Abdullah Anar'ın Türkiye Sosyal Forumu değerlendirmesini okuyunca, kendisiyle 1990'da Sosyalistlerin Birlik Partisi Girişimi ile başlayıp, 2002 Avrupa Sosyal Forumu'ndan geçen, 1 Mart Tezkere Eyleminde tepe noktasına ulaşan yoldaşlığımızı düşündüm. Elbette bu yol boyunca yaşadığımız ve paylaştığımız tanıklıkların, hatıraların peşine takılarak.
Türkiye solu, değişen ve değişmeyen her şeyiyle çeyrek yüz yıldır büyük bir mücadele içinde. Önce darbeciler, gözaltılar, hapishaneler, işkencelerle... Sonra değişen, değiştikçe kötüleşen, gaddarlaşan, yozlaşan hayat ile...
Hayat o kadar hızlı değişti ki 12 Eylülden sonra, hapis yatıp çıkan binlerce insan, bir çeşit Eshab-ı Kehf efsanesinin içinde buldu kendini.
Kimi siyasetten tümden uzaklaşmada buldu çareyi. Kapattılar eski defterleri. Mücadeleyi sürdürenler ise güçlü olmak zorundaydılar. Dışarıdaki yozlaşmadan korktular ve dört elle sarıldılar geçmiş değerlerine.
Bu değerlerin hepsi de ideolojik, politik değildi elbette. Devrimcilik sandıkları şeylerin pek çoğu feodal hayattan beslenen kültürel değerlerdi ve bunların sosyalizm idealiyle nerde birleşip nerde ayrıldığını kestirmek olanaksızdı.
Hangi Marksist literatürden çıkmıştı ki "bacı"? Hangi tarihte başlamıştı filtresiz cıgaraların tütününü tüküre tüküre tartışmak, tartışırken bıyıklarını dişlemek?
En sinir oldukları cümleydi "12 Eylül öncesine dönmek". Bunu diyenlere inat yaşattılar içlerinde 12 Eylül öncesinin düşlerini. Düşleriyle birlikte karabasanlarını da...
Birbiriyle çarpışan devrimciler vardı o hatıraların içinde. Bir türlü silemediler belleklerinden o yılları.
Takvimler ilerliyor ama 12 Eylül bir türlü geçmek bilmiyordu. Değişen hayatla uyumsuz, tutucu insanlar çıktı ortaya. Çevresiyle de, kendileriyle de barışamayan, çatık kaşlı, tavizsiz, insanlar oldular. Belki hep öyleydiler.
Bu halleriyle hiç de sevimli, çekici, eğlenceli değillerdi, Evren Özal sonrasının Türkiye'si için. Ortada dolaşan yüzlerce cambaz vardı insanları eğlendirecek. Hem herkes çok meşguldü ve gemisini yürütüp kaptan olmaya, birinin külâhını ötekine giydirmeye, alavere dalavere iş çevirmeye çalışıyordu.
Hal böyleyken kimsenin devrimle, devrimciyle işi olmazdı. Zaten onlar değil miydi "devrim diye diye ülkeyi kan gölüne çeviren!"
Tabii, halkın bu duyguları kendilerinde de karşılıksız kalmadı. Halkıyla barışamayan halk kahramanları olarak mücadeleyi sürdüreceklerdi. Hem de halka rağmen, halka karşı ve halk için!
İlginç olan, darbeden 10 yıl sonra doğan gencecik delikanlılar, gencecik kızlar da farklı değil.
5 Eylül'de Lübnan'a asker gönderilmesine hayır demek için toplandığımız Ankara'da, "Kurtuluşa Kadar Savaş!" sloganları atılması; hapishanelerde tek tip elbiseye karşı onca direnmiş örgütlerin, üyelerini bayramlık çocuk heyecanı ve titizliğiyle tek tip giydirip alanlara göndermesi üzerine düşünüyorum.
Hayatın bütün gaddarlığına, sloganları ve sert bakışlarıyla direnen bu gençlerin yumrukları içimi acıtıyor her seferinde.
Sevecen, kuralsız, hadi laubali diyelim, bir ilişki kurmaya çalıştığınızda acemi bir öfkeyle direnen, bıyıkları yeni terlemiş genç yoldaşlarım da öyle...
Başka solcularda rastlamadığım bir ciddiyet, acı, hüzün, kasvet var onlarda. Küskünler, kırgınlar, acılı ve öfkeliler...
Uzun saçlı, küpeli erkeklere, dövmeli, pirsingli kızlara, onların solcu olmaya hakları yokmuş, eylem alanlarına gelerek kutsal bir mabedi kirletiyorlarmış gibi bakarlarken yakalıyorum bakışlarını. İçim burkuluyor.
İstiyorum ki bizi de devrimci saysınlar. Eksik, güdük, karınca kararınca... Devrimi tek başlarına yapmasınlar. Bizim de tuzumuz olsun devrimde.
Bir de diyorum ki... Devrimden sonra da asık suratlı olacaksak, hiç yapmayalım bu devrimi. Yok eğer devrimden sonra güleceksek, niye şimdiden başlamıyoruz tebessüme?
Başarırız belki...
Öyle demiyor muydu Edip Cansever de:
"Gülmek bir halk gülebiliyorsa gülmektir..." (MD/BA)