Geçen sayının Meram'ını "2010'da bunları çok konuşacağız, tartışacağız" diyerek noktalamıştık. "Bunlar", hatırlarsanız, solun ufku, o ufka nasıl yürüneceği meselesi, "adını, şusunu, busunu beğenmediğimiz" Çatı Partisi'ydi.
Daha önce de değinmiştik, Meram, Express'in hem lokomotifi hem son vagonu.
Son vagonu, zira en son yapılan sayfa. Daha doğrusu son anda kâğıda dökülen, dergi baskıya girdikten sonra matbaaya uçurulan yazı. Futbol diliyle "son dakika atağı". Haliyle en aceleye geleni.
Meram, aynı zamanda Express'in lokomotifi, zira hem ortak fikriyatın hem de sayfaları pişirirken oluşan ortak hissiyatın tercümesi. Bir nevi toplu arzuhal. O nedenle -geçen sayıdaki gibi özel durumlar dışında- anonim. İmzası, Mano Solo'nun "Enternasyonal Şalala" albümünün kapağından aparttığımız "kelle". (Hazır "kelle" demişken, gönlümüzün sultanı Pişmiş Kelle dergisini yad edelim.)
Geçen sayının Meram'ı özeldi, zira "lost in traslation / tercüme zayiatı" ihtimali her zamankinden fazlaydı. Hem zamanın darlığı hem de konunun hassasiyeti bakımından. Ama sonuç hemen her zamanki gibi oldu. Top direğe çarptı, "çizginin içine mi düştü, üstüne mi" diye tartıştırdı. Genel kanı, içeri düştüğü yolunda.
Yine de bir sağlama yapmak gerekiyor, son dakika karambolündeki ıskalardan başlayarak. Örneğin Sartre'ın Marx için söylediği, kulağımıza küpe olan şu sözü: "Çağımızın aşılamaz ufku". Ufuk üzerine bir araba laf etmek yerine, "Sartre'ın dediği gibi..." demek yeterdi.
"Bakılacak yer" bahsinde, "Türkiye solunun sevabıyla günahıyla devrimci mirası" dedikten sonra, Mahir'leri, Deniz'leri, Kaypakkaya'yı ve "Fatsa modeli"ni anmıştık.
O miras içinde başka isimler de var elbette. "Buluştuğumuz yer"in kestirmeden bir tarifini vermek adına, en temsilî olanlarını zikretmekte fayda var. Bedreddin'e kadar gitmeyelim, 1968'den başlayalım, Prag Baharı'ndan, Dubçek'in "insan yüzlü sosyalizm"inden ve Mehmet Ali Aybar'dan. O günlerde Türkiyeli sosyalistlerin kahir ekseriyeti Çekoslovakya'nın işgalini desteklerken, Aybar, TİP genel başkanı olarak "ama'sız, fakat'sız" karşı çıkmıştı. Çok geçmeden TİP içindeki Stalinist çizgi Aybar'ı alaşağı etti. Prag Baharı'ndan yaklaşık on yıl sonra, Aybar ortodoks sol tarafından aforoz edilmesini pekiştirecek bir şey yaptı, ufuk açıcı bir tez koydu ortaya: "Leninist parti, burjuva modelidir".
ÖDP'nin kuruluş harcı Aybar'ın teziyle akrabaydı. Haftalık Express'te yayınlanan Bülent Forta imzalı "Parti olmayan parti" yazısı bu akrabalığın tescili gibiydi. İlk genel başkan Ufuk Uras da, seçildikten sonra yaptığı ilk açıklamalarda tekrar tekrar "ben partinin santral memuruyum" diyordu. Sonrası malûm, tepeden inmeciliğin, kariyerizmin, oportünizmin, otoriter solculuğun partinin hemen her kanadında boy gösteren çeşitli varyasyonlarının nadide örnekleri... Ama bunlar, kişilik özelliklerinden ziyade, yapısal sorunlar.
Derin mevzu, burada girmeyelim. Aybar'ın isminin yanına İdris Küçükömer'i yazarak devam edelim. AKP'nin çeşitli eğilimlerden yandaşlarının neredeyse düzenli aralıklarla "Düzenin Yabancılaşması"nı tahrif ederek kendilerine dayanak yapmalarına aldırmayalım. Defalarca söyledik, kitap da ortada. Küçükömer, İtthat-Terakki'den CHP'ye (o zamanlar ortanın solu) uzanan "sol" çizginin bürokrasiyi, seçkinleri, üst sınıfları "temsil" ettiğini, Hürriyet ve İtilaf'tan AP'ye uzanan sağcı-muhafazakâr çizginin (halefleri Özal'ın ANAP'ı ve AKP) ise halk kitlelerine "dayandığını" söylüyor, AKP yandaşlarının naklettiği gibi "temsil ediyor" demiyor. Küçükömer'in iki çizgiyi tarif ederken iki ayrı fiil kullanması bir üslûp meselesi değil elbette. Zaten, "Düzenin Yabancılaşması"nı AKP'ye dayanak yapanların şu basit soruyu cevaplamaları gerekiyor: 12 Eylül sonrasında Küçükömer niye ANAP'a değil de SHP'ye girdi?
Dağıldık, toplayalım. Konu Türkiye solunun devrimci mirasıysa, 1970'lerin Birikim'ini büyük harflerle yazmamak olmaz. Reel sosyalizmi, Stalinizmi (ve uzak da olsa akrabası Kemalizmi) damardan eleştiren, eleştirmekle kalmayıp ufuk açan bir dergiydi -"okul" demek daha doğru. Ve tabii ki ortodoks solun, yani solun 1970'lerdeki ezici çoğunluğunun hedef tahtasıydı. Ama Jimi Hendrix'in dediği gibi, mühim olan kimin kaç kişi olduğu değil, kimin haklı olduğu. Kimin haklı olduğu duvarın yıkılmasıyla ayan beyan oldu.
Geçen sayıda kısaca "Fatsa modeli" demiştik. O modelin mimarlarından Terzi Fikri'nin adını da büyük harflerle yazmak gerekiyor. Ve tabii Hrant Dink'i. Siyasî mücadeleye TİKKO saflarında başlamasının mührünü ömrü boyunca taşıdı, devrimcilikten hiç vazgeçmedi. Dev-Genç genel başkanı sıfatıyla "biz Kemalist gençlik değiliz" diyen Ertuğrul Kürkçü de öyle. Sık sık sayfalarımıza konuk edip hiza aldığımız Korkut Boratav hakeza.
Başkaları da var elbette. Ama "devrimci miras" dendiğinde bir çırpıda aklımıza gelen temsilî kişilikler bu isimler.
Geçen sayıdaki "büyük ıska"yla bitirelim. Meram'ın daha mürekkebi kurumadan bir sohbette dinlediğimiz anekdot, sosyalistlerle Kürt hareketinin, Kürt hareketiyle sosyalistlerin buluşması gereğini ifade etmek için sarf ettiğimiz onca lafı tek bir cümlede özetliyordu. Şöyle diyor genç bir kız: "Biz ÖDP'li olamayacak kadar Kürdüz, DTP'li olamayacak kadar sosyalistiz."
Ne yalan söyleyelim, biz de öyleyiz. ÖDP'nin kuruluşunda Express'in de bir tutam tuzu vardı. Gelgelelim, 1995 seçimlerinin arefesindeki kapağımız "Oylar HADEP'e"ydi. Yerel seçimlerde ise ÖDP adayı Bülent Uluer için çağrı yapmıştık. 2007 seçimlerinde "Ya Bağımsızlar Ya Beton-Millet-Sakarya" dedik. Başka türlüsü olamazdı: Sosyalistlerle Kürt hareketi, Kürt hareketiyle sosyalistler -bağımsızlarıyla, ÖDP'lisiyle, EMEP'lisiyle, irili ufaklı örgütlerin üyeleriyle- öyle ya da böyle "Bin Umut" olarak birlikteydi.
Meramımız ve 2010 için dileğimiz bu: Kısa bir dökümünü yaptığımız o cevherden bir "form"un, bir birleşik cephenin oluşması. Ufku devrimci olan bir cephenin.(BÇ)