Her yıl, ağacın patlayan ilk tomurcuğu görülür görülmez, hükümet binasının kapısına asılan bir bildiri ile, baharın geldiği cümle aleme ilân edilirmiş. Normalde Mart ayı içinde tomurcuk veren ağaç, 188 yıldan beri ilk kez bu yıl Ekim ayı sonunda çiçeğe durmuş.
2006 yılı, biraz ürkütücü bir masal gibi hikâye etmeye çalıştığımız böyle pek çok tuhaf olayın birlikte yaşandığı bir yıl oldu aslında: Dünyanın bazı yerlerinde, mesela Britanya'da, kayıtların tutulmaya başlanmasından bu yana görülmüş en sıcak yaz oldu; meşeler yaprak açtı, sarmaşıklar dört bir yanı sardı, yabani kara üzümler salkım salkım sallandı; bazı yerlerde, mesela Rusya'da yüzyıllardır görülmüş en sıcak kışa girildi, her zamanki gibi donmak yerine şırıl şırıl akan Moskova nehri kenarlarında bin bir renkli çiçekler açtı; mesela Alpler'de yükseklere kar düşeceğine kayak pistlerine sıra sıra papatyalar dizildi; mesela Avustralya'da, gelmiş geçmiş en büyük kuraklığın içine girilmesiyle önce kış ürünlerinden, sonra yaz ürünlerinden, sonra da bazı tarlalardan vazgeçilmek zorunda kalındı.
Bütün bu oluşumlarda küresel iklimdeki bir denge bozulmasının, küresel ısınmanın izlerini görmek mümkün.
Bitkiler alemindeki bu kısa ve kuşbakışı geziyi belki de gezegenin tarihinde görülmüş en tuhaf ve vahim gelişmelerden biriyle tamamlayabiliriz: Son 10 yıl içinde yapılan uydu gözlemlerinden elde edilen veriler, iklim değişikliğinin, okyanusların "akciğerleri"ni öldürmekte olduğunu ortaya koydu.
NASA uydularını kullanan bilim insanları yeni bir olguyu bize gösterdiler: Küresel ısınma okyanusları ısıttıkça, mikroskobik bitkisel deniz canlıları olan fitoplanktonların gelişmesinin yavaşladığı tarihte ilk kez ispatlandı. Fitoplanktonlar denizlerdeki tüm beslenme zincirinin ilk halkasını, yani temelini oluşturuyor.
Onların hayatiyeti azalınca, okyanusun verimliliği de düşüyor. Yani, denizde hayatı meydana getiren fotosentez olgusunu yaratmakta kullanılan klorofil maddesinin yoğunluğu azalıyor.
Bu, kendi başına yeterince ürkütücü olmakla beraber, beterin beteri de var: Bilim insanlarının asıl korkusu, küresel ısınmayla okyanusların ısınmaya devam etmesi ve bir "pozitif geri besleme" döngüsünün (kısır döngü) ortaya çıkması. Yani, atmosferdeki karbondioksit (CO2) yoğunlaşması yüzünden okyanuslar ısınıyor, daha çok ısınan okyanuslar daha çok fitoplankton kaybediyor, bu daha az CO2 emilmesine, daha çok CO2 yoğunlaşmasına sebep oluyor, bu da daha fazla küresel ısınmaya yol açıyor...
Yani, en büyük karbondioksit yutaklarından biri olan okyanuslar ısındıkça bu özelliğini kaybediyor, daha fazla asitleniyor, deniz kabuklarını yaratan planktonlar ölüyor, daha az CO2 kaybeden okyanuslar daha çok asitleniyor, kabuklu deniz hayvanları yok oluş sürecine giriyor...
Soğuk bir gazlı içeceğin sıcak olanından çok daha "fışırtılı" olması gibi, daha sıcak bir dünyada, okyanusların "on yüz bin milyon" CO2 baloncuğu "fışkırtması" dahi söz konusu olabilir. (Tabii, itiraf etmeliyiz ki, bu spekülatif bir model. Yani bunun gerçekleşeceğini kanıtlayamayız - taa ki gerçekleşene kadar...)
Denizlerde, atmosferdekinden çok daha fazla CO2 var. Dolayısıyla, burada bir bakıma "bütün kısır döngülerin anası"ndan söz edilebiliriz.
Hayvanat "bahçesi"nde bir gezinti
Hayvanlara ilişkin olarak söyleyebileceklerimiz de yukarıda anlatılanlardan pek farklı değil:
Yılın son ayının son haftasına girilirken, çoktan tropiklere uçup gitmiş olmaları gereken göçmen kuşların, kırlangıçların vb. hâlâ kuzey Avrupa ülkelerinde ortalıkta dolandıkları, İngiltere'de, Fransa'da yusufçukların, balarılarının, hatta kızıl amiral kelebeklerinin dahi bahçelerde neşe içinde uçuştukları, tırtılların, Moskova Hayvanat Bahçesi'ndeki jaguarların inlerini terk edip ılık havanın keyfini çıkarmak için açık havaya çıktıkları, ayıların yarı sersem ortalıkta dolaştıkları, Güney Kutbu'nda yaşayan Adelie penguenlerinin sayısında buz örtülerinin erimesine tamamen paralel olarak büyük bir düşüş olduğu, Falklands adalarındaki penguenlerin nüfuslarının son 75 yıl içinde yüzde 15'ine indiği, yine bu günlerde gözlemlenmekteydi.
Ama asıl tuhaf ve vahim rapor, yani doğal dünyanın milyonlarca yıllık kadim ritimlerinin ciddi bir şok dalgasına girdiklerini gösteren çok çarpıcı bir bilimsel rapor, yıl sonundan önce İspanya'dan geldi.
Santander Üniversitesi, coğrafya ve iklimbilim uzmanlarının açıkladığına göre, Kuzey İspanya'nın Cantabria dağlarında yaşayan boz ayılar 2006 kışında kış uykusuna yatmaktan vazgeçmişlerdi. Kış uykusu, hemen hemen bütün hayvan davranışlarında görülen evrimle aynı sebeplere bağlı olarak gelişmiştir.
Yani, hayatta kalma şansını maksimuma çıkarma stratejisinin bir uzantısı olarak. Ayılarda, kirpilerde, yarasalarda vb. türlerde milyonlarca yıl içinde evrilen ve başarılı olduğu için sürdürülen bir enerji sakınım stratejisinin, şimdi Cantabria ayıları tarafından birdenbire terk edilmesi olgusuyla yüz yüze bulunmaktayız. Bunu nasıl açıklamak gerekir? Bazı yazarlar ve bilim insanları bundan iki sonuç çıkarmaktadırlar:
Boz ayıların çevresindeki ortamda çok büyük bir değişiklik olmaktadır ve bunun sebebinin küresel ısınma olması ihtimali, herhangi bir başka teori kadar yüksektir. İkincisi, bu ayılar milyonlarca yıldır başarılı olmuş bir stratejiyi terk edip, bilinmeyene doğru yelken açmaktadırlar.
Isınan mevsim yüzünden kış uykusundan vazgeçip aktif hale geldikten sonra, yeterince yiyecek bulamazlarsa akıbetleri ne olacaktır? Bu sorunun cevabı konusunda insanlığın mevcut bilgi haznesi yeterli değildir - çünkü, tarihte bunun bilinen bir örneği yoktur. Dolayısıyla, buna da bir bakıma "bütün aksak ritimlerin anası" diyebiliriz belki.
Ada sahillerinde beklerken
Üçüncü ve son olarak, insanlar alemine inelim ve bu küçük turu, dünyanın en "uzak" adaları üzerinde uçarak yapacağımız küçücük bir gezintiyle tamamlayalım.
2006 Noel'ine girilirken, iklim bilimcilerle çevrecilerin en karanlık kehanetlerinden birini doğru çıkaran çok tuhaf ve vahim bir haber düştü ajanslardan: Küresel ısınma yüzünden yükselen sular insanlık tarihinde ilk kez, üzerinde insanların yaşadığı bir adayı, Lohachara'yı yutmuştu!
Hindistan'a bağlı Sundarban adalarından biri olan tropik Lohachara adası, Ganj ve Brahmaputra nehirlerinin döküldüğü Bengal Körfezi'nde bulunuyordu. Öylesine ücra bir noktadaydı ki bu ada, sular altında kaldığı da, ancak uydu görüntülerinden kaybolup gittikten sonra anlaşılabilmişti!
Bilim insanlarının uzun süredir net olarak ortaya koydukları gibi, küresel ısınma yüzünden genleşen okyanusların seviyesi yükseliyor ve Güney Pasifik'teki mercan adaları başta olmak üzere, Bangladeş'ten New Orleans'e kadar, deniz seviyesinden az yüksek ya da deniz seviyesi altında toprakları bulunan birçok topluluk, gittikçe büyüyen ve yaklaşan bir tehlike ile yüz yüze bulunuyor. Pasifik okyanusunda Kiribati'ye bağlı adalardan, üzerinde kimsenin yaşamadığı bazıları 1997'de sulara gömülmüştü.
Yine Pasifik'te, Vanuatu adalarının 10 bin kişilik ahalisi, en az iki bin yıldır oturdukları adaları son yıllarda biner biner terk ederek dünyanın ilk iklim göçmenlerini oluşturmaya başlamış fakat adalar henüz denizin altında kaybolmuş değillerdi. Dünyanın en küçük, en güzel ve "her yere en uzak" meskûn adalarından Carteret adası sakinleri ise, aç biilaç ve korku içinde, gittikçe sıklaşan med ve cezir dalgalarının altında yok olacakları ya da acilen tahliye edilecekleri günü beklemektelerdi, ama Carteret'ten önce başkaları gitti.
Bir zamanlar 10 bin yerlinin yeri yurdu olan Lohachara, insanlık tarihinde meskûn bir adanın yeryüzü haritasından silinmesinin ilk örneğini oluşturuyordu. Ama son örnek olmayacağı rahatlıkla söylenebilir; Lohachara halkının acilen yerleştirildikleri Sagar adasının dahi sahillerinden 3 bin hektarlık bir bölümünü daha şimdiden sulara kaptırmış olduğu belirtiliyor zira.
Yine, sadece ısınmanın okyanuslarda yarattığı genleşmeyi değil, her iki kutupta ve yüksek yerlerin buzullarında küresel ısınma yüzünden gittikçe artan erimenin yaratacağı su yükselmesini de düşünmek gerekiyor. "Çocuktan al haberi" sözüne bir örnek: Küresel ısınma hakkında ne biliyorsun, diye sormuş Amerikalı bir anne, 11 yaşındaki çocuğuna. "Sular 6 metre filan yükselecek, hepimiz yok olacağız," demiş oğlan, olanca sakinliğiyle, sonra da bir koşu koparıp kardeşine bir tane patlatmış.
Küresel ısınmanın yuttuğu ikinci ülke olarak hangisinin tarihe geçeceği bilinemiyor tabii. Bu, ancak spekülasyon konusu olabilir. Çok sayıda aday arasında adı ilk adı geçenlerden Carteret/Piul adasının genç reisi Bernard Tubin ise meseleyi şöyle koymuş:
"Ne arabalarımız var bizim, ne fabrikalarımız, ne de uçaklarımız... Bu sera gazı salımlarının kurbanıyız biz ve tümüyle masumuz. Amerika Ay'a adam gönderiyor, savaşlar çıkarılıyor, savaş başlıklarına ve cephanelere milyonlar harcanıyor. Peki, neden Rusya, Amerika, Japonya, Avustralya bize yardım etmek için hiçbir şey yapamıyor, ha?"
Adalılar açısından bakıldığında, meseleye "bütün ironilerin anası" olarak da bakılabilir yani, pekâlâ.
"Uyanış yılı" mı?
2006 yılı, gezegenin geleceğine ilişkin kilometre taşı niteliği taşıyan sayısız karamsar haber, rapor ve olayla dolup taştı denebilir.
Günümüz iklimbilimcilerinin belki en önemlisi sayılan James Hansen da, insanlık olarak topluca derhal tedbir alınmaya başlamaz ve "böyle gelmiş böyle gider" senaryosuna bağlı kalırsa, gezegenin geri dönülmez noktaya gelmesi için en fazla 10 yılımız kaldığını da bu yılın (2006) başında açıkladı.
Çünkü, ondan sonra işler tamamen kontrolden çıkıp geri döndürülmez bir sürece dönüşecek, biz de artık başka bir gezegenden söz ediyor olacaktık.
Ama, işin ilginç yanı, aynı yıl, kısmi bir iyimserliğe yol açabilecek önemli bir değişikliğe de tanık olundu. Gezegenin en az 1 milyon yıldan beri karşı karşıya bulunduğu en büyük tehdit olan iklim değişikliği krizi konusunda, belki de, küresel ısınma kelimelerinin ilk telaffuz edildiği yirmi küsur yıldan bu yana ilk kez, bir uyanış belirtisinden söz etmek mümkün görünüyor.
Son derece kompleks olan bu sürecin neredeyse bütün yönlerini ele alan çok kapsamlı kitaplar, raporlar, araştırmalar birbiri ardından yayımlandı ve bunlar meselenin gelecek kuşak tarafından çok ciddi bir biçimde kavranmaya ve hatta ele alınmaya başladığını gösteriyor. (Örneğin, Britanya'da yapılan kapsamlı bir ulusal araştırma 11 - 14 yaş arasındaki çocukların iklim değişikliği konusunu ev ödevlerinden çok daha fazla dert ettiklerini ortaya koyuyor.)
Küresel İklim Değişikliği konusunda 2006 içinde yayımlanmış 3 önemli kitabın isimlerini - bunları önem sırasına sokmadan - sıralarsak:
ABD eski Başkan yardımcısı Al Gore'un, An Inconvenient Truth: The Planetary Emergency of Global Warming and What We Can Do About It adlı kitabıyla (MelcherMedia/Rodale) ve aynı adı taşıyan filmi ile söze başlayabiliriz.
Senatör Gore, küresel iklim değişikliğinin aynı anda hem müthiş karmaşık, hem de müthiş ürkütücü olabilen hikâyesini büyük bir berraklıkla ve aynı zamanda okuyucuyu/seyirciyi umutsuzluk ve karamsarlığa sevk etmeden anlatmayı başarıyor, dahası insanı küresel ısınmayla mücadelenin bir parçası olmaya çağırıyor.
Bu büyük tehdidin en büyük sorumlusu ABD olduğuna göre (dünya nüfusunun yüzde 5'inden az bir nüfusla sera gazları salımının en az dörtte birinden sorumlu), küresel ısınma ile mücadelede de ABD'nin (diğer zengin, gelişmiş ülkelerle birlikte) başı çekmesi şart gibi gözüküyor.
Bu durumda insan bu konuda dünyada en fazla birikime sahip karar alıcılardan biri olan Gore'un, 2000 seçimlerini mahkeme kararı ile "kaybederken" acaba medyadaki çarpıtmaların kurbanı olup olmadığını sorgulamadan ve buna biraz yanmadan edemiyor doğrusu. Hansen'ın bir kitap eleştirisinde yazdığı gibi, "Belki de ülke [ABD], gezegenin yüz yüze olduğu büyük tehditle baş etmek için gereken liderliğe sahip olmaya çok yaklaşmış, ama bunu idrak edememişti." (James Hansen, "The Threat to the Planet," New York Review of Books, Vol. 53, No: 12, 13 Temmuz, 2006)
2006'nın küresel ısınma rekoltesindeki en önemli ürünlerden biri, Guardian gazetesi köşe yazarı, aktivist, öğretim üyesi, radikal düşünür ve yazar George Monbiot'nun Heat: How To Stop the Planet Burning adlı kitabıydı. (Allen Lane/Penguin). İnsanlığın iyi niyetle, ama "Şeytan"la yaptığı Faustçu sözleşmeden kalkarak, iklim değişikliğini önleyebilmenin ekonomik ve teknolojik olarak mümkün olduğunu ortaya koymayı amaçlayan çok zorlu bir çalışma bu.
Rivayet edilir ki, Karl Marx, British Museum kütüphanesinde, başyapıtı Kapital'i yazmak için, çalışırken, Victoria çağı İngiltere'sindeki çalışma koşullarını kavrayabilmek için dönemin hükûmet istatistiklerini içeren tuğla gibi ciltleri bıkmadan usanmadan yıllar yılı araştırmış. Monbiot da biraz bunu hatırlatır şekilde, enerji, nüfus, iklim, istatistik, fizik, kimya, biyoloji, vb. konularında olağanüstü teknik ve o oranda sıkıcı da olabilen, resmi, yarı resmi tüm rapor ve istatistik bilgilerini kahramanca sular seller gibi çalışıp karşımıza, çok da ciddi ve önemli gördüğüm, komple bir plan ve projeyle çıkıyor.
"Niye şimdiye kadar bekledik, niye artık hiç bekleyemeyiz, şimdiden sonra neleri süratle yapmalıyız?" tarzındaki can alıcı soruların cevaplarını bu kitapta arıyoruz ve buluyoruz da: 2030 yılına kadar dünyada karbondioksit emisyonlarını ortalama yüzde 60 olarak kısmak (zengin ülkeler için yüzde 90) şart olduğu gibi, teknoloji buna elveriyor, ekonomik olarak da medeniyetten vazgeçmeden bunu gerçekleştirmek pekâlâ mümkün. Peki siyasî olarak?
"Bu sorunun cevabını ben veremem, bunu siz vereceksiniz ancak," diyor Monbiot.
Küresel iklim değişikliği konusunu 20 küsur yıldan beri saygın bilim dergilerinde dile getiren, New Scientist dergisi danışman ve yazarı Fred Pearce, konunun bütün yönlerini hem baş döndürücü bir tempoyla anlatan, hem de en karmaşık meseleleri anlatırken kafa karıştırmayan bir kitapla derin birikimini ortaya koydu: The Last generation: How Nature will Take Her Revenge for Climate Change, Eden Project/Transworld.
Son dönemlerde bu konuda öne çıkan boyutlardan her birini, o konunun öne çıkmasına önayak olan bilim insanlarıyla, ya yüz yüze konuşarak ya da yazışarak ele alan, böylece dipnotlar yerine bizzat bilim camiasının sözlerine atıf yapan bu çarpıcı kitabın en önemli özelliklerinden biri, iklim değişikliği meselesinin belki özünü oluşturan "geri besleme/kısır döngü" (positive feedback loops) meselelerini son derece berrak bir şekilde ortaya koyuyor olması.
Kitabın başlığında yer alan "Son Kuşak" da, elbette bu konuda bir şey yapma sorumluluğunu omuzlarına almak zorunda olan "son kuşak" oluyor, anlamış olduğunuz gibi. Yani bizim kuşak. Evet, bizim kuşağın cılız omuzlarına bir tür misyonerlik düşüyor maalesef. "İklim ve çevre savaşçısı" olmak gibi, rüyanızda görseniz inanmayabileceğiniz bir sıfatı birden yüklenmek zorunda kalıyorsunuz torunlarınızın yüzüne bakınca!...
Çünkü, eğer Hansen'ın hesabına inanacak olursak - ki, inanmamak için hiçbir sebep görmüyorum - küçük torunlarımızın 10 yıl içinde bir şey yapabilecek durumda olmadıklarını açıkça idrak edebiliriz.
O zaman da, insanoğlunun (ya da insan kızının) bildiğimiz halde dünyada dolaşmaya başlamasından sonra bugüne kadar gelip geçen o 40 bin kuşaktan sadece biri, yani sonuncusu olan bizlerin bu pisliği, tabiat ana öcünü almadan önce temizleme şansı var demektir. Küçük görünüyor bu şans, biliyorum...
Bu da ürkütücü olmakla birlikte, kaçılamayacak bir gerçek galiba, ne yapalım?(ÖM/EÜ)
* Ömer Madra'nın bu yazısı Mesele dergisinin Ocak 2007 tarihli ilk sayısında yayımlandı.