Partideki muhalif milletvekillerinin (hatta hükümetteki bakanların) varlığına karşın, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının esas olarak fırsatçı, sinik ve bir savaş hükümeti olduğu tescil edildi.
İslamcı hareketin bu "yenilikçi" kanadı, bütün tarihsel tezlerini geri çektiğini, sisteme ve kapitalist batıya yönelttiği bütün eleştirileri terk ettiğini ve daha önemlisi artık bir kurulu düzen gücü haline geldiğini açıkça ortaya koydu. Durum o kadar belli ki, iktidar kaynağını ve meşruiyetini Batı'da arayan AKP'nin Washington'a teslim olduğunu görmek için çok fazla kanıta bile gerek yok.
Liberallerin dramı
AKP, Amerikan siyasal gericiliğinin Türkiye'deki taşıyıcısı ve sözcüsü olmakla kalmamış, politik bir parti olarak çıkış bildirisini de bir yana bırakmıştır. Öyle ki, AKP liderliğinin sistemin kurucu kuvveti ve dominant kurumu olan ordu ile "yasak bir ilişki yaşadığı" anlaşılmıştır.
Genelkurmay Başkanı Özkök, görüşlerinin "hükümetle bir ve aynı" olduğunu ilan etmiştir. Dahası, tezkerenin reddedilmesiyle ciddi bir darbe yiyen ve aslında bir güvenoyu sorunuyla karşı karşıya bulunan hükümetin arkasında olduklarını, dosta-düşmana ve de liberallere hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde duyurmuştur.
Olan da Türkiye'deki liberallere, ama en çok da sol liberallere olmuştur.
Tarihsel ve kültürel kaynaklarına karşın, Türkiye'de esas olarak anti-komünist bir soğuk savaş gücü olarak gelişen, bütün bu dönem boyunca emperyalizme hizmette tereddüt etmeyen ve nihayet devletle girdiği sembiyoz ilişki içinde büyüyen ve palazlanan islami hareketten; sözümona bir "demokrasi gücü" ve "ortak bir gelecek projesi" çıkarmaya çalışan sol liberallere yazık oldu! Bu projeden geriye sadece bir "türban" kaldı. Onu da hallederler!
İmamın fendi kimi yendi?
Gelelim işin eğlenceli tarafına. Türkiye'nin ABD'nin yanında savaşa girmesine yol açacak hükümet tezkeresinin Meclis'e gönderilmesi sürecinde ordu ve AKP arasında bir taktik savaşı yaşandığı anlaşılıyor. Orgeneral Özkök'ün de teslim ettiği gibi, halkın neredeyse yüzde yüzü savaşa karşı.
Dahası, dünya kamuoyunun ezici çoğunluğu da ABD saldırganlığı karşısında ayağa kalkmış durumda. Üstelik Batı'da emperyal bir bölünme yaşanıyor. Böyle bir konjonktürde ne ordu ne de hükümet doğrudan savaşın sorumluluğunu üzerine almak istemedi. Her iki tarafın da bu dönem boyunca "suçu" birbirinin üstüne yıkmak istediği açıktı.
Silahlı Kuvvetler, Meclis'te yapılacak oylama öncesi ne MGK bildirisinde ne de başka bir "meşru zeminde" herhangi bir işaret vermedi. Alışılageldiği gibi, basınımızın güzide temsilcilerine herhangi bir haber "sızdırma" yoluna da gidilmedi. Hatta tam tersine, basında "Ordunun savaşa karşı olduğu" yolunda bazı haberlerin çıkmasına bile göz yumuldu.
Askerin bu "taktiğine" AKP yönetimi grup kararı almayarak ve bir anlamda milletvekillerini serbest bırakarak karşılık verdi. Yapılan gözlemler, Meclis Genel Kurulu'ndan bir ret kararı çıkmasının sürpriz olmayacağını gösteriyordu. Ancak, kamuoyunda tezkerenin geçeceğine dair güçlü bir beklenti oluşmuş, daha doğrusu oluşturulmuştu. Ve sürpriz gerçekleşti. Türkiye'de giderek büyüyen barış mücadelesinin de büyük etkisi ve baskısı sonucu tezkere Meclis'te reddedildi.
Bu gelişme üzerine fatura orduya çıkarılmaya başlandı. Örneğin, basınımızın Feldmareşali Ertuğrul Özkök, "MGK, ulusal güvenliğimizi ilgilendiren böyle önemli bir sorun karşısında konuşmayacak da ne zaman konuşacak?" diye sormaya başladı. Yine savaş lobisinin diğer çok liberal ve mümtaz kalemleri, orduyu ve MGK'yı "yanı başındaki savaşa kayıtsız kalırken sadece baş örtüsüyle ilgilenen" bir kurum olmakla suçladılar.
Ve ordu konuştu; susuyorsak sebebi var! Orgeneral Özkök devam eti, " Türk Silahlı Kuvvetleri'nin görüşü, hükümet ile aynı ve TBMM'ye sunulan tezkeredeki gibidir."
İşte o kadar!
Böylece anlaşıldı ki, TÜSİAD, AKP, bir avuç spekülatörden oluşan Borsa ve TSK üst yönetimi Irak sorununda aynı çizgidedir. AKP, sorumluluğu "geniş bir tabana" olmasa bile, geniş bir egemen kurumlar ve güçler zeminine yaymayı başarmıştı. Savaşı isteyen sadece kendileri ve zenginler kulübü TÜSİAD değildi. Ordu da aynı görüşteydi.
İmamın fendi bu kez askeri yenmişti!
Milliyetçi solun şaşkınlığı
Gelelim TSK açıklamasının çok önemli diğer sonucuna.
Orgeneral Özkök'ün sözleri başka bir palavraya da son vermiştir; 28 Şubat süreciyle birlikte Silahlı Kuvvetler'in -üstelik komuta kademesiyle beraber- halkçı, aydınlanmacı ve anti-emperyalist (daha çok anti-amerikan) mevzilere ve/veya saflara geldiği palavrası...
Şunu söylemek mümkün ve gerekli; 28 Şubat süreciyle birlikte ordunun bir restorasyon gücü olarak hareket ettiği; dahası ülkenin ulaştığı ekonomik, teknolojik, askeri ve toplumsal büyüklüklere ve bu büyüklüklerin gerektirdiği iddialara uygun olarak başlatılan yeniden yapılanma hamlesine öncülük yaptığı doğrudur. Çünkü, dünyanın bu tarihsel dönemecinde söz konusu hamle sistemin ihtiyacıdır. Ancak, nesnel koşulların zorladığı böyle bu gelişmeden, "ideolojik" bir yorumla "ilerici" bir ordu çıkarmak başka bir şeydir.
İşte, Türkiye'de milliyetçi sol bunu yapmıştır.
Oysa; bölgesel bir güç olmaya işaret eden ekonomik, askeri ve toplumsal büyüklüğün bizatihi kendisi, küresel emperyalist hiyerarşi içinde özerklik alanının genişletilmesini kaçınılmaz kılar. Eğer ortada bir çatışma varsa -ki var- başka birçok nedenin yanısıra kaynağını bu çok katlı gerilim alanından alır.
Günümüz Türkiye'sinde ordu söz konusu olduğunda aydınlanmacılık, halkçılık ve anti-emperyalistlik, şiddetli bir iç çatışma, görece sınıfsal ve bir ulusal tercih, ideolojik arınma ve bir Soğuk Savaş dönemi bilançosu çıkarmadan olacak iş değildir. Bütün bunlar ise kendi kendine olmaz. Sistemi sarsan güçlü bir toplumsal muhalefet dalgası ve ideolojik-entelektüel hegemonya gerektirir. Bunların hiçbiri yoktur.
Hadise yenidir; 12 Mart'ın ünlü faşist cunta şefi, işkenceci generali ve kontrgerilla lideri emekli Orgeneral Faik Türün'ün cenaze törenindeki fotoğraf hiçbir yorumu gerektirmeyecek kadar açıktır. Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan'ın bu törende yaptığı konuşmanın (Türün'ün izinden gittiklerini söylemişti), herhalde ordunun üst komuta kademesinin bilgisi ve onayı dışında gerçekleştiğini düşünmek saflık olacaktır. Bu törene başta Genelkurmay eski Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu olmak üzere, katılanların bileşimi de bu değerlendirmeyi açıkça doğrular niteliktedir.
Zor yorum
Durumu yorumlamak birileri için gerçekten de zor. Örneğin Cumhuriyet gazetesi, Orgeneral Özkök'ün konuşmasını mümkün olduğu kadar yorumsuz şekilde vermeye çalıştı. Bu durumda, gazetenin birinci sayfadan yazan yorumcusu ve Ankara temsilcisi Mustafa Balbay'ın -ki değerli bir gazetecidir- Genelkurmay açıklamasını değerlendirirken neden zorlandığını da anlamak gerekiyor. Balbay, "bir ciltlik değerlendirmeye bedel" bulduğu bu açıklamayı şöyle yorumluyordu:
"Türkiye, ABD'yi kontrol ederek, ABD ile hareket etmeye hazırlanıyor." (Cumhuriyet, 6 Mart 2003)
Olay sadece bir strateji ya da taktik sorunu olsaydı bu tespit/yorum tartışılabilirdi. Kaldı ki, bu yorum doğru da olabilir. Ancak, durum başka; sorun ideolojik ve politik bir oyluma sahip. Herkes, her kurum ve güç bir tercihle karşı karşıya. O nedenle zorlamaya gerek yok. Ve tam da burada insanın aklına ister istemez bir soru geliyor; acaba ordu daha önce, örneğin iç politik nedenlerle birilerini kontrol ederek onlarla birlikte başkalarına karşı hareket etmiş olabilir mi? Kim bilir?
Hadi toplumcu olmayı bir yana bıraktık diyelim! Fakat yeni emperyalizm (küreselleşme) çağında bir şey çok açıktır; soldan arandırılmış ulusal, halkçı, barışçı bir politik ve kültürel hareket bile mümkün değildir. (MY/EK)