevresi, üç boyutlu bir resim gibi... Girne'nin bir tür kabartma resmi gibi... Ki bu kabartma resmi Kıbrıs'ın başka herhangi bir yerinde bulamazsın. Küçük mahallecikler vardı, bu mahalleciklerde pek çok şey olurdu, sabahları komşular birlikte oturur, birlikte yemek pişirir, nakış işlerdi. Geceleri erkekler kahvede toplanırdı, sonra ayağa kalkıp evlerine dönerlerdi. Lapta-Karava tepelerinde insanlar birlikte yürürdü.
Tüm bu çerçeve hala belleklerinde duruyor, bunu bırakamıyorlar. Asla da bırakmayacaklar. Bu yaşamlarının hüzünlü yanı - bu tarafa geçmiş olmalarına, bir işleri, bir aileleri olmasına karşın her zaman geri dönme ve her şeyin 1974'te bıraktıkları gibi bulunacağı güdüsü vardır. Sanırım Kıbrıs sorununun trajedisi işte tam da bu noktada yatıyor. Girne'deki toplum orada olmayacaktır, orada değildir. İnsanları birbirine bağlayan bağlar orada değildir artık.
Pek çoğu ölmüştür. Diyelim ki Girneli göçmenleri aldık ve evlerine yerleştirmeye çalıştık. Komşuların belki de yarısı orada olmayacaktır, ya ölmüşlerdir ya da göç etmişlerdir. Ötekiler 28 yıl yaşlanmıştır, 28 yıl boyunca ne yapmıştır? Belki Leymosun'da yaşıyordur ve sen artık onu tanımıyorsun. 28 yıl boyunca bir şekilde büyümüş, gelişmiştir. O artık bir yabancıdır, bir başkasıdır. Elimizde sihirli bir değnek olmuş olsaydı ve onları geri döndürmüş olsaydık Girne'ye, artık aynı şey olmayacaktır, yabancılaşmış olacaklardır...
Bu yara nasıl tedavi edilebilir?
Bu tarafta hükümet ya da devletin özen göstermediği tam da budur, yani yaraların sarılması ya da insanların travmalarını ve acılarını aşmalarında yardımcı olunmasıdır. Kuzeyde durumun nasıl olduğunu bilmiyorum, yalnızca bazı kuşkularım var ancak kuzeyden söz etmeyeyim çünkü orada yaşamıyorum. Kuzeyle ilgili pek az deneyimim o tarafa geçtiğimde tanıştığım insanlardan duyduklarım ve gözlemlerimdir, o nedenle adil olmaz...
Şunu söyleyebilirim: bu kuzey için de geçerli olabilir, örneğin kuzeyden güneye dönmek isteyenler de olabilir... O nedenle kolektif, interaktif ve dinamik bir süreç olmalıdır - çok insancıl bir süreç olmalıdır bu. İnsanlar birlikte oturmalı ve konuşmalı, konuşmalı ve dinlemeli ve dinlemelidir...
Dışarıdan paraşütle inenlerin, kalkınma planlayıcılarının falan düzenlediği atölye çalışmalarına Kıbrıs'ta şu aşamada ihtiyacımız yoktur. Yalnızca oturup konuşmalıyız. Şöyle düşün: diyelim ki Girne'den Mehmet Ali adlı komşu, yine Girne'den komşu Nikolas'la buluşuyor ve birlikte oturup konuşuyorlar. Saatler boyu konuşuyorlar, ne kadar zaman gerekirse o kadar süre - süreç için alan yaratıyorlar.
İki tarafın acıları
Tekrar buluşuyorlar ve birbirlerinin omuzlarında ağlıyorlar gerekirse ya da gülüyorlar, öfkeleniyorlar ama tüm bu duyguları ortaya döküyorlar, karşılarındakine bunları gösteriyorlar... Ve otorite ve elit rolündekiler de oturup onları dinlemelidir, aşağıdan yukarıya doğru dinlemelidirler insanları...
Artık yukarıdakilerin aşağıdakilere bir şeyler dikte etmesi son bulmalı... Bu ülke taa Osmanlılar'dan İngiliz sömürgecilerden ve üç yıllık sözde bağımsızlık döneminden bu yana böylesi bir modelden ötürü çok acı çekti. 1963'ten sonrasının paranoyasından çok acı çekti.
Buna bir ülke, bir devlet demiyorum, benim için yalnızca paranoyadır. 1963'ten sonra Kıbrıslı Türklerin çoğunluğu enklavlarda yaşıyorken, geriye kalan Kıbrıslı Rumların yurttaşları Kıbrıslı Türklerin çektiği acılar konusunda en ufak bir fikirleri bile yoktu! Ya da Kıbrıslı Türk yurttaşlarının evlerinde, yüreklerinde, hayatlarında yaşadıkları konusunda...
İki toplumdan çok şey gizlendi
Kendi yollarında devam ettiler, kendi hayatlarını sürdürdüler, kendi söylemlerini sürdürdüler. Ya sonra? Çoğu insan için sonra 1974 oldu ve Kıbrıs'ın tarihsel travmasının 1974'te başladığını hatırladılar... Üzgünüm ama hayır! 1963'ten bu yana her iki toplumdan pek çok şey gizlenmiştir, aktarılmamıştır...
İnsanların birbirlerine ilişkin belleklerini tazelemeleri gerekir - gözyaşlarını akıtıp yeniden toparlanmalıdırlar ve hatta olanlar için birbirlerine özür dileme cesaretini de bulmalıdırlar. Ancak sahip olup da parçalara ayırdıkları şeylerin, onlara verilmiş olan şeylerle ya da sahip oldukları şeylerle artık aynı olmayacağını kabul etmelidirler.
Bu gitmiş, bitmiştir. Parçalarını toplayacaklardır, her bir birey neler olmuş olduğunun analizini yapmalıdır - kesin doğrular yoktur. Tarihçiler yazsa dahi, o da onların perspektifidir. Bu adada bulunan her bir insanın kendi öyküsü vardır, bu öykü de dışa vurulmalıdır, çünkü çok değerlidir.
Komşularımızın umutları?
Birbirimizin deneyimlerine değer vermeliyiz ve sonra birlikte hareket etmeye karar vermeliyiz, paylaşacak kadar cesur olmalıyız. Daha fazla avantajı olanlar, daha az avantajı olanlarla paylaşmalıdır bunları, daha az avantajı olanları öylesi bir düzeye yükseltmeye çalışmalıdır ki bir denge kurulabilsin, anlayış ve güven oluşturulabilsin.
İnsanlığın geleceğine baktığımda, gelecek yılların insanlık için daha da kötü olacağını, yaşamanın daha zor olacağını tahmin edebiliyorum. Ya birbirimize tutunarak birbirimizle gerçek bağlar oluştururuz, böylesi bir adımı atabiliriz ya da oportünist kriterlere dayalı bir karar alırız ve o zaman da uzun ömürlü olmaz hiçbir şey...
Geçmişi kabul etmeliyiz, tarihi kabul etmeliyiz ancak şimdiki dönemi de kabul etmeliyiz. Hakkında konuştuğumuz şu Kıbrıslı Türkler kimlerdir? Yalnızca anılarımız var... Komşularımız ya da tanıdıklarımıza ilişkin anılarımız da 30 yıl öncesine aittir. Onlar şimdi kimdir, nerededir? Hayattan ne bekliyorlar? Neyi umut ediyorlar?
Ya liderlikler yarı körse?
İnsanların yüz yüze görüşüp konuşma ve böylesi deneyimler elde etme olanakları yoktur, düşlerini birbirlerine ifade etmeleri, ortak bir vizyon geliştirme olanakları yoktur şu anda. Mesajlar ancak liderlikler aracılığıyla veriliyor. Peki ya bu liderlikler yarı körseler?
Tümüyle kördürler demiyorum ama ya yarı yarıya körseler? Politik elitlerin ya da varolan retoriğin bu yarı körlüğüne kurban edildik diye düşünüyorum. Bunun çözümü de yok çünkü zaman geçip gitti, geri getiremeyiz, ta başından yeniden başlayamayız.
En azından iki toplum olarak, iki devlet olarak adına ne derlerse desinler, en azından birbirimizin insanlığını kabul edebiliriz ve bunun üzerine bir şeyler kurmaya çalışabiliriz.
Alttan alta yoğun ırkçılık
Daha fazla bir şeyler koparmanın yöntemini aramak yerine birbirimizin önemini takdir edebiliriz! Bankaya ne kadar para girecek, AB'den toplumumuza ne kadar para girecek, ne kadar mal alacağız, yüzde şu mu bu mu, kaç kişi dönecek kaç kişi kalacak gibi hesapçıklar absürddür, paranoiddir...
1960'lı yılların başlarındaki Amerika'yı hatırlatır bana - ya da bir dönemin Güney Afrikası'nı... O zamanlar siyahlar beyazların bölgelerine geçemiyordu - bugünün Kıbrıs'ında dahi altta yatan yoğun bir ırkçılık var. Kuşkular var... Sanırım ırkçılık, kuşkuların tekrar tekrar çoğaltılmasından, yeniden üretilmesinden kaynaklanır.
Trajik biçimde yeniden üretilir bunlar... Siyahlar beyazların otobüslerine binemiyordu hatta hastanelerine bile giremiyordu. Öyleyse bunlar kim oluyor da bana gece yarısı saat 12'de dağın tepesinde yürüyemeyeceğimi çünkü güvenlik gerekçeleri olduğunu iddia edebiliyorlar? BM'nin büyük beyinleri, uluslararası topluluk, siyasi liderlikler, uluslararası diplomatlar böyle düşünmüşler!
Herhangi bir değişiklik olacağını hissedebiliyor musun gerçekten? Çünkü bilmek başka şeydir, hissetmek başka bir şey...
Eğer değişiklik salt bir anlaşma imzalamış olmamızdan kaynaklanacaksa bunun bugünkü paranoyanın uzatılmış bir biçimi olacağını hissediyorum. Bu paranoya ikilemleri ve sınırları daha da güçlendirecektir ve çıkış yolları varmış gibi de yanılsamalar koyacaktır önümüze. Benim için değişim nedir biliyor musun?
Her bir Kıbrıslı Türk ve Türkiye'den gelip Kıbrıs'a yerleşmiş, Kıbrıs'ı seven ve burada kalmak isteyen Türk ile her bir Kıbrıslı Rum ve Yunanistan'dan gelmiş bir Yunan ya da bir Latin ya da bir Ermeni ya da Kıbrıs'ı seven ve burada yaşamak isteyen bir Moğol ayrı bulunduğu insanları dinleme ve konuşma fırsatına sahip olursa, değişimi yaratacak olan budur.
Dikenli telleri sınırlara, ara bölgelere, yeşil hatlara yalnızca ordular yerleştirmez, ne yazık ki dikenli teller yüreklerimizi ve beyinlerimizi de sarıp sarmalar. Sonuçta şöyle bir değişimin düşünü kuruyorum: çıplak elleriyle de olsa ve elleri kanlar içinde kalacak olsa dahi dikenli telleri koparacakları bir değişim.
Köy meydanlarında dans ettikleri an
Bu sınırları kaldırıp birbirlerini kucaklayacakları bir değişim. Sözde "kuzey"den ve sözde "güney"den insanların kitlesel bir hareketinin olacağı, birbirlerine doğru yürüyecekleri ve yeşil hat boyunca buluşacakları an olacaktır benim için gerçek değişim...
Tarihin o kritik anını kendileri için anlamlı kılacakları bir değişim. Üniversitelerde, dışişleri bakanlıklarında falan planlar yazan, bunları düzenleyenler için değil...
Sarayönü'nün, Eleftheria Meydanı'nın ve köy meydanlarının insanlarla dolup taştığı, dansettikleri, birbirlerine sarıldıkları, birbirleriyle buluşup birbirlerini kendi hayatlarına memnuniyetle karşılayacakları andır değişim... Geçmiş bizlere pek çok acı çektirmiş olsa dahi, bir kişi kötü bir şey yapmış bir başka kişiyi tanımış olsa dahi, bir affetme ve ileriye gitme anı düşlüyorum, bu çok güçlü olacaktır.
Bir Pazar günü birbirimize yürüdüğümüzde
Bunun kolektif bir an olduğunu düşlüyorum, insanların çoğunun böyle bir şey yapmaya karar aldığı an... Bunca yıldır şu veya bu şekilde iki toplumlu gruplarda yaptığımız onca çalışmaya karşın, bu sürecin de bir başka tür elit yaratmış olduğunu düşünüyorum... Bu çalışmalar, Kıbrıs sorununa çözüm bulmak isteyenlere bilgi sağlamış olan bir süreç olmuştur, Hannay'lere ve Holbrooke'lara...
Yalnızca bir kesim yararlanabilmiştir bundan ama ya geniş toplum kesimleri? Ya anlatacak ya da verecek çok şeyi olup da örneğin İngilizce konuşamadığı için bu sürece katılamamış olanlar? Örneğin Mutallo'da yaşayan bir Girneli göçmen? Ya da Omorfo'da yaşayan göçmen bir Kıbrıslı Türk?
Örneğin bir Pazar diyelim ki saat 10'da birbirimize doğru yürüdüğümüzü düşlüyorum... Baf'tan Xero'ya, Karpaz'dan Mağusa'ya, Leymosun'dan Lefkoşa'ya, Larnaka'dan Mağusa'ya, Pile'ye, Girne'den Omorfo'ya, Gönyeli'ye yürüyeceğimiz, aynı anda yürüyüşümüzü düşlüyorum, dikenli teller olmayacaktır o zaman - hiçbir şey insanları durduramayacaktır, askerler yok, silahlar yok, yalnızca insanlar birbirlerine doğru yürüyorlar.
39 yıldır kilitlenmiş bulutları dağıtmak
Benim için değişim budur... İster fiziksel ister zihinsel olsun, ister duygusal ya da ruhsal olsun böylesi bir yürüyüş, birbirimize doğru bir yürüyüş... O zaman 39 yıldır bu adanın üzerine kilitlenmiş bulutları dağıtacak enerji ve atmosferin doğmakta olduğunu düşünürdüm... O zaman hala hayattaysam, sana bulutların arasından süzülüp gelen ışığı gördüğümü söyleyeceğim.
Güneş ışınlarının insanların yüzlerini aydınlattığını düşleyebiliyorum, o zaman daha önce hiç aydınlanmadıkları biçimde ışıldayacaklardır... Ve dünyaya da daha farklı bakacaklardır... Tüm bu planlar Sevgül, tüm bu anlaşmalar yalnızca teknik konulardır, çok yapaydırlar, bizlerden o kadar uzakta meydana geliyorlar ki...
İnsan yüreklerinden çok uzaklarda meydana geliyor bunlar. Kıbrıs sorununu çok iyi incelemiş olanların bir ürünü olarak ortaya çıkıyorlar, Kıbrıs sorununu çözmek için sağlam çıkarları olanların ürünleri olarak ortaya çıkıyor, ya buraya ziyaretler yapmış ya da Kıbrıs'ı üniversitelerde kitaplarda okumuş olan ve bu planları hazırlayanlara danışmanlık yapan akademisyenlerin bir ürünü olarak ortaya çıkıyor...
Öldürülmüş bir Türk ya da Yunan askeri
Ya da diplomatların dili olarak ortaya çıkıyor bu planlar. Korkarım ki bu planlar yüreklerimizin bir ürünü değil... O nedenle bunlarda yüreğime hitap eden herhangi bir şey bulamıyorum. Ancak 1974'te öldürülmüş bir Türk askeriyle bağ kurabiliyor yüreğim, ya da 1963 veya 64'te öldürülmüş bir Yunan askeriyle bağ kurabiliyor...
Çünkü bağlantı kurduğum nokta, rollerin arkasında yatan insanlıktır. Eğer bu insanlığın ortaya çıkabileceği bir süreç yaşanabilirse, o zaman cesur yeni bir dünyadan söz edebiliriz...
Bunun ötesinde, paranoya devam edecek ve daha da yoğunlaşacaktır. O zaman pek çoğumuzun Picasso'nun Guernica'sı gibi çarpılacağımızı da söyleyebilirim, ayaklar başın üstündedir ya da kulakların yerindedir, ressam diliyle söylersek... Hastalıklıdır yani...
Repertuvarında tüm bunları ifade edecek bir şarkı var mı Keti?
Sanırım tek bir şarkı değil ama şarkıların dilidir. Daha çok Türkçe şarkı söyleyebilseydim bu tarafta ve öteki tarafta daha çok Rumca şarkı söyleyebilseydim... Bilmiyorum belki de sonuçta tümüyle yalnız kalırdım! Düşlerimde ve düşüncelerimde tümüyle yalnızlaşırdım o zaman belki de...
Belki de diğerlerinden farklıyım ve toplumun geri kalanıyla bağlantı noktası bulamıyorum... Bilmiyorum... Denize şarkı söylerdim ve denize bu mesajı karşı tarafa götürmesini söylerdim çünkü ben gidemiyorum ve bu mesajı karşı tarafa bizzat taşıyamıyorum...
Rüzgara şarkı söylerdim ve rüzgarın sevgimi kuzeydeki insanlara taşımasını isterdim. Kuşlara şarkı söylerdim çünkü onlar uçabilir, onlar için dikenli teller yoktur. Belki yıldızlara şarkı söylerdim çünkü yıldızlar gümüşümsü gülümseyişlerini hepimize gösteriyor... Kim ya da ne olduğumuza bakılmaksızın güneş hepimiz için doğuyor, güneşe söylerdim şarkımı...
Çarpıtılan insanlık onuru
Toplumda yanlış olan nedir? İnsanlar neden dengesini yitiriyor? Ya da insanlıkla neden bağları kopuveriyor? Doğal varoluş halleriyle neden varolamıyorlar? Çünkü insanlık onurları küçük harfle tanımlanmıştır, büyük harflerle değil ve bu tanımlamanın içinde de insanlık yoktur, insani değerler yoktur, sevgi, destek, dayanışma gibi değerler yoktur...
Mutluluk denen değerin yerini içinde yaşadığımız sistem başarı denen değerle doldurmuştur, "başarılı olma planı" ya da "çalışma planı" ya da "korunma" planı... İnsanlık orada değilse, korunacak olan nedir?
Eğer Kıbrıs'ın paranoyasını tanımlayacak olsaydım, Kıbrıs sorunundan söz etmiyorum, genelde Kıbrıs'tan söz ediyorum, kuzey ve güney Kıbrıs... En azından güney Kıbrıs'ı tanımlayabilirim... Kıbrıs'ın paranoyası, insanlık onurunun bu şekilde çarptırılmasıdır.
Onurla bağ kurmak
Bunu söylemekten korkmuyorum Sevgül, insanlık onuru çiğnenmiştir. Sosyal, ekonomik, siyasi bir sistem var, ancak bu sistem insanları alıp olmaları gerektiği yere yerleştirmiyor, bu ülkenin gelişmesi için yapmaları gerekeni yapmaları için insanları bir yerlere getirmiyor, bu ülkede hiçbir şey olması gerektiği gibi yapılmıyor.
Yapılan her şey bir insanın çıkarlarına, tanıdığı biri olup olmadığına bağlı, bazı hizmetler karşılığında, ekonomik çıkarlar karşılığında yapılıyor bunlar. Üzülerek söylemeliyim ki Kıbrıslıların kendilerinden başka hiç kimse insanlık onurlarını tanımlayamaz.
Eğer daha önce sözünü ettiğimiz değişime geri dönecek olursak, insanlık onuru konusunda bir bilinçlenmedir bu, insanlık onurunu nasıl tanımlarız ve onunla kendi aramızda nasıl bir bağ kurarız... Bununla yaşama cesaretimiz var mı?
Çok güzel bir röportaj oldu bu...
Kıbrıslı Türklere yönelik sevgimi kimsecikler anlamıyor. Belki genelleme yapmamalıyım, bazı Kıbrıslı Türkler demeliyim. Kıbrıslı Türklerle istediğim kadar birlikte olamadığım için midir bunu daha yoğun yaşamam, belki de öyledir. Belki de her gün seni görseydim o zaman kavga ederdik!
Geçmişteki kavgalarımız gibi!
Evet! Belki de bütün bu sevgi uçar giderdi, ha?! Belki de başka Kıbrıslıların sahip olmadığı deneyimlere sahip oldum. Bir aktivist olduğum için başka herhangi birinden çok daha fazla kez sınırları geçebildim, bunun için elbette suçlandım da!
O nedenle kendi içimde kendimi güçlendirdim ki insanlık için sevgim sürdürülebilir olabilsin ve hiçbir şey onu yerinden kıpırdatamasın, somutlaşsın. Aynı anda hem kutsanmıştım hem de lanetlenmiştim - toplumun geri kalanı lanetliyordu beni ve "sen hainsin" diyordu! Belki de başka insanların düşlerini sukutu hayale uğrattım kendi düşlerimi gerçekleştirirken.
Kuzeyde tansiyonumun çıktığı ve hastalandığım o günü hatırlıyorum. Hastaneye götürülmem gerekmişti ve doktor ya geri güneye gidersin ya da uzanıp yatmalısın demişti. Ben de aman hastanede kalmak istemiyorum, gidip uzanabileceğim ve dinlenebileceğim bir yere götürün beni demiştim.
Annenin yastık örtülerinde
Kendi içimde bir dilemma vardı, bir seçim yapmak zorundaydım - barikat yalnızca 10 dakika uzaklıktaydı. Eğer barikatı geçip geri dönersem bitecek her şey dedim, güneydeki hastaneye gitmem gerekecek falan. Kuzeyde kalırsam deneyimim uzayacak, o zaman kendime söyleyecek daha fazla şeyim olacak.
Sonra ya burada ölürsem diye düşündüm, çevremdeki herkes için büyük sorun yaratacak böyle bir şey! İçimdeki ses 'Evimde ölmek istiyorum' diyordu, 'bilmediğim bir yerde değil, bana ait olmayan bir yerde değil'... Kendimi çok garip hissediyordum.
Sonra sizin eve gittim, annen bana baktı, kendi yatağını verdi... Orada biraz uyudum ama pencereden ağaçların yapraklarını görebiliyordum, mahallede oynayan çocukların seslerini duyabiliyordum. Çocukların konuşmalarından belki de onların Kıbrıslı Türk olmadığını, Türkiye'den gelmiş ailelerin çocukları olduğunu düşündüm, bu kimin umurundaydı?
Girne limanında
Onlar çocuktu, onlar hayattı... Annenin yastık örtülerini hatırlıyorum, işlemeli örtülerdi, tıpkı annemin yastık yüzleri gibi. Sonra 'Bu dünya bana yabancı değil' diye düşündüm, "Bu benim dünyam!" Bu dünyadan mümkün olduğunca çok şey almak istiyordum.
Buradan ayrılmak istemiyordum ama sonra konferansa dönüp konuşma yapmam gerektiğini hatırladım - ne olacağını da bilmiyordum, tansiyonum hala yüksek miydi, düşmüş müydü kestiremiyordum. Sonra kocandan beni dolaştırmasını istedim, kısacık bir gezi, Girne limanını görmek istiyordum, arabadan inmeden ve sonra da konferansa geri dönmek. Gerçekten götürdü beni ve arabadan inmek isteyip istemediğimi sordu.
Gözlerimi açtım, her yere dikkatlice baktım, her şeyi hatırlamak istiyordum, kırmızı pencereli bina, beyaz pencereli bina... Gözlerimi kapayınca hiçbir şey hatırlamıyordum. Öyleyse başka bir duyu organımı harekete geçirmeliyim diye düşündüm, Girne'yi koklan...
Belki bir gün tanışmak
Sonra ne yapıyorum diye düşündüm, geri dönmek istedim konferansa. Geri döndüm konferansa ve sonra güneye ama bir şekilde hiçbir zaman dönmedim geriye, bir parçam orada kaldı, her zaman da orada kalacak. Duyu organlarım bile yardımcı olmamıştı pek o gün - ancak yüreğim o kadar açıktı ki Girne limanında yürüyen herkese karşı büyük bir sevgi hissediyordum, onları kucaklayabilirdim.
Ta derinlerimden 'Siz insanlar belki Girne'yi dün tanımıyordunuz, on yıl önce tanımıyordunuz, bilmiyordunuz... Yine de kendi yolunuzda Tanrı sizi korusun' diye düşündüm. 'Kim olursanız olun, belki bir gün tanışırız ve birlikte yürürüz...' (SU/NM)
(Devam edecek)
(*) Bu röportaj dizisini Yenidüzen gazetesinde 2.12.2002'den itibaren 7 gün yayımlandı.