Günümüzde şaşırtıcı gibi gelebilir, fakat Türkiye'de en çok tanınan, en çok yayımlanan çağdaş Rus yazarı Soljenitsin'dir. Başka hiçbir yazar onun kadar yoğun bir şekilde çevrilmedi, yayımlanmadı. 1960-90 arası bir dönemde Soljenitsin'in eserleri, onun hayatını konu alan eserler neredeyse düzenli bir şekilde yayımlandı.
Bugünden geriye bakarken, bu aslında anlaşılması güç ve 1960-70'lerin okurlarını günümüz okurlarına göre oldukça ayrıcalıklı bir konuma sokan bir durum: Çünkü örneğin Gulag Takım Adaları, her biri ortalama altı yüz sayfalık üç cilt halinde 1974 yılında, üstelik Rusça aslından (Selim Taygan'a ait) çevirilerle yayımlandığı temmuz ayında, ilki 5 bin, ikincisi 10 bin adet olmak üzere iki baskı yaptı.
CHP-MSP koalisyonunun haşhaş ve Kıbrıs krizlerini yaşadığı Temmuz 1974'te, Türkiye'de Soljenitsin'in 15 bin adet basılmış olması önemli. Tıpkı bu kitabın, dönemin liberal yayıncılığının temsilcisi olan, kitaplarının yanı sıra, yayımladığı dergi ve ücretsiz eklerle de Amerikan kültürü ve demokrasisinin Türkiye'ye yerleşmesinde öncü bir rolü olan Nebioğlu Yayınevi tarafından yayımlanmış olmasının da önemli olması gibi.
Dönemin, Soljenitsin'e yönelik edebi ilginin dışında yer alan ilgisinin ana ekseni o dönemde yayımlanan bir kitabın başlığında özlü bir şekilde belirleniyor: “Sovyet Rusya'da Hürriyet Mücadelesi: Pliutch, Soljenitsyne, Cemiloğlu, Sakharov” (derleyip çeviren: Vecdi Bürün, 1977, Yağmur Yayınları).
Soljenitsin için Türkiye'den resmi taziye yok
Soljenitsin, Türk sağı için bu yıllarda ikili bir önem taşıyordu: Komünizmin bir muhalifi olarak ve sekülerizm karşıtı bir muhalif olarak; ilk rol öncelikliydi, ikinci rol Sovyetler Birliği ortadan kalktıktan sonra öne çıkar gibi oldu. Fakat Soljenitsin'in katı Ortodoksluğu ikinci rolün uzun ömürlü olmasını ya da yayılmasını engelledi. Bunun en açık ifadesi, Soljenitsin'in ölümünün ardından bütün Batılı devlet kişilerinin ailesine taziyelerini göndermesine karşın, Türkiye'nin muhafazakar yöneticilerinin taziye bildirmeyi ihmal etmiş olmasında görülebilir.
Bu çerçevede, 1960'larda önemli bir örnek sayılan Soljenitsin'in 2000'lerde neo-muhafazakar İslam sağı için işlevsiz kaldığından bahsedilebilir. (Buna karşın, Hıristiyan sağı için aynı şey sözkonusu değil; bu kesimde Soljenitsin'in anti-sekülerliği hâlâ önemli.)
Öyleyse, bugün için Soljenitsin sorusu, günümüz Türkiye'sinin kültürel yapılanmasını kavramak için temel bir soru olabilir: Erdem Bayazıt'ın(1) cenazesinde cumhurbaşkanı ve başbakan düzeyinde temsil edilen ve taziye yayınlayan, ama Fethi Naci'nin cenazesinde sadece kültür bakanı düzeyinde temsil edilen Türkiye yönetimi, neden Osman Yağmurdereli'nin ölümünün ardından da resmi taziye yayınladığı halde, Türkiye-Rusya Soljenitsin'in ölümünün ardından resmi bir taziye yayınlamadı?
Zizek'e başvuralım
Bu sorunun yanıtını ararken Žižek'e başvurmak yararlı olabilir. Stalinizm konulu parlak bir denemesinde, Žižek, Stalin'in, sosyalizmin hümanist olmayan, insanı geri kalmış bir biçim sayan aşırı modernist bir yöneliminin önüne geçip aslında sosyalizmin hümanist gizillerini geliştirdiğini öne sürüyor – ve bu denemenin bir noktasında şunu söylüyor: “Soljenitsin de bizzat 1930'ların Stalinist kültür politikasının bir oğludur.”(2)
Bu anlamda bir koşutluk kurulabilir ve şöyle söylenebilir belki de: “Fethi Naci de Cumhuriyetçi kültür politikasının bir oğludur.” Ve böyle söylendiğinde, hakim resmi ideolojinin, kitle medyası temsilcisi Osman Yağmurdereli'yi ve MSP geleneğinden gelen edebiyatçı Erdem Bayazıt'ı köklerini Abdülhamit'e dayandıran bir geleneğin içinde yer bulduğunu,(3) ama Fethi Naci'ye bu gelenek içinde yer bulamadığını görmek mümkün olabilir.
Soljenitsin ile Fethi Naci'yi buluşturan şey, yani her ikisi için de taziye yayınlanmamış olması, basit birer ihmal ve şaşırtıcı olmayan bir politik tutumun dışavurumu olmanın yanı sıra, çok daha geniş kapsamlı bir gerçeği sergiler: Günümüz yönetimi hümanist değildir.
Soljenitsin'le ilgili unutulan
Bunu tutarlı bir şekilde anlamak için, yine Žižek'in Soljenitsin'le ilgili varsayımı çerçevesinde, Soljenitsin'in gulag'a gönderilmeden önce yazdığı son mektubu yeniden okumak ve Soljenitsin'in eleştirisinin asıl muhatabının ve dayanağının Rus halkı olduğunu, doğruyu onlar için ve onlar adına dile getirdiğini de unutmamak gerek.
Günümüzde bu gerçek ilişkinin yerine, Soljenitsin'in Nobel ve sürgün sonrasında şekillenen çarpık bir imgesi, sanki Soljenitsin Sovyetler'deki yanlışı Sovyet dışı dünyaya duyurmak için çaba harcamış gibi bir imge yaygındır: Bu imgeyi yaratan ve benimseyenler genellikle, Soljenitsin'in edebiyatının önde geldiğini, 1960'larda başka mülteciler gibi dünyaya reel sosyalizmin sorun ve suçlarını seslendirdiğini söyler, ama tıpkı yine 1960'larda onun “hürriyeti seçen biri” olduğunu belirtirken Rus ve Ortodoks olduğunu görmezden gelenler gibi, günümüzde de onun edebiyatçı olduğunu, bunun dışındaki (panslavist, Ortodoks vb.) eğilimlerinin göz ardı edilmesi gerektiği söylemini benimserler.
Bu pragmatist, muhafazakar ve liberali rahatça buluşturan söylemde, Soljenitsin hep birtakım yönleri göz ardı edilmesi gereken büyük bir edebiyatçıdır. Zararsız görünen bu söylem, trajik bir biçimde asıl gerçeği unutturur: Soljenitsin'in gulag anlatılarının içinde yer aldığı gelenek, Tolstoy'un Diriliş'ine ya da Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler ya da Suç ve Ceza'sındaki insan ve adalet diyalektiğine uzanan, ve hep doğruyu talep eden hümanist Rus edebiyat geleneğidir – ve gulag bir edebi metafor değildir, her toplum ve zamanda tekrarlanabilecek olan somut bir gerçekliktir: tam açılımıyla, Islah Etme-Çalışma Kamp ve Kolonileri Baş İdaresi.
Bu yüzden Soljenitsin okurunun asıl okuması, Sovyetler'de gulag'ın var olduğu, olmuş olduğu gerçeğini kabullenmesiyle değil, kendi dünyasındaki gulag'ı fark etmesiyle başlar.
Türkiye denen gulag
Bu açıdan Türkiye'de, Komünizmle Mücadele Dernekleri'nden bugüne muhafazakar geleneğin, günümüz resmi ideolojisinin en büyük başarısının bu olduğunu, Soğuk Savaş'ta gulag eleştirisiyle başlayan süreci, günümüzde Türkiye örneğinde Ilımlı, Irak örneğinde Sıcak Savaş aşamasına getirmiş ve kendi kurduğu gulagları görünmez kılmış olması olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Guantanamo'nun ya da uçan ve yüzen taşeron işkencehanelerin görünmezliği, Irak'ta, Filistin'de, Afganistan'da yaşananların sözde-görünürlüğü değil sadece bu: daha da ürkütücü olan şey, Türkiye'de kurulan gulagın görünmezliği.
Türkiye uzun zamandır bir gulag, liberal bir gulag. İşsizliğin yaygın olduğu, çalışma koşullarının belirsizleştiği, iş, sağlık güvencelerinin olmadığı, terörün kesintisiz süregittiği ve içine çevre ülkelerdeki başka gulaglardan kaçıp gelenlerin de katıldığı bir gulag.
Suları geçerken, tankerlerin içinde, metruklarda ölen mültecilerle, kaçaklarla ilgili haberler bir yana, Türkiye adlı gulag'ın korkunç gerçekliği ve özel nitelikleri bir süre önce Konya, Taşkent, Balcılar adlı beldede patlayan bir özel Kuran kursu binasıyla kendini apaçık kıldı.
Genel olarak işsiz olan, kızını yabancı dil (İngilizce ve Arapça) öğrenmesi için ücretsiz cemaat kursuna gönderen ve kazanın ardından kurstan şikayetçi olmayan, tersine kurs sahiplerinin belde için yararlı işler yaptığını söyleyen baba (ve anne), Türkiye adlı bu gulag'ın sakinlerine kusursuz bir örnek.
Bu örnekleri bütün bir medyadan çoğaltmak mümkün. Fakat Konya'daki bu neo-muhafazakar gulag binasının havaya uçup 18 çocuğu öldürmesi, birçok çocuğu yaralı bırakmasından sonra olan bir başka şey, bu olayı gulag'ın yapısını açık seçik gösterir kıldı: Amerika'daki Herkül olayla ilgili bir açıklama yayınladı. Açıklamada şu sözler yer alıyordu:
“Hayır, boşa gitmedi kurbanlarınız, / Milletimiz için sadaka oldu o güzel evlatlarınız. / Sabır ve rıza göstermeniz neticesinde, / Mahşerde ellerinizden tutacak, kurban verdiğiniz çocuklarınız!..”(4)
Ertesi gün cenaze sırasında, aileler de aynı şeyi tekrarladılar: “Çocuklarımız şehit oldu.” Bu söylemin kusursuz ve kesin bir şekilde, Sovyetler Birliği'nin gulag'ının söyleminin, çalışma kamplarına sürülenlerin ve fabrikalarda ölenlerin Komünizm ütopyasının şehidi olduğunu dile getiren söylemin bir tekrarı, tatsız bir yenilenmesi olduğunu görmek ya da göstermek güç değil; fakat neo-muhafazakar sağdan bunu dile getirecek bir Soljenitsin çıkmasını beklemek boşuna.
Diğer yandan, bunu soldan beklemenin de boşuna olacağı konusunda kaygı duyulabilir. Konya patlamasından bir ay kadar önce, Murat Belge, Herkül'ün öncülük ettiği Abant Toplantıları'nın on yedincisini değerlendirirken şöyle yazdı:
"Türkiye'de sıradan bir laik Müslümanlardan, sıradan bir Boer'in bir zenciden nefret ettiği kadar nefret ediyor, onun kadar küçümsüyor, onun gibi, o aşağılık yaratıkla aynı mekânda bulunmaktan kaçınıyor.”(5) Bir ay sonra, “Müslümanların”, Türkiye'nin ortasındaki kör bir vadide yer alan kaçak ve çürük bir binada kullandıkları LPG tüpünün patlamasının ardından da, şu yorumu yaptı: “Türkiye'ye dönecek olursak, burada, birbirimize politik düzeyde ettiğimiz kötülükler, normal hayatımızın normal parçası içinde ettiğimiz kötülüklerle yarışıyor... Galiba o sloganı değiştirmek gerek: ‘Türk'ün Türk'ten başka düşmanı yok.'” (6)
Soljenitsin'i Soljenitsin kılan şey
Bu her iki tutum da Soljenitsin'in, Soljenitsin'de somutlaşmış hümanist Rus düşünce geleneğinin, ya da sadece ve basitçe Soljenitsin'in yaptığının neredeyse tam tersidir: Bu gelenekte kurtuluşu öte bir zamana ya da dünyaya bırakmak ya da bir halkı sorumlu tutmak yer almaz. Soljenitsin'i Soljenitsin kılan şey, onu Rus düşüncesinin ana damarlarından birine yerleştiren şey, Sovyetler'in sona ermiş olması değildir; gulag'ın kendisini ütopik bir gelecek ya da mistik bir aydınlanma çerçevesinde açıklamaya kalkışmaması, gulag'ın her ne olursa olsun bir sorun olduğunu, bir krize işaret ettiğini söylemesi ve aynı zamanda, gulag'ı gulag'takilerin tutumlarıyla da açıklamaya kalkışmamasıdır.
Soljenitsin “Yalanla Yaşama!” başlıklı yazısında, basitçe, sistemin yalanla örtüldüğünü, kendisinin doğruyu söylemeye ya da en azından yalan söylememeye kararlı olduğunu ilan eder.
Onun yaşamı açısından trajik olan şey, bu tutumun sonuçta gerçeğin düzeltilmesine değil, yıkımına yol açmış olması ve Sovyet yanlışının yerine Liberal-Rus yanlışının gelmesidir. Soljenitsin'in mafyanın başına geçtiği yeni liberal Rus gulag'ı karşısında ne düşündüğü bir yana, ne hissettiğini hayal etmek çok güç.(7)
Peki Türkiye'deki gulag'dan Rusya'yı değerlendirmek mümkün mü? Aslında, yönetimin “Stalinist” bir karakter kazandığı ve medyanın Stalin'in gösteri mahkemelerini taklit ettiği günümüzde, bütün bu yorum çabalarının, Soljenitsin üzerine düşünmenin boşuna olması gibi bir olasılık da var.
Türkiye Soljenitsin'i bir yana, Rusya'yı tanıyor mu - bunun yanıtının olumsuz olabileceğini düşündüren bir söyleşide, Doç. Dr. Mazhar Bağlı şöyle söylüyor:
“Deli Petro gibi bir Batılılaşma bizdeki. Rus Çarı Deli Petro Fransa'ya gidiyor. Erkeklerin her sabah tıraş olduğunu, kadınların da diz boyunda etekler giydiğini görüyor. ‘İşin sırrı burada, Fransa bunun için kalkınıyor' diyor. Rusya'ya dönüyor. Her sokak başına elinde ustura ve makas bir asker dikiyor. ‘Gördüğünüz erkeklerin sakalını tıraş edin, kadınların da eteklerini diz boyunda kesin. Ülke modernleşsin' diyor. Türk modernleşmesi de böyle. Özsel değil şekilci bir modernleşme bizimki.”(8)
Rusya ve Büyük Petro'yla ilgili temel gerçeği, yani Fransa'ya değil Hollanda'ya gittiğini, gemiciliği geliştirdiğini, bataklık üzerine Rusya'nın modern şehri, Peterburg'u inşa ettiğini, yani bir terzi ve berber değil devlet adamı olduğunu kabullenmeden, Rus modernleşmesinin üç yüz yıllık tarihini kavramadan Soljenitsin'i anlamak zor olabilir. Soljenitsin sonuçta Büyük Petro'nun modern mirasının, Rusya'nın Avrupa ve Doğu arasında yaşadığı gerilimin ürünüdür; tıpkı bizim de aslında, neo-muhafazakarların fazla sevdiği, ve sadece mevcut Osmanlı yıkıntısını korumak için düzen kurmanın ustası olan Abdülhamid'in değil, bugün iyice unutturulmuş o Üçüncü Selim mirasının ürünü olmamız gibi.
Soljenitsin'e Türkiye adlı liberal gulag'da bir karşılık bulmak güç, ama Soljenitsin tutumu hep bir seçenek olarak duruyor. (SG/TK)
(1) Erdem Bayazıt'ın, yakın zamana dek temel antolojilerde, örneğin Memet Fuat'ın Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi'nde yer almamış, büyük olasılıkla estetik nedenlerle yer almamış olması, edebi kanonun nasıl ve ne şekilde değiştiğini göstermesi açısından önemli bir işaret.
(2) Stalinizm, sonbahar 2008 içinde EncorE Yayınevi'nden yayımlanacak. Farklı bir versiyonu www.lacan.com üzerinde yer alıyor.
(3) “.. Erdem Bayazıt, Özal'ı Sultan Abdülhamid'in izinde, Viyana'da yarım bırakılan savaşın ekonomik alanda devam ettiricisi olarak görür. Bayazıt'ı doğrular biçimde Özal öldüğünde, Batı basınında "Sultan'ın geç gelen şehzadesi" olarak yorumlandı.” Nazif Gürdoğan, “Abdülhamit ve Özal,” Yeni Şafak, 20.02.2001.
(4) “Balcılar Kurbanları,” 02.08.08, www.herkul.org
(5) “Hindistan'ı Yönetseydik,” 08.07.2008, Taraf.
(6) “Bilinen ve Bilinmeyen Failler,” 03.08.2008, Taraf.
(7) Düşünce oyalanması olması için, Fetullah Gülen'i bir tür Soljenitsin sayılabilir mi diye sormak nasıl bir sonuç getirirdi? Edvard Limonov, Soljenitsin için etkileyici bir ifade kuruyor: “ne yazık ki, kendi ideolojisinden, Sovyet sistemini yıkan ideolojisinden daha uzun yaşadı.” Gülen de Soljenitsin gibi, yıktığı dünyanın yerine yeni bir dünya koyamayacağının bilincinde olan ya da bunu gelecekte görecek olan trajik bir figür sayılabilir mi? Yandaşlarının Gülen'in bir edebi duruş sahibi olduğunu öne sürdüğü düşünülürse, bu soru olduğu kadar saçma olmayabilir.
(8) Pazartesi Konuşmaları, söyleşen Neşe Düzel, 09.06.2008, Taraf. Doç. Dr. Mazhar Bağlı, Dicle Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi. Sağın, Petro'dan Lenin'e sakal bağlantısı aracılığıyla, söylenti kaynaklardan tarihi açıklama çabaları eğlenceli olduğu kadar, üzücü – çözümsüz bir çıkışsızlığı, kısır bir özsel modernlik arayışını dile getiriyor.