Bu sitede daha önce yayımlanan bir yazımda da belirttiğim gibi, Irak Savaşı hem ideolojik hem de siyasal ve hukuksal planda bir dizi kavramı, modeli, teoriyi, efsaneyi ve ideolojiyi yıktı. Bu savaş kapitalizmin ve batı uygarlığının uzun tarihinde yeni bir aşamaya girildiğini, dolayısıyla önceki döneme ait kurumların ve hukukun yıkılmaya başladığını açıkça ortaya koydu.
Yıkılan ideolojilerden en önemlisi kuşkusuz liberal küreselleşme fikriydi. Sanılanın aksine, ulus devletlerin tarihsel ömrünü tamamladığı, bağımsızlık ve egemenlik kavramlarının anlamını ve değerini yitirdiği, emperyalizmin sonuna gelindiği şeklindeki ideolojik kurgu çok kısa zamanda çöktü. Bu ideolojik kuşatma ve koşullanmanın etkisi altında geliştirilen sol tezlerin kaderi de farklı olmadı.
Emperyalizmin adeta buharlaşarak yok olduğunu ileri süren, onun yerine ne yerde ne gökte olan, nesnesi ve öznesi belirsiz bir imparatorluk kavramını ikame etmeye çalışan İtalyan sosyalistleri A. Negri ve M. Hardt, bütün tezleriyle sol küreselleşmeci bir profil çizdiler.
Liberal küreselleşmeci tezleri, çok komünist gerekçelerle devralan Negri ve Hardtın bütün tezleri bir ay içinde dramatik şekilde çöktü. Ancak, konunun sadece bir boyutunu işleyen çok değerli bazı eleştiriler bulunmakla birlikte, solda bu konu bütünlüklü şekilde ele alınıp değerlendirilmedi.
Bu seri yazıda, sol küreselleşmecilik anlayışını çeşitli yönleriyle ele alıp bir eleştiri denemesinde bulunacağım. Eleştirinin merkezinde imparatorluk kavramı ve bu kavramın işaret ettiği bir dizi tez olacak. Bu eleştiri dolayımıyla benim daha önce yaptığım analizi ve ortaya attığım Neo-klasik sömürgecilik ya da Yeni emperyalizm kavramlarını (Bianet, 22.3.2003) açmaya çalışacağım.
Bu durumda, biraz gerilere giderek konuyu baştan almak kaçınılmaz oluyor.
Mali genişlemenin sonu
Dünya ekonomisinin 1990ın başından itibaren girdiği genişleme ve göreli büyüme süreci sona eriyor. Başta ABD ekonomisi olmak üzere, kapitalizm dünyada yeni bir durgunluk dönemine (resesyon) giriyor.
Küresel kapitalizmin, içine girdiği krizi mali genişleme politikalarıyla aşma politikasının tıkanması, klasik sömürgecilik yöntemlerinin 21. yüzyılda yeniden üretilmesine yol açıyor. Yeni emperyalizmin teorisyenleri, inanılmaz bir küstahlıkla bu durumu demokratik emperyalizm olarak tanımlıyor.
Ergin Yıldızoğlu, mali genişlemenin izlediği seyri şöyle değerlendiriyor:
Küresel mali genişlemenin sona ermesiyle birlikte dünya ekonomisinde daha da ağırlaşan aşırı üretim krizi ve deflasyonist ortam, gelişmiş ülkelerde ekonomi politikalarını çıkmaza sokarken sömürgeciliği kaçış yolu olarak gündeme getiriyor. Kapitalizmin 1970'lerde ortaya çıkan kriziyle, 1980'lerde hızlanan mali genişleme (küreselleşme) arasında yakın bir ilişki var: Yavaşlayan sermaye birikim sürecini desteklemek için kredi hacmi hızlanarak genişledi, sanayide ve ticarette kâr oranları geriledikçe sermaye giderek daha çok dolaşıma ve spekülasyona kaçtı. Bu iki genişleme mali piyasalarda köpükleri kışkırttı, tüketimi körükledi ve yeni kapasite yaratılmasını teşvik etti. Böylece büyümeyi hızlandırdı. (Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 22.5.2003)
İşte, mali genişleme sürecinin sonuna gelinmesi, köpük ekonomisini patlattı. Sistem mali çevrimini tamamlayamaz hale geldi.
Dördüncü sömürgecilik dalgası
Bütün olup bitenler emperyalizmin yeni bir aşamasına girildiğini ve insanlığın, yeni bir sömürgecilik dalgasıyla karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor. Benim, daha önce Neo-klasik sömürgecilik diye tanımladığım bu olgu, tarihteki dördüncü büyük sömürgecilik dalgası olarak değerlendirilebilir.*
Birinci dalga, 1492de Amerika kıtalarının keşfiyle başladı. Doğal zenginliklerin yağmasını/transferini amaçlayan bu sömürgecilik dalgası, kapitalizmin merkantilist aşamasının ürünüydü. Siyasal iktisat terminolojisinde kolonyalizm olarak nitelendirilen birinci dalga, özellikle Amerikadaki zengin ve barışçı Kızılderili uygarlığının yok edilmesi ve acımasız bir soykırımla sonuçlandı. Birinci döneme damgasını vuranlar İspanyollar ve Portekizliler oldu, onları İngilizler izledi.
Kiliseler arasındaki fark
Tam burada Katolik İspanya ve Portekiz ile Protestan İngiliz sömürgeciler arasındaki bir farka işaret etmekte yarar var. Protestan, beyaz ve İngilizce konuşan (Anglo-Sakson) sömürgeciler (mavi kanlılar), inançsızları yok etmeyi ahlaki ve dinsel açıdan meşru görüyordu. Bu anlayış acımasız bir kapitalist fetihçilik ideolojisi olarak da değerlendirilebilir. Dolayısıyla bu ideoloji ve/veya din, soykırıma kapıyı araladı.
Temelinde, ele geçirilen ülkelerin zenginliklerinin yerli halklarla paylaşılmaması anlayışı yatıyordu. Bu nedenle K. Amerikada Kızılderililer katledilerek koca kıta insansızlaştırıldı. Daha sonra kapitalist çiftliklerde ortaya çıkan işgücü açığı, Afrikadan getirilen kölelerle kapatılmaya çalışıldı. Böylece, ilkel çağların köle ticareti hortlatıldı. Koloniler bağımsızlığını kazandıktan sonra da yerlilere karşı katliam devam etti.
Katolik İspanyollar ve Portekizliler ise daha feodal denebilecek bir üsluba sahipti. Güney Amerikadaki büyük Kızılderili/yerli uygarlıklarını yıkmalarına ve yaygın şekilde katliamlar gerçekleştirmelerine karşın, Katolik kilisesi tanrının kulları arasında daha adil bir ilişki kurmaktan yanaydı.
Bu tutum Güneydeki kiliselerin sömürgeciliğe karşı yürütülen mücadeleler içinde yer almalarına kadar uzanacaktı. Söz konusu gelenek, çoğu Latin Amerika kilisesinin 1960lı ve 70li yıllardaki anti-emperyalist ve anti-oligarşik gerilla mücadelelerini desteklemelerinin de tarihsel arka planını oluşturdu.
Sanayi devrimi ve ikinci dalga
İkinci büyük sömürgecilik dalgası, sanayi devriminin üzerinde yükseldi. Asya ve Afrika gibi iki büyük kıtanın neredeyse tamamı bu dönemde sömürgeleştirildi. İkinci sömürgecilik dalgasını ki marksist literatürde klasik sömürgecilik olarak kavramsallaştırılır- kışkırtan olgulardan biri de Amerika kıtasındaki bağımsızlık mücadeleleriydi. Bu kıtadaki kolonyalistler, yerel zenginlikleri artık anavatanlarıyla paylaşmak istemiyorlardı.
Kolonyalistler, Kuzey Amerikada parlak bir zafer kazandılar. Bunu Latin Amerikadaki bağımsızlık mücadeleleri izledi. Bağımsızlıklarını kazanan koloniler (özellikle K. Amerika), anavatanlarındaki sistemi, daha dinamik bir zeminde yeniden ürettiler. Böylece, yaşlı kıtanın bütün tarihsel, kültürel, bilimsel ve teknolojik birikimini içeren Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gibi ülkeler daha genç ve dolayısıyla daha atak siyasal ve toplumsal yapılanmalar oldular.
Birinci Dünya Savaşına kadar uzanan bu döneme damgasını İngilizler vurdu, onları Fransızlar ve Hollandalılar izledi. İkinci sömürgecilik döneminin kesin ve tam olarak kapanması, İkinci Dünya Savaşından sonra sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla gerçekleşti.
Emperyalizm ya da yeni sömürgecilik
Üçüncü sömürgecilik dalgası, 20. Yüzyılın başlarında gelişen bir olgu olmasına karşın, özellikle İkinci Dünya Savaşının bitiminden sonra (Soğuk Savaş döneminde) egemen ve görünür bir sistem haline geldi. Diğer bir anlatımla, sömürge ülkelerin bağımsızlıklarını kazandığı ve finans kapitalin sisteme egemen olduğu koşulların ürünüydü.
Esas olarak, açık işgal gibi askeri ve siyasi zor kullanmak yerine, sermaye ihraç edilerek ülke ekonomilerinin fethedildiği ve dolaylı bir siyasal bağımlılığın gerçekleştiği bir dönemdi bu. 20. Yüzyılın tamamına egemen olan bu dönem kapitalizmin en yüksek aşaması olarak ve emperyalizm şeklinde tanımlandı. Aynı anlama gelmek üzere bu aşama yeni sömürgecilik diye de tanımlandı ve adlandırıldı.
Üçüncü sömürgecilik dalgası, kapitalist-emperyalist merkezler dışındaki dünyanın, siyasal olarak bağımsız ve fakat ekonomik olarak bağımlı olduğu, ülkelerin kendi ordularına işgal ettirildiği bir dönem olarak yaşandı. Mahir Çayan bu dönemde, Emperyalizmin bir iç olgu haline geldiğini söyleyerek, belki de Marksist literatüre en önemli katkısını yaptı.
Neo-klasik sömürgecilik çağı
Şimdi dünya, dördüncü sömürgecilik dalgasıyla karşı karşıya. Bu evre, Neo-klasik sömürgecilik ya da yeni emperyalizm dönemidir. Klasik sömürgecilik metotlarının 21.Yüzyıla özgü koşullar içinde yeniden üretilmesi anlamına gelmektedir. Yani, sermaye ihracı ve borçlandırma gibi bütün iktisadi araçların kullanımının yanı sıra, bu enstrümanların yetersiz kalmasıyla yeniden açık işgal, doğrudan doğal zenginliklere el konulması, zor kullanılarak rejimlerin değiştirilmesi, işgal edilen ülkelere genel vali atanması gibi siyasal zor unsurları iç içe geçmektedir. Bu durum, ülkelerin salt para ve maliye politikalarıyla egemenlik altına alındığı dönemin son bulduğu anlamına gelmektedir.
Ancak bu durum, iktisadi zor araçlarının ve mali sömürü yöntemlerinin terk edildiği anlamına gelmemektedir.
Neo-klasik sömürgecilik politikaları, görece kendi dinamikleriyle gelişen çevre ülkelerdeki ulusal ekonomilerin yıkılması, zenginliklerinin yağması ve transferiyle kendisini dışa vuruyor. Uluslararası mali sermaye, erişimine kapalı, serbest dolaşımını sınırlayan ve görece bağımsız bir endüstriyel temele sahip ekonomileri tasfiye etmeden genişleme çevrimini tamamlayamıyor. Sonuçta, dünyanın orta sınıfı çöküyor. Zengin-yoksul uçurumu, son on yılda son iki yüz yıldakinden daha fazla derinleşiyor.
Dünyanın bölünmemiş ve tek bir pazar haline getirilmesi eğilimi kaçınılmaz olarak ya daha zayıf yerel ortakları ya da eleman/personel düzeyindeki yerel işbirlikçileri gerekli kılıyor. Ara güçler, ara ekonomiler ve ara sınıflar tasfiye ediliyor.
Uluslarötesi tröstler, küresel zenginlikleri artık yerel ortaklarla eskisi gibi paylaşmak istemiyor. Emperyalizmin yeni aşaması, işbirlikçi bir karakter de taşısa, belli bir büyüklüğe ve dolayısıyla göreli özerkliğe kavuşmuş eski ortaklarını da tasfiye etmeyi gerektiriyor. Yeni emperyalizmin bu eğilimi, bir yandan ilerici karakterli ulusalcı-halkçı tepkileri ateşlerken, diğer yandan da yerel gericiliği ve milliyetçiliği kışkırtıyor.
Küresel mali sermayenin yıkıcı karakteri nedeniyle kapitalist merkezler dışındaki ekonomiler üretici yeteneklerini yitiriyor. Sermayenin genişletilmiş yeniden üretim zinciri kopma noktasına geliyor. Sıkılmış bir limon gibi bir kenara atılan Arjantin, bu bakımdan dramatik bir model oluşturuyor. Mali sermayenin kazandığı bu olağanüstü güç, kapitalist merkezlerde de sistemin üretici temelini aşındırmaya başlıyor. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası mali genişleme politikalarının başlıca araçlarını oluşturuyor.
Küreselleşmeye karşı toplumsal muhalefetin hızla yükselerek anti-emperyalist bir karakter kazanıyor. Bu muhalefetin anti-kapitalist yönü zayıf ve biçimsiz olsa da, potansiyel olarak sınıfsal bir kanala akma olasılığı her geçen gün büyüyor. Dünyada yeni emperyalizmin yıkıcılığına karşı, ulusal ve halkçı bir muhalefetin geliştiği gözlemleniyor. Bu rüzgar Brezilyada Luis de Silvayı (Lula) iktidara taşıyor.
Tarımdan sınaiye ulusal ekonomileri korumak, uluslararası yağmaya direnmek, bağımsızlık ve egemenlik haklarında ısrar etmek; küreselleşmeye ve/veya yeni emperyalizme direnmenin bir alanı haline geliyor. Bu direniş Venezüellanın halkçı lideri ve Devlet Başkanı Chavezin kişiliğinde en popüler ifadesini buluyor. (MY/NM)