Herhalde solun tarihinde hiçbir tez ve politik derinliği de olan hiçbir iddialı kuramsal deneme, bizatihi tarihi yapan olaylar ve olgular tarafından bu kadar kısa sürede yanlışlanmamıştır. Antonio Negri ve Michael Hardt gerçekten de çok talihsiz yazarlar. Öylesine talihsizler ki, "İmparatorluk" isimli kitaplarının daha ilk baskıları tükenmeden Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD) yönelik 11 Eylül eylemi gerçekleşti.
Ancak, onlar bu eylemin doğuracağı küresel sonuçları beklemeden kitaplarının yeni baskılarını yapmaya, bu arada Türkçe dahil başka dillerdeki baskılar için özel önsözler yazmaya devam ettiler. Oysa biraz bekleyebilirlerdi. Çünkü ardından Afganistan ve Irak savaşları gelecek ve bu ülkeler neredeyse klasik sömürgecilik anlayışıyla işgal edilecekti. Ama kendilerinden çok emin olan yazarlarımız beklemedikleri gibi, emperyalizmin ve sömürgeciliğin tarihten ve yeryüzünden silindiğini bile ilan ettiler:
"ABD bir emperyalist projenin merkezini oluşturmuyor ve aslında günümüzde hiçbir ulus devlet bunu yapamaz. Emperyalizm miadını doldurmuştur. Hiçbir ulus modern Avrupalı ulusların bir zamanlar olduğu gibi dünya lideri olamayacaktır ( M. Hardt-A. Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 200, Çev. Abdullah Yılmaz, say. 20).
İşte bu kadar! Yazarlarımız, durduk yerde yeryüzünden emperyalizmi iptal ediyorlar!
Hardt ve Negri, emperyalizmin sonunu hazırlayan tarihsel dönemeci de Vietnam savaşı olarak belirliyorlar. Yani, doğrudan son işgal ve sömürgeleştirme girişimi olarak Vietnam Savaşı...
Emperyalizme övgü; post-emperyalizm
Diğer taraftan aynı yazarlar, ABD'nin İmparatorluk içinde ayrıcalıklı bir konum işgal ettiğini kabul etmesine ediyorlar ama, bunun eski Avrupalı emperyalist güçlere benzerliğinden değil, kuruluşuna kadar uzatılabilecek farklılıklarından geldiğini öne sürüyorlar. ABD'nin kuruluş bildirisindeki emperyal (evrenselci) dokunun bir sonucu olarak ve yeni küresel rejim için zeminin hazır olması nedeniyle Soğuk Savaştan zaferle çıktığını iddia ediyorlar.
Küresel iktidar ağı projesinin ABD'nin kuruluş tarihindeki dördüncü aşama, bir anlamda post-emperyalist evre olduğunu öne sürüyorlar. Peki nedir ABD'nin bu farklılıkları? Sıkı durun:
"Körfez Savaşı'nın (1990, ilk savaş-my) önemi ABD'nin, kendi ulusal saiklerinden hareketle değil; küresel hak adına, uluslararası adaleti sağlayabilecek tek güç olarak tarih sahnesine çıkmasından gelir. Kuşkusuz daha önce de birçok güç olur olmaz evrensel çıkarlar için hareket ettiği iddiasında bulunmuştu, ama ABD'nin bu yeni rolü farklıdır. (...) Dünya polisi ABD emperyalist çıkarlarla değil, emperyal (yani bölgesel ve ulusal olmayan-my) çıkarlarla hareket ediyor. Bu anlamda, Körfez Savaşı gerçekten de, George Bush'un (Baba Bush-my) iddia ettiği gibi, yeni bir dünya düzeninin doğuşuydu." (Age, say. 195)
Evet, küreselleşmeci yeni liberal ideoloji, solda işte böyle yeniden üretiliyor. Yani "küresel adaletin polisi" emperyal ABD, ulus devlet olmakta direnmek gibi bir saçmalık içindeki Güney ülkelerini kendi despotlarından kurtarıyor!.. Allahtan, Hardt ve Negri, bizden bir kez daha "beyaz adamın" dünyaya uygarlık götürdüğüne inanmamızı istemiyor.
Utangaç Jeffersonculuk
Hardt ve Negri, ABD'nin Kurucularından, Bağımsızlık Bildirisi'nin ve Virginia Anayasası'nın -ki Amerikan anayasasının temeli olarak kabul edilir- yazarı olan Thomas Jefferson'a* derin bir hayranlık besliyor olmalılar. Çünkü, adeta "Yeni Jeffersonculuk" denebilecek anlayışa fazlasıyla bağlılık gösteriyorlar. Cosmopolitik dergisinde de yayımlanan bir makalesinde J. Bellamy Foster şu ilginç tespiti yapıyor:
"Bu yeni dünya düzenine onların verdikleri ad olan İmparatorluk, yeni bir küresel Jeffersonculuğun -ABD Anayasal biçiminin küresel bir krallığa doğru genişlemesinin- mümkün hale geldiği bir çağda, küresel düzeyde egemenlik ve meşruiyet için verilen mücadelenin bir ürünüdür." (John Bellamy Foster, Emperyalizm ve İmparatorluk, Cosmopolitik, Sayı: 5, İlkbahar/Yaz 2003).
Yine Foster'in işaret ettiği gibi, Negri ve Hardt, İmparatorluğa karşı yerel mücadelelere de itiraz ediyorlar. Yürütülecek mücadelenin ancak, "imparatorluk tarafından sunulan varlık koşulları" içinde gerçekleşebileceğini belirtiyorlar. Öyle ki, Iraklı direnişçiler yazarlarımızı dinleseler silahlarını bırakmaları gerekiyor.
'Çokluk' mu yokluk mu?
Bir anlamda sınıfların aşıldığını da ima, hatta iddia eden yazarlar, işçi sınıfı yerine "çokluk" diye belirsiz, tanımsız, şekilsiz ve soyut bir kavram koyuyorlar.
"Üretim araçları artık kolektif öznellik, işçilerin kolektif zekası ve duygulanımları çerçevesinde yeniden düzene sokuluyor; girişimcilik genel zeka çerçevesinde öznelerin ortak faaliyeti yoluyla yeniden örgütleniyor. Politik özne, posse olarak çokluğun örgütlenmesi, böylelikle dünya sahnesinde yerini almaya başlıyor. Çokluk biyo-politik öz örgütlenmedir." (Age, Say. 410)
Yani, hem düşman belirsiz, merkezsiz ve alansız hem de ona karşı mücadele edecek yığınlar... Anlayacağınız, "İmparatorluk teorisi" öznesi ve nesnesi olmayan bir cümle gibi. Hedefi ve taşıyıcı güçleri belli olmayan bir mücadele anlayışı! Mücadele alanı ise her yer, ama aynı zamanda hiçbir yer. Çünkü, bir şey her yerdeyse, aslında hiçbir yerde değildir. Örneğin, "ayağını bastığın yer mücadelenin alanıdır" gibi bazı sloganlar, boş havuza atlayan bazı arkadaşlarımız arasında pek moda! Ne diyelim, umarız kafalarını gözlerini yaralamazlar!
Negri ve Hardt, İmparatorluğa karşı mücadelenin öznesi olarak, ortaya attıkları "çokluk" kavramını, bütün gayretlerine karşın, ne tanımlayabiliyorlar ne de bu kavramın işaret ettiği güçler konusunda herhangi bir sosyolojik ve analitik tanım getirebiliyorlar (Aynı durum, yazarların ortaya attığı "biyo-iktidar" ve "biyo-politik öz örgütlenme" gibi kavramlar için de geçerli.).
Dolayısıyla, hiçbir sosyo-politik temele oturmayan "çokluk" kavramı hakkında, yazarlarımız, kendilerine yöneltilen sorulara da bilimsel bakımdan açık, anlaşılır ve tatmin edici bir yanıt veremiyorlar.
Bir kez daha 'Elveda proletarya'!
Örneğin, Danilo Zolo'nun Ekim 2002'de yaptığı ve ilk olarak İtalya'da Da Reset dergisinde yayımlanan bir söyleşi/tartışma sırasında, konuya ilişkin bir sorusuna yanıt olarak, Negri, "İmparatorluk'ta çokluğun analitik bir tanımı olmadığını söylemekte haklısınız" diyor. Negri, bu belirsizlik hakkında bazı gerekçeler ileri sürdükten sonra şöyle devam ediyor:
"Çokluğu, hiçbir şekilde bir birlik üzerinden temsil edilemeyecek olan tekliklerin çoğulluğu olarak anlıyoruz. Öte yandan halk, modern devletin meşruiyet kurgusunun temeli olarak ihtiyaç duyduğu yapay bir birlik; kitle ise realist sosyolojinin (hem liberal hem de sermayenin sosyalist yönetim figürleri anlamında) kapitalist üretim tarzının temeli olarak varsaydığı bir kavram; her durumda farklılaştırılmamış bir birlik. (...) Çokluğun ikinci anlamı ise, onu sınıfın (işçi sınıfının-my) karşısına koymamızdan geliyor." (Bkz. Otonom dergisi, İmparatorluk ve Çokluk/Söyleşi, Sayı:3, Nisan 2003)
Evet, işte böyle! Halk ve kitle dışı, dahası işçi sınıfının karşısına konulan sosyolojik bir kategori olarak "çokluk"... Hal böyle olunca, yazarlarımızın işçi sınıfının tarihsel ömrünü doldurduğunu ve bu sınıfın toplum tarafından aşıldığını ileri sürmeleri gerekiyor. Negri bunu da yapıyor, ama biraz utangaç şekilde. Tıpkı emperyalizm gibi, işçi sınıfı da şu son on-on beş yıl içinde adeta buharlaşıyor.
Aynı söyleşide Negri, işçilerin "maddi olmayan emek kapasitelerinin taşıyıcısı" haline geldiklerini belirterek, bu durumun işçi sınıfına yeniden üretim araçlarına sahip olma imkanı verdiğini ileri sürüyor. Bu üretim aracı ne mi? Tabi ki insan beyni! Yani beynini üretimde kullanan bir işçi, maddi olmayan üretim aracının sahibi oluyor ve belki de işçi olmaktan çıkıyor. Burada tek sorun "kuş beyinli" olmak herhalde. Onun da çaresi yok! (Ben birilerinden şüpheleniyorum ama, neyse!..)
Hardt ve Negri, şu bin yıllık "beyaz yakalılar" hadisesini de fazlasıyla abartmış anlaşılan. Yazarlarımız, işçi sınıfını yeniden tanımlamak yerine, soldan gitme liberallerin çizgisini izliyor. Yani, bir tür "elveda proletarya" durumu söz konusu.
Yeni Kautskicilik
Bir yanıyla "Yeni Kautskist" olarak niteleyebileceğimiz Negri ve Hardt, aynı kitapta ortaya attıkları, "yeni militanlık" ve "yeni militanlar" gibi kavramların da içini bir türlü dolduramıyor. Dolayısıyla, çalışmanın sosyolojik açıdan önemli ve taşıyıcı olması gereken kavramları, tam tersine bir sonuç yaratarak, kurulmak istenen teorinin en zayıf alanlarını oluşturuyor.
Kim bu "yeni militanlar" ve hangi sınıfsal temele dayanıyorlar? Eğer işçi sınıfının (dolayısıyla diğer sınıfların da) karakterinde esasa ilişkin bir değişiklik gerçekleştiyse, bu dönüşümün niteliği nedir? Durum böyle ise, "eski militanlar" kendilerini nasıl yenileyecekler? Marksizm de tarihsel ömrünü doldurdu mu? Sınıf mücadelesinin yeni biçimi ve niteliği nasıl olacaktır? Yoksa sınıf mücadelelerinin de sonuna mı geldik? Dolayısıyla yeni bir "tarihin sonu" teziyle mi karşı karşıyayız?
Bu sorular çoğaltılabilir. Ancak, küreselleşmeci liberal tezlerle "baştan çıktığı" anlaşılan Negri ve Hardt hiçbir zaman bu sorulara tatmin edici yanıt veremiyorlar, pek verecek gibi de görünmüyorlar.
Kaba ekonomizm
Hardt ve Negri, iktisadi süreçleri izleyerek burada ulaştıkları sonuçları dolaysızca siyasal, toplumsal ve ulusal düzlemlere aktarıyorlar. Ekonomiye mutlak bir belirleyicilik yüklüyorlar. Tarihi ve toplumların gelişim yasalarını, bu arada materyalizmi ve diyalektiği de bir kenara bırakıyorlar. Neredeyse bütün tarihi ve toplumsal akışı iktisadın yasalarıyla açıklamaya varacak bir yöntemi benimsiyorlar. Tipik bir "ekonomizm" vakasıyla karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Hardt ve Negri'nin tezleri öylesine ekonomist bir temele sahiptir ki, yazarlarımız dünyaya baktıklarında, sadece uluslararası sermayenin bütünleştiğini, uluslarüstü tröstlerin olağanüstü bir güç kazandığını ve dünyanın neredeyse "tek bir tekele" doğru gittiğini görüyorlar. Bu sürece bağlı olarak, eski dünyanın yıkıldığını, yeni bir küresel hukukun oluşmaya başladığını, ulus devletlerin üstünde ve onların gücünü aşan yeni bir takım karar mekanizmalarının oluşmaya başladığını saptıyorlar. Kısaca, sadece dünyanın bir yüzünü görüyorlar.
Oysa bu tartışma hiç de yeni değil. Örneğin Lenin, geçen yüzyılın başında, "salt ekonomik açıdan" değerlendirildiğinde bir "ultra-emperyalizm olanaklı mıdır" diye soruyor ve bu soruya şöyle yanıt veriyor:
"Gelişme tekellere doğru, bunun sonucu olarak, evrensel tek bir tekele, tek bir dünya tekeline doğru gidiyor. Bunun itiraz götürür bir yanı yok, ama saçma olduğu kadar, 'evrimin' besin maddelerinin laboratuarlarda üretilmesine doğru 'gittiği' sözü gibi, anlamdan da yoksundur." (V.I. Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları, Haziran 1979, Ankara, 7. Baskı, Çev. Cemal Süreya, Say. 113-114)
Görüldüğü gibi Lenin'e göre de gelişim ultra-emperyalizm yönünde ve tek bir dünya tekiline doğru. Bu gözlem öylesine kesin ki, üstelik bu akışın "itiraz götürür yanı da yok". Ancak, Lenin küresel sermayenin hiçbir zaman mutlak bütünleşme aşamasını gerçekleşmeyeceğini, hatta bu öngörünün "saçma" olduğunu söylüyor. Öte yandan Lenin, gerçekte "ultra-emperyalizm" teorisinin esasına karşı çıkmıyor. Bu teorinin erken ortaya atılmasının yanı sıra, dünyanın siyasal, ulusal ve toplumsal süreçlerden koparılarak açıklanmasına itiraz ediyor.
Parçalanmış dünya
Çünkü, kapitalist emperyalizmin ve sermayenin iç çelişkilerinin yarattığı parçalanma hiçbir zaman buna izin vermeyeceği gibi, tarihin akışı da salt iktisadi süreçler tarafından belirlenmiyor. Hardt ve Negri, diyalektiği ve tarihsel materyalizmi bir yana bırakınca çelişki ve eşitsiz gelişme yasasını; siyasal olayların iktisadi gelişmeler üzerindeki, kimi tarihsel dönemlerde belirleyici de olabilen etkisini; dünyanın ulusal, sınıfsal ve siyasal olarak bölünmüş yapısını görmüyorlar.
Örneğin, bugün küreselleşme diye nitelendirilen dünya-tarihsel durumun siyasetin (ulus devletlerin ve orduların) açtığı yoldan ilerlediğinin farkında bile değiller. Belki de görmek istemiyorlar. Çünkü, aksi taktirde kurdukları teorik sistem bütünüyle çöküyor.
Günümüz dünyasındaki önemli bir gerilim alanını, sermayenin küresel ölçekte bütünleşme dinamiği ile, ulusal, sınıfsal ve siyasal olarak parçalanmış dünya arasındaki giderek şiddetlenen çelişki oluşturuyor. Gelgelelim, Hardt ve Negri küresel ölçekte siyasal güçlerin yeniden dizilişini belirleyen bu çelişkiyi aynı nedenle (kuramsal bütünlük) yakalayamıyorlar. İmparatorluk tezine ilişkin az sayıdaki yetkin eleştirilerinden birini yapan Kenan Kalyon bu konuda şunları söylüyor:
"Hardt ve Negri emperyalizmi, eşitsiz gelişmeyi, zayıf halkayı, diyalektiği ve hatta çelişkiyi imparatorluk lehine iptal ederek işi ifrata vardırıyorlar. Genel olarak sermayenin, özel olarak küreselleşme sürecinin türdeşleştirici ve düzleştirici etkisini tek yanlı olarak abartıyorlar.
Sadece bütünleşme görüyorlar. Sermayenin bütünleştirdiği dünyanın aynı zamanda derin sınıfsal ve ulusal çelişkilerle parçalanmış bir dünya olduğunu, eşitsiz gelişmenin engebesiz bir topografyaya hâlâ olanak tanımadığını görmezden geliyorlar." (Siyasi Gazete, Sayı: 2, Şubat 2003.)
Ulusal devletler yeniden tanımlanıyor
Öte yandan, küreselleşse de sermayenin bir "anavatan" dahası bir "emperyalist anavatan" ihtiyacı devam ediyor. Günümüzde kıyasıya devam eden küresel hegemonya mücadelesinde, ulusal devletlerin ve onların ordularının asli ve belirleyici aktörler olmayı sürdürmeleri bir oyun değilse eğer, bu olguyu "imparatorluk" teorisiyle yan yana getirmek mümkün görünmüyor. Değilse, Hardt ve Negri'nin yaptığı gibi, ABD'nin emperyalist bir ulus devlet olmaktan çıkıp, evrensel ve tanrı katındaki düzenleyici bir güç olduğunu söylemek gerekiyor. (Zaten Yeni Jeffersonculuk tam da bu aşamada devreye giriyor.)
Oysa; "Ulus-devletin bir devlet ve burjuva devlet olmaktan ileri gelen işlevleri -güç kullanma tekeli ve bunu sürekli olarak yetkinleştirme, kamu maliyesi, vergilendirme, bölüşüm ilişkilerine müdahale, toplam sermayenin yeniden üretim koşullarını güvenceye alma, birikim tarzına uygun bir emek piyasası yaratma vb.- yerli yerinde duruyor. (...) Öte yandan, ulus-devlet aynı zamanda dinamik bir kategori. Birikim tarzına ve dünya pazarlarıyla bütünleşme ve eklemlenme derecesine bağlı olarak, yeni işlevler edinebilen, bazı işlevleri körelten, bazılarını ise yukarıya ya da aşağıya aktarabilen bir egemenlik aygıtı." (K. Kalyon, age.)
Emperyalist-kapitalist sistemin yeni aşamasında yaşanan olgu, ulus devletlerin ortadan kalkışı yönünde değil, sınırların ve ulus devletlerin yeniden tanımlanması şeklindedir. Anlaşılamayan durum da budur.
Neo-klasik imparatorluk
Küreselleşme, yazarlarımızın iddia ettiği gibi topraktan kopan bir seyir de izlemiyor. Tam tersine, bugün dünyada kaynakların denetimine, stratejik ve jeo-politik bakımdan önemli coğrafyaların kontrolüne ve küresel egemenlik için, tıpkı klasik çağ imparatorluklarının yaptığı gibi dünyanın her yerinde ordular ve askeri üsler bulundurmayı gerektiriyor. Keskinleşen rekabet, güç kullanma ihtiyacı ve savaş hali devletleri ve orduları zorunlu kılmaya devam ediyor. Bugün ABD, Ortadoğu'da tam da bunu, emperyalist bir devletin klasik ihtiyaçlarının gereğini yapıyor. Dolayısıyla karşımızda "açık uzama" dayalı, evrenselci, topraktan kopmuş, sınırlarından kurtulmuş, "küreselleşmenin Roma'sı" diye tanımlanabilecek bir ülke yok.
Bu nedenle, günümüzde bir imparatorluktan söz edilecekse eğer; bu Hardt ve Negri'nin sözünü ettiği türden salt uluslarötesi tröstlerin egemen ve belirleyici olduğu, insan doğasını yöneten biyo-iktidarın kurulduğu, tarihin askıya alındığı, mevcut durumu ebedi kılan, ucu bucağı olmayan, uzamsal bütünlüğü etkili bir şekilde kuşatan, zamansal sınırı olmayan, tarihin dışındaki veya tarihin sonundaki bir rejim olarak kendisini sunan, ulusal ve yerel kaynaklarından kopmuş, sınırları aşmış, toplumsal düzenin bütün katlarında faaliyet yürüten, bir toprak parçasını ya da nüfusu yönetmeyen, bizatihi yaşadığı dünyayı yaratan (Bkz. age, s. 20-21) bir imparatorluk değildir.
Tam tersine, klasik çağ imparatorluklarının (özellikle Roma ve Britanya) politik, iktisadi ve ulusal reflekslerini devralarak 21. yüzyıl koşullarında yeniden üreten Neo-klasik bir imparatorlukla, ABD İmparatorluğu'yla karşı karşıyayız. Zaten durumun böyle olduğunu, bizzat bugün ABD'yi yöneten ve yeni muhafazakarlar (Neo-cons) cuntanın etkili bir mensubu, Prof. Paul Wolfowitz söylüyor.
Ne demeli, emperyalizm ve ulus devletler daha ölmeden onların cenazesini kaldırmaya kalktığınızda saçmalamak kaçınılmaz oluyor. (MY/NM)
* Amerikan bağımsızlık mücadelesinin önderlerinden Thomas Jefferson (1743-1826) bir hukukçu. Sırasıyla dışişleri bakanlığı (1790-93), başkan yardımcılığı (1797- 1801) ve devlet başkanlığı (1801-09) yaptı. Cumhuriyetçi Demokrat Partinin kurucusu. Bireysel özgürlüklere önem verdi. Amerikan halkını, "dünyanın en büyük umudu ve tanrının görevlendirdiği genç bir ulus", devleti de "evrensel" olarak nitelendirdi.