Küreselleşmeci ideolojinin, sosyalist gerekçelerle siyaset alanının ve entelektüel ortamın solunda yeniden üretilmesi ne anlama gelmektedir? Bu ideolojik üretim denemesi, sadece iyi niyetli bir akademik çaba mıdır, yoksa ağır politik sonuçlara yol açacak bir revizyon girişimi mi? İşte bu seri yazının ikinci bölümüne, daha çok söz konusu soruların yanıtını aramaya çalışacağım.
Bunun için konuya, yeni emperyalizmin iktisadi araçlarının değerlendirmesiyle başlamak iyi olacak. Çünkü, hem küreselleşme diye kodlanan neo-klasik sömürgeciliğin (yeni emperyalizm) iktisadi araçlarının çözümlemesini yapmak ki bu araç ve yöntemlerin abartılması küreselleşmeci tezlerin temelini oluşturuyor- hem de orta ve orta-üst kuşak kapitalist ülkelerde gelişen ulusal ve halkçı direniş eğiliminin maddi temellerini göstermek gerekiyor.
Sermaye üretimden kopuyor
Mali sermayenin küresel egemenliği ve genişletilmiş yeniden üretim sürecindeki çevrimi, artık kapitalizmin üretici/endüstriyel temelini de tahrip etmeye başladı. Bu tahribat, emperyalist merkez ülkelerden çok, görece sanayileşmiş, kendi kendine yeten bir tarımsal üretimi olan, güçlü yerel ve bölgesel ekonomilerde daha net izleniyor. Üretim süreçlerinden kopan mali sermaye, kapitalist merkezleri de tehdit ediyor.
Tam da burada bir açmaz yaşanıyor. Bir yandan üretim ve kapasite fazlası kapitalist ekonomilerin günümüzdeki en büyük kriz nedeni ve kaynağı olurken, diğer yandan üretim temelinden bağımsızlaşan mali sermaye, küresel ölçekte endüstriyel yapıyı aşındırıyor.
Marksın, kapitalizmin işleyiş yasalarını analiz ederken işaret ettiği para-meta, yani sermaye-üretim ilişkisi, emperyalizmin yeni aşamasında kopuyor. (Bkz. K. Marks, Kapital, İkinci Cilt, Sol Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1997, Çeviren: Alaattin Bilgi, Birinci ve İkinci Kısım) Bu olgu, güncel kapitalizmin en önemli hastalığını oluşturuyor.
Yeni durumu yakından gözlemleyen isimlerden Ergin Yıldızoğlu bu konuda şunları yazıyor:
Küreselleşme, yeni ekonomi kavramlarının yerini esas olarak iki kavram almış görünüyor köpük sonrası ekonomi ve deflasyon tehlikesi. Kısacası, söylenmek istenen şu, 1990ların mali genişlemesi sırasında gerçek ekonomiden koparak kendi kendini besleyen bir kredi sistemi (en geniş anlamıyla) reel ekonomiden uzaklaştıkça sürdürülemez büyüklüler yarattı. Sonra da bunlar tek tek patlamaya başladılar. Önce, 1997de yükselmekte olan piyasalara yönelen kısa dönemli sermayenin yarattığı köpük patladı: Asya krizi. Sonra teknoloji sektöründe özellikle 1996-99 arasında Internet alanında oluşan spekülatif borsa köpüğü patladı. Bunu Dov Jones Sanayi Endeksi ve dünya piyasalarındaki diğer borsalar izledi. (Ergin Yıldızoğlu, Tarihsel Bir Dönemeçte Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı, Avsam, Stratejik Analiz Dergisi, Haziran 2003))
Yeni dalganın işleyiş yasaları
1990'lı yıllardan itibaren, kapitalist-emperyalist merkez ülkelerinin dışında kalan küresel pazar, sistematik olarak ulusal devletlerin kontrolü dışına çıkarılmaktadır. Zengin Kuzeyin dışında kalan Güneyin yoksul ülkeleri ve aradaki, kapitalizmin orta derecede gelişmiş olduğu yeni sanayileşmiş ülkelerde, tarımdan sınaiye, enerjiden finansal kurumlara kadar ekonominin yönetimi uluslarüstü emperyal kuruluşların denetimine giriyor. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) bu siyasetin yürütülmesinin küresel kurumlarını oluşturuyor.
Türkiyede Merkez Bankasının, Hazine Müsteşarlığının, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulunun (BDDK) bağımsızlaştırılması, Enerji Piyasası Üst Kurulu ve benzerlerinin oluşturulması bu anlama gelmektedir. Böylece bu kurulların yönettiği piyasalar sadece kamunun ve hükümetlerin değil, yargı organlarının dahi denetimi dışına çıkarılmaktadır. Bu kurullar, kazandıkları yeni statü ile ulusal piyasaların ve stratejik üretim alanlarının uluslararası finans kurumlarının denetimine girmesine hizmet etmektedir.
Ulusal egemenlik ve kamu denetimi
Türkiyenin kırsal üretim yeteneğinin tahrip edilmesine yol açan tarım sektöründeki, bağımsız kurullar da aynı işlevi görmektedir. Bir ülkenin geleceği, güvenliği ve kendi kendisini besleme yeteneğinin garanti edilmesi için hayati önem taşıyan tarım alanında, kritik kararların alınması bu üst kurullar aracılığıyla, hükümetler dahil kamunun ve siyasetin dışına taşınmaktadır.
Yeni oluşturulan Tütün Kurulu, Şeker Kurulu, Tarım Satış Kooperatifleri Birliklerinin (TSKB) Yeniden Yapılandırma Kurulları göreve başladığından beri, Türkiye kendi tarımına yön veremez duruma geldi. Bu politika sadece Türkiyede değil, yeni emperyalizmin/neo-klasik sömürgeciliğin dünyadaki en önemli iktisadi araçlarından birini oluşturdu.
Bu bağımsız ya da üst kurullar bir önceki dönemin hukukuna göre oluşmuş ulus devletlerin, deyim uygunsa uluslarüstü tröstler tarafından iktisadi bakımdan işgal edilmesinin en önemli araçları oldu. (Daha ayrıntılı bir çözümleme için Bkz. Yeni Emperyalizm ve Siyasal Gericilik, Onbir Yayıncılık, Şubat 2003, İstanbul.)
Brezilyanın yeni Devlet Başkanı Lula, sadece kendi ülkesinin değil, aynı kaderi paylaşan bölgesel büyük ekonomilere sahip orta ve üst-orta kuşak kapitalist ülkelerin içinde bulundukları durumu şöyle açıklıyor:
Bizim ülkelerimiz yabancı sermaye akışına fazla bağımlı hale geldi. Kendi egemenliğimize dayanan kararlar alabilme yeteneğimizi yitirdik. Çoğu kez ülkemizin haritada nerede olduğunu dahi bilmeyen spekülatörlerin insafına terk edildik. (Cumhuriyet, 8 Ocak 2003)
Küresel ve yerel ölçekte orta sınıf tasfiyesi
Yeni emperyalizmin mali genişleme dinamiği, bu dinamiğin önünde engel oluşturan görece güçlü periferik ulusal ekonomileri yıkma siyaseti, diğer bir anlatımla dünyanın orta sınıfını tasfiye yönelimi bakımından Türkiye ilginç bir model oluşturuyor.
Bu ilginçlik, Türkiyenin küresel hegemonya mücadelesinin merkezinde yeralan bölgesel bir güç olmasından kaynaklanmaktadır. Yeni emperyalist düzen bakımından kabul edilebilir sınırların ötesinde bir ekonomik, siyasal ve askeri büyüklüğe ulaşan; bu konumuyla gerek yerel gerekse bölgesel zenginliklerden daha çok pay istemeye başlayan Türkiye gibi ülkelerin ekonomilerinin yıkılması ve siyasi iradelerinin kırılması, emperyalizmin bu evresinde daha da önem kazanmaktadır.
Kuşku yok ki, dünyanın kaderinin belirlendiği bir bölgede, güçlü bir yerel ortak yerine daha küçük, zayıf ve kontrol edilebilir bir Türkiye Batının tercihi olacaktır.
Türk kapitalizmi, emperyalizme yarı bağımlı bir yapıya sahip olsa da, (kuruluşundan gelen bir dizi özgünlük bağımsızlık savaşının ürünü olmak gibi- nedeniyle) tarih içinde bağımsız hareket etme kapasitesi ve yeteneği giderek genişlemiştir. Kendi özerklik alanını genişleten Türkiyenin, ABD ve Batıyla olan ilişkilerinde zaman zaman kendi çıkarlarını ön plana alan politikalar izlediği görülmektedir.
Bu nedenle, Türkiye tarihinin en derin ve yıkıcı ekonomik krizlerinden biri olan, Şubat 2001deki büyük çöküşe farklı bir açıdan da bakılabilir... (Bu iktisadi yıkım ile amaçlanan şeyin) Kontrol dışına çıkma eğilimi gösteren, diğer bir anlatımla gereğinden fazla büyüyen Türkiyenin gücünü kırmaya ve makul bir seviyeye çekmeye yönelik olduğu açıktır. (Avrasyada Devrim, Onbir Yayıncılık, Mayıs 2002, İstanbul, s. 51-52)
İşbirlikçilerin son baharı ve ulusalcılık
Mali sermayenin küresel yayılımı ve genişleme yönelimi, güçlü yerel işbirlikçilerin de tasfiyesini kaçınılmaz kılıyor. Bir önceki döneme özgü olan ve yerel işbirlikçiler dolayımıyla pazarın iktisadi ve siyasal denetimini sağlama yöntemi neo-klasik sömürgecilik döneminde terk ediliyor. Hiyerarşik olarak küresel ve ulusal planda her kademedeki orta sınıf tasfiye edilmek isteniyor. Söz konusu iktisadi aktörler ve toplumsal kesimler birer elemana (personele) dönüştürülmeye çalışılıyor.
Bu tasfiye girişimi ve baskı, geçmişte işbirlikçi bir çizgi içinde gelişse de pazardaki payını korumak isteyen sermaye kesimlerinin de içinde yer aldığı ulusalcı bir direniş eğilimini güdülüyor. Aydınların ve bürokratların yanı sıra, daha çok orta ve alt sınıfların içinde yer aldığı bu direniş çizgisi, yer yer halkçı bir karakter de kazanabiliyor.
Üstelik bu direniş, ulus devletin kazanımlarına ve biriktirdiği değerlere tutunarak geliştirilmektedir. Irak ve Yugoslavyada olduğu gibi, sisteme siyasal ve askeri olarak direnen ülkelere karşı ise, yine emperyalist ulus devletlerin orduları müdahale etmektedir. Çünkü siyaset, kaba Marksist analizlerde ortaya atıldığı gibi, iktisadi süreçleri her zaman edilgen bir şekilde izlemez. Tam tersine bugün, küreselleşme süreci siyasetin ve silahların açtığı yoldan ilerlemektedir.
Yanlış okuma
Yukarıda genel çizgileriyle ortaya koymaya çalıştığım iktisadi ve siyasal süreçlere bakan liberal küreselleşmeci teorisyenlerin iddiası şudur; artık ulus devletlerin çağı kapandı, modern zamanların bu siyasal aktörleri tarihsel ömürlerini doldurdu. Michael Hardt ve Antonio Negri de bu tezi, sosyalist gerekçelerle aşağı yukarı devralıyor.
Elbette, bir siyasal ve toplumsal üst örgütlenme biçimi olan ulus devletler, kapitalizmin doğuşuyla birlikte insanlığın büyük serüvenine dahil olan tarihsel ve dolayısıyla geçici kategorilerdir. Ancak, kapitalizm onun yerine yeni ve daha işlevsel bir başka dünya-tarihsel örgütlenme biçimini koymadığı sürece ortadan kalkmaları mümkün değildir.
Bugün yeryüzünde olup bitenler, sınırların ve ulus devletlerin ortadan kalkma sürecine girdiğini işaret etmiyor. Tersine, sınırlar ve ulus devletler emperyalizmin yeni aşamasının ihtiyaçlarına göre yeniden tanımlanıyor. Hardt ve Negrinin anlayamadıkları hadise budur.
Emperyalizmin yeni aşamasının belirgin özelliği olan sermayenin kazandığı olağanüstü akışkanlık, bu akışkanlığın sınır tanımaz karakteri, iddia edildiği gibi ulus devletleri işlevsiz hale mi getiriyor? Artık uluslarötesi hale gelen sermaye, kendi devletiyle bağlarını gerçekten koparıyor mu? Küresel sermaye bakımından toprağa, belirli sınırlara, orduya, bir karargaha ve ana üsse (anavatana) artık ihtiyaç yok mu? Kimi işlevlerini uluslarüstü kurumlara, kimilerini de yerel yönetimlere devreden ulus devletler anlamlı bir mücadele alanı olmaktan çıkıyor mu?
Yukarıdaki sorulara muhtemel yanıtlardan birini Kenan Kalyon şöyle veriyor:
Hardt ve Negri daha ileri giderek, ulus-devlet örgütlenmesinin sermaye ve onun genişletilmiş yeniden üretimine artık dar gelmesinin yol açtığı çelişkiyi, pek çok yansıması ve bürünümü olan, sermayenin ayağına dolanan bir çelişki ve hatta ikilem olarak saptamak yerine, imparatorluk içinde buharlaştırıyor. Hiç yoksa 11 Eylülden beri yaşanan gelişmeler tablonun böyle olmadığını gösteriyor. Burada söz konusu olan yalnızca bir abartı ve gelecekte yukarıdaki görünümü kazanacak bir eğilimin bugün gerçeklenmiş bir erkene çekilmesi değil. Söz uygunsa bir yanlış okuma. (Siyasi Gazete, Sayı:2, Şubat 2003, Say.8)
Ulus devletler tasfiye mi oluyor?
Kapitalizm çağında ulusların tarihsel ve kategorik olarak ortadan kalkması ve emperyalizm koşullarında ulusal sorunların sönümlenmesi de mümkün görünmüyor. Çünkü, Kalyonun da belirttiği gibi, emperyalizm bir ezilen uluslar ve halklar kutbu yaratmadan var olamaz. Durum böyle olunca, emperyalizmin ortadan kalktığını söylemeden, ulus devletlerin tarihsel ömürlerini doldurduğunu ileri sürmek imkansızdır. İşte Hardt ve Negri tam da bunu yapıyorlar.
Niyetlerinden ve komünist ütopyalarından kuşku duyulamayacak yazarlarımızın temel tezi şudur:
Egemenlik yeni bir biçim almış, tek bir hükmetme mantığı altında birleşmiş bir dizi ulusal ve ulus-üstü organdan oluşmuştur. İşte bu yeni küresel egemenlik biçimi bizim İmparatorluk dediğimiz şeydir. ( M. Hardt-A. Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2001, Çeviren: Abdullah Yılmaz, Say. 18)
Hardt ve Negriye göre emperyalizm, belirgin merkezi, sınırları ve uluslararası hiyerarşisi olmayan împaratorluk ile yer değiştiriyor. Yeryüzündeki farklı ulusal renkler, imparatorluğun yarattığı gökkuşağı içinde eriyor. Peki nasıl oluyor bu? Şöyle:
Emperyalizmin aksine imparatorluk, toprak temelli bir iktidar merkezi yaratmadığı gibi sabit sınırları ya da engelleri de tanımaz. İmparatorluk, giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine katmakta olan merkezsiz ve topraksız bir yönetim aygıtıdır. İmparatorluk, değişken komuta ağları yoluyla melez kimlikleri, esnek hiyerarşileri ve çoklu mübadeleyi idare ediyor. Emperyalist dünya haritasındaki ayrı ulusal renkler İmparatorluğun küresel gökkuşağı içinde erimekte ve kaybolmaktadır. (M. Hardt-A. Negri, age, say. 19)
Özetle öyle bir düşmanla karşı karşıyayız ki, o hem her yerde hem de hiçbir yerde değil. Ne yerde ne gökte! Merkezi, belirli bir toprağı ve hiyerarşisi yok. Aslında tanımsız ve belirsiz. Eğer bir yel değirmeni icat edemezsek ona karşı mücadele etmek mümkün değil. Yugoslavyada, Afganistanda ve Irakta olup bitenler ise bu tarihsel eğriden (trend) birer sapma ve siyaset kazası olmalı. (MY/NM)
(Devam edecek)