Zabel Yesayan, son yıllarda eserleri Türkçeye çevrilen, her çevirisi ardından en çok hatırlanan, en çok konuşulan Ermeni yazarlardan biri. Onun külliyatından Aras Yayıncılık tarafından yayımlanan üç novellayı Türkçe okurla tanıştıran ise Mehmet Fatih Uslu oldu.
4 Şubat 1878’de İstanbul Üsküdar’da doğmuş Yesayan, yani bugün 141. Yaşgünü.
Yesayan’ın son olarak Türkçeye kazandırılan kitabı “Son Kadeh” eleştirmenlerin yazarın çok beğendiği eserlerinden biri. Ermeni Soykırımı’nın en şiddetli döneminde, 1916’da yazılan kitap felaketin öncesini konu alıyor. Fakat arka planında Osmanlı coğrafyasını kapsayan karanlık atmosfere sık sık atıfta bulunuyor. Bu kitabı Türkiye’deki okuyucu için cazip kılan bir başka yönü ise Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sını hatırlatan trajik sonu. Her ne kadar Yesayan, bu kitabı Sabahattin Ali’den yaklaşık 25 yıl önce yazmış ve yazdığı sonun trajik olduğunu tarihsel olarak kendisinin bile öngöremeyeceği gerçeği ortada olsa da…
Son Kadeh'i ve Yesayan'ı çevirmen Mehmet Fatih Uslu ile konuştuk...
Zabel Yesayan’ın Türkçeye kazandırdığınız üçüncü novellası “Son Kadeh” oldu. Bu çevirilerde sırayı nasıl belirlediniz?
“Meliha Nuri Hanım”ı Türkiyeli okurun ilgisini çekebileceğini düşündüğümüz için seçmiştik. Çünkü kahramanı Türk bir hemşire olan bir Çanakkale Savaşı anlatısı idi ve pek çok açıdan bizim Milli Edebiyat romanlarını hatırlatıyordu. “Sürgün Ruhum” ve “Son Kadeh” ise Yesayan’ın en beğenilen romanları. Ben de en iyi eserleri olduğunu düşünüyorum.
“Son Kadeh” yazarın eserleri arasında nereye oturuyor?
Zabel Yesayan’ın edebiyatının belli dönemleri var. Ama iki temel dinamiğin edebiyatında kurucu ve sürekli olduğunu söyleyebilirim. İlki, adaletsizliğe ve özellikle alt sınıfların ezilmesine karşı duygusal bir öfke. İkincisi, döneminin sembolizmi ve geleneksel romantizmi ile harmanlanmış bir şekilde kadının iç dünyasını anlatma çabası. Bu iki damarı onun tüm yazarlık hayatı boyunca farklı yoğunluklarda görebiliyoruz. Bazen biri öne çıkıyor, bazen diğeri. Fakat bu ikili yapı hep devam ediyor. Son döneminde Sovyet Ermenistanı’na yerleşmiş olmasının ve sosyalist gerçekçiliğin etkisi ile ilk damar kuvvetle öne çıkıyor. Son Kadeh ve Sürgün Ruhum’da ise ikinci damar hâkim.
Bu iki roman da 1915 sonrasında kaleme alınıyor. Fakat Yesayan, Adana’daki tanıklığını kaleme aldığı “Yıkıntılar Arasında” gibi bir eser yerine “Son Kadeh” ve “Sürgün Ruhum”u yazıyor.
Evet, metinleri en ilginç kılan şey bu. 1915’in hemen ardından yazılmışlar ama aşkla, psikolojik tahlille, özellikle de kadın ruhu ile tabiatı yan yana düşünen sarhoş edici tasvirlerle dolular. Nasıl oluyor da bu kadar karanlık bir dönemde, bu kadar politik bir yazar, pek çok tanıdığı yazar-şair katledildikten sonra böyle “romantik” metinler yazabiliyor? Bu önemli bir soru.
Bu yazarın “delirmemek” ya da “kendini korumak” için bir güdüsü mü?
Böyle okunabilir tabii. “Sürgün Ruhum”u yazdığı sırada kaleme aldığı bir mektupta, “Ruhunun köşesine çekilmek istediğini” yazıyor.
Kitapların konu aldığı dönemse 1915 öncesi.
Evet. İkisi de İstanbul’da II. Meşrutiyet’in ertesinde geçiyor. Yani Yesayan’ın Paris’ten İstanbul’a dönüşünün sonrasını anlatıyor. İki metinde de anlatıcı kadın kahramanlar yaşadıkları dönemin karanlığı ile dolular. Dışarıda savaş var, toplum gergin, kötü haberler geliyor, kasvetli bir hava var. Bu hava içinde kendi içsel tecrübeleri için özgür bir alan açmaya çalışıyorlar.
Son Kadeh’teki “Tüm halk dehşete teslim olmuş, her an korkutucu hadiseleri bekliyordu. Ben de vakaları makineleşmiş takip ediyordum” ya da “Sanki ruhum iğfal edilmişti ve sadece şahıs olarak ben değil, biz toplu olarak da bu ahlaki aşağılanmanın damgasını taşıyorduk” sözleri gibi.
Evet, bunlar güzel örnekleri söz ettiğim tavrın. Anlatıcının hürriyet arayan ruhu ile dışarının karmaşası büyük bir gerilim yaratıyor ve bu his romanların arka plânını oluşturuyor. Ama elbette bu metinleri “ruhun kaçış arayışı” noktasından çıkarak özetlemek yeterli değil, hatta böyle bir okumaya yönelmek bu metinleri eksik okumamıza sebebiyet verebilir. Zira iki roman da Felaket’in, 1915’in biraz da arkeoloji çabası gerektiren izleriyle dolular. Bu nedenle söz konusu işaretleri, Felaket’in işaretlerini de okumamız lazım. Metinler bunu da talep ediyor.
Bu işaretlerden biri de Son Kadeh’teki subaya aşk değil mi?
Ben de bu kanıdayım. Malum, Son Kadeh iki çocuklu evli bir kadının sevgilisine yazdığı itiraf satırlarından oluşuyor. Bu itiraf satırlarında kocayla yaşanılan zorlu ve kapalı hayatın hikâyesi ile sevgiliye duyulan aşkın incelikleri merkezde. Ama metnin ortasında bambaşka bir itiraf daha dikkat çekiyor. Anlatıcımız bir Türk subaya duyduğu yıkıcı aşkı da sevgilisine anlatıyor.
Üstelik bu, kitabın ana teması olan aşktan da önce ve farklı.
Evet, diğer aşk aynı şiddette değil. O, neredeyse ruhun huzur bulduğu bir hâl olarak tasvir ediliyor. İki kardeş ruhun yan yana gelmesi sanki. Türk subayla olansa yoğun bir cinsellik imasıyla dolu. Aslında somut hiçbir şey yaşanmamış ama anlatıcımız yoğun bir arzu, korku ve kir hissini tecrübe etmiş. İşte metnin ortasında “yasak aşk”ına bunu itiraf etme gereği duyuyor. Bir papaza itiraf eder gibi. İçeride ona söyleyerek ve belki metnin dışında da biz okurlara bu tecrübeyi itiraf ederek bir tür “günah” hissinden kurtulmak istiyor.
Her ne kadar tüm metin boyunca kendini diğer kadınlardan farklı görse de, yaşadığı ilk aşkın ilk aşamalarında “kötü kadın” sorgulamasını yaptığını da satır arasında veriyor.
Evet, yaşarken bir suç hissi var ama itiraf sırasında yaşadıklarının aslında olgunlaştırıcı, kişiliğini kuran şeyler olarak algılanmasını istiyor. Ama ne olursa olsun, ismi bile verilmeyen Türk subay hikâyesinde olan şey aslında çok karışık. İşaretleri okumalı dedim ya, bunun hiç de kolay olmadığını burada görüyoruz. Aşık olunan Türk karakter kesinlikle “kötü” çizilmemiş ama aşkın çok yüceltildiği, hatta tüm kusurları örttüğü böyle bir metnin içinde, bu yaşanan şeyin kahramanımızda korkunç bir kirlilik hissi yarattığını ve bununla baş edemediğini görüyoruz.
Peki bu ne anlama geliyor? Kitapla ilgili bazı değerlendirmeler bunu Türk-Ermeni ilişkileri olarak okumuş.
Mutlaka ilk akla gelen bu olabilir ama yetersiz bir alegorik okuma olur. Zabel Yesayan otobiyografisini edebiyatı üzerinden okuyabileceğimiz bir yazar. Spekülatif olacak ama bu metinde de bir şekilde kendi tecrübesine baktığını düşünüyorum ben. Kahramanın sevgilisine itiraf ederek ulaşmaya çalıştığı kurtuluş hissine, Zabel Hanım’ın da okurla bir itiraf ilişkisi kurarak ulaşmak istediğini düşünüyorum.
Subayın anlatımında heyecan kadar, korku da var.
Evet. Tedirgin edici hatta ürkütücü bir sahne ikisinin karşılaştığı ân. Ama aynı zamanda arzuyla dopdolu bir ân. Korku subayın bizzat kendisinden mi yoksa Türk-Müslüman olmasından mı kaynaklanıyor? Yoksa 1915 sonrasında hâlâ bu hissi taşıyor olmaktan mı ileri geliyor? Bir hesaplaşma denemesi mi, bir kefaret arayışı mı? Neden 1916’da böyle bir metin yazmak ihtiyacı duydu? Son Kadeh’te bunun, üzerine kafa yormaya değer bir soru olduğu kanaatindeyim. Henüz romanı okumamış olanları yönlendirmemek için, daha fazlasını söylemeyeyim.
Kitapta karakterin mücadele ettiği cephelerden biri de diğer kadınlar.
Evet, metin bir orta sınıf ve geleneksel toplum eleştirisi olarak da okunabilir. Yesayan edebiyatında diğer kadınlar gibi olmama hali sürekli var. Bu bazen narsistik, yer yer okuru rahatsız edebilecek bir damar haline dahi gelebiliyor. Ben’lerine aşık anlatıcılar ile karşı karşıyayız. Ben’ine bakarken kendisine hayran olan anlatıcılar. Bu tavırda dış dünyaya karşı, vasatlara sıradanlara yönelmiş bir küçümseme sezmek de işten değil. Aslında Yesayan’ın bizzat kendi hayat hikâyesinde de de zaman zaman sezebileceğimiz bir tavır bu. Yer yer şiddetlenerek tecrübe ediyor bu hali. Her girdiği ortamda kendini belli eden ve başkalarına karşı sert olmaktan, haşin olmaktan kaçınmayan bir yazar Zabel Yesayan.
Yesayan’da bu “sertlik” ilk yıllarından beri etkili mi?
Daha 27 yaşındayken, 1905 yılında “Sahte Dehalar” diye bir roman yazıyor. Roman İndra müstearıyla yazan meşhur Diran Çırakyan hakkında. Çırakyan, Ermeni toplumunun yıldız entelektüeli. Ressam, şair, yazar.
Rönesans erkeği gibi bir portre yani.
Romanda Çırakyan’ı rezil, milletin kaynaklarını sömüren, sığ bir karakter olarak resmediyor. Toplumun nasıl sahte dehalara prim verdiğini, onları beslediğini gösterip eleştiriyor. Henüz ikinci romanı ve metin ürkütücü hatta haksızlık yapmaktan korkmayan bir öfke ile dolu. Erkek egemen kültür ortamına bir balyoz indirme denemesi resmen! Olay oluyor, romanın tefrikası yarıda kesiliyor ancak, 1910’da yayımlanabiliyor.
Erkek egemenliğini tartışmaya açan yapıtlarından biri de “Son Kadeh” aslında. Bir yanda Bovarist çizgiden ayrık duruyor. Hatırlayalım, Madam Bovary’de de, Anna Karenina’da da, Aşk-ı Memnu’da da hep cezalandırma var. Zabel Yesayan ise karakterine kendi kararını kendi verip yolunu çizdiriyor.
Güzel bir tespit bu. “Yasak aşk”ın peşinden koşan kadınların yaşadıkları felaketleri okumaya alışığız. Tabii ki bahsettiğiniz üç romanın da yazarı erkekler. Yesayan bir kadın olarak yolu tersinden kat ediyor.
Bana da böyle geldi. Cezalandırmak istemiyor, hatta “Neyin cezası?”, “Sınır kimin sınırı?” diye sorguluyor.
Evet. Romanda yasak aşkın meşruluğu iddiasından bir an bile vazgeçilmiyor. Aşk hayal kırıklığı yaratsa da romanın sonunda her şeyin nasıl biteceğini de yine kadın belirliyor. Krizi yaratan da çözen de o. Ve bunu bir an bile gururundan vazgeçmeden yapıyor.
Yani o “muhteşem”, o pek “kutsal” aileyi bozmakla, yerle bir etmekle itham edilmiyor. Edilmeye çalışılsa da kadının gündemi bu olmuyor.
Kesinlikle. Bir şekilde hayat devam ediyor. Hatta aile bile devam ediyor! Erkeklerin şaşırtıcı (Belki de şaşırtıcı değildir!) bir tekdüzeliği ve katılığı var. Kahramanımız onların katılıklarını da çözmek istiyor. Kocasının iyi ve dürüst olduğundan emin örneğin ama onun içindekileri dışına çıkaramadığından yakınıyor. Bu erkeksi katılığı aşıp onun duygularını görmek istiyor.
Romanı okuyan kadın ve erkek okuyucuların size yansıyan yorumları içinde farklılık var mı?
Bu romanda kadın hissiyatına, kadınlarını hislerini kavrayış inceliğine bir övgü var desem abartmış olmam sanırım. Bana gelen dönüşlerin neredeyse hepsi de kadın okurlardan oldu. Çok daha etkilenerek okuyanların, metinle daha yoğun ilişki kuran okurların çoğunlukla kadınlar olduğunu söyleyebilirim.
Erkekler neden okumuyor? Okusa da neden yorum atmamış olabilir? Yoksa bir erkek için Zabel Yesayan okumak “korkutucu” mu?
Okuyorlar elbette ama aynı coşkuyla değil galiba. Neyse tehlikeli sularda yüzmeyelim!
Peki, gelen yorumlar arasında kitabın sonunu Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sına benzetenler oldu mu? Yesayan neden karakterlerini İstanbul’dan alıp Ermenilerin Atina’sı olarak adlandırılan şehre, İzmir’e gönderiyor?
Bu benzerlik kurulabilir belki ama dikkatli de olmak gerek. İstanbul’dan bir skandal sonrası kaçan bir Ermeni aile ülke sınırlarında nereye gidebilirdi ki? İzmir şüphe uyandırmayan bir tercih bu bağlamda. Öte yandan, Yesayan suya açılma imgesini pek çok yerde kullanıyor. Metnin sonunu liman ve gemiyle bitirmeyi arzu etmesinin de bu İzmir tercihinde belirleyici olmuş olabileceğini düşünüyorum.
Bu kitapta da çevirinin içerisinde zengin bir sözlük kullanıyorsunuz. Kelime seçimlerini nasıl yapıyorsunuz?
Yesayan Üsküdarlı, İstanbullu bir yazar, hemşerimiz. Büyük memleket albümünden fotoğrafı makasla kesilip atılmış hemşerilerimizden. Çeviri dilindeki tercihleri bu fotoğraftaki yırtık kısmı yerine geri yapıştırma çabasının bir yöntemi olarak düşündüm hep.
Fakat o fotoğrafın kenarları her daim kırpılmış kalacak.
Tabii, trajik bir çaba bu. Aslında bir yanıyla, okuyucunun Halid Ziya’nın, Yakup Kadri’nin, Tanpınar üslubundan aldığı lezzeti bulmasını arzu ettim. Zira Yesayan’ın üslubu bu yazarlara hiç yabancı değil. Öte yandan okuyucunun üslup benzerliklerini, dünyayı anlamadaki ortaklıkları hissedebilmesinin önemli olduğunu düşündüm. Tabii tastamam dönemin sözcük dağarcığını kullanmak bu dönemin okuru için zor olabilirdi. Dolayısıyla editörüm Rober Koptaş’la beraber zamane okurunu yabancılaştırmayan ama dönemin sesini en azından bir düzeyde bugüne ulaştırabilen bir dil tutturmaya çalıştık.
Buna rağmen okuyucular arasında dili “ağır” bulan oldu mu?
Oldu. Editörlük atölyesinde bir arkadaşım kitabı okutmuş. Oradakiler içinde bile “dili ağır geliyor” diyenler olmuş. “Duygu” yerine “his” ve “hissiyat”, “karmaşa” yerine “hercümerç”, “ama” yerine “lakin” kullanıldığında bir anlaşılma sorunu olmayacağı kanaatindeyim aslında. Fakat 30-40’lı yaşlardaki insanların kulağı için normal olan bazı sözcükler dahi 18 ya da 20’lerinde olanlar için uzak olabiliyor.
Sırada ne var?
Bir süre çeviri yapmayı düşünmüyorum. Kendi Yesayan kitabımı yazıp bitirmek arzusunda, umudundayım.
Zabel Yesayan hakkındaYazar ve çevirmen. 1878 yılında Üsküdar'da doğdu; gençlik yıllarını burada geçirdi. İlk edebi eseri 1895'te yayımlandı. Aynı yıl Paris'e gitti. Sorbonne'da edebiyat ve felsefe derslerini takip eti. İstanbul'a ancak 1908'de, Meşrutiyet ilan edilince kesin dönüş yaptı. Yazarlık kariyerinin bu en verimli yıllarında kaleme aldığı öykü, deneme ve romanlarında, kadın hakları ve kadınların toplumsal yaşamdaki konumlarına geniş yer ayırdı. Yazıları ve çevirileri Fransızca ve Ermenice dergi ve gazetelerde yayımlandı. 24 Nisan 1915'te, Ermeni aydınlarının çıkarıldığı ölüm yolculuğundan bir hastanede saklanarak kurtuldu. Bir süre Bulgaristan'da kaldıktan sonra Bakü'ye geçti; Ermeni mülteci ve yetimler için yardım faaliyetlerine katıldı. 1921'de Paris'e döndü. Ermenistan hükümetinin daveti üzerine 1933'te Yerevan'a göç etti. Yerevan Devlet Üniversitesi'nde edebiyat dersleri verdi. 1934'te Ermenistan Yazarlar Birliği'nin üyesi oldu. 1937'de Stalin kovuşturmaları sırasında tutuklanıp Sibirya'ya sürüldü. Ölüm tarihi ve yeri kesin olarak bilinmemektedir. Türkçedeki eserleri: Son Kadeh (Aras, 2018) Yıkıntılar Arasında (Çev: Kayuş Çalıkman Gavrilof, Aras, 2014), Meliha Nuri Hanım (Aras, 2015), Sürgün Ruhum (Aras, 2016), Silahtar'ın Bahçeleri (Belge, 2000) (Kaynak: Aras Yayıncılık) |
(SK/HK)