Belmin Söylemez'in ikinci uzun metraj filmi “Ayna Ayna” izleyiciyle buluşmaya devam ediyor.
Ayvalık Film Festivali'nin ardından şimdi de 11. Engelsiz Filmler Festivali kapsamında 23 Ekim’de Ankara'da, 4 Kasım’da ise Eskişehir'de gösterilecek.
Film, Başka Sinema kapsamında ise söyleşili özel gösterimleriyle İstanbullu izleyicisini bekliyor.
'Ayna Ayna' iki özel gösterimle izleyiciyle buluşuyor
Söylemez’in senaryosunu Haşmet Topaloğlu ile birlikte kaleme aldığı “Ayna Ayna”, Lale’nin (Laçin Ceylan) tiyatrosunu bir buluşma mekânı olarak alan genç oyuncular etrafında dönüyor. İstanbul şehri özelinde, gitgide daha da muhafazakârlaşan Türkiye’ye bakan bir kadın ve LGBTİ+ hikâyesi.
Baskıcı babasından kurtulup kendi hayatını kurabilmek için popüler bir Osmanlı dizisindeki cariye rolünü kapmak isteyen Aylin (Manolya Maya), sokak performansçısı Frida (Şenay Aydın) ve oyunculuk dersleri de veren tanınmış oyuncu Lale...
Çoğumuza tekinsiz gelen İstanbul sokaklarında kadın karakterlerini yürütmeyi tercih ediyor Söylemez çünkü; "Sokaklar belli bir saatten sonra erkeklere aittir ya da boş kalır algısını kırmak istedim. Tabii ki o sokaklar tekinsiz. O da zaten hepimizin yaşadığı bir duygu, ama buna rağmen yürümek!" diyor.
İlk filminiz “Şimdiki Zaman” ile “Ayna Ayna” arasında yaklaşık 10 yıl var. Neden bu kadar zaman koydunuz araya… İzleyici iki, üç yılda bir film görmek istiyor yönetmenden sanki. Türkiye’de neden böyle bir algı var sizce?
Belmin Söylemez: Hem Türkiye’de hem dünyada sanat sineması bile hızlı tüketimin içine girdiği için festivaller olsun seyirci olsun üç yılda bir yapıt bekliyor. Sanatın belki başka kollarında da böyledir. Biz hayatla iç içe yazıyoruz. Hayatla iç içe oluşturuyoruz filmlerimizi. Bir demlenme, pişme süreci olduğuna inanıyorum ben. Mevsimler gibi de görüyorum. Bir şeyler oluşması için mevsimlerin geçmesi gerekiyordu mesela. Belki başka bir iş seri üretilebilirdi, ama Ayna Ayna öyle değil.
Haşmet Topaloğlu: Sürekli ismi görünür kılmak aslında film yapabilmek için desteği de kolaylaştırıyor. Hem sektör hem destek almak adına sürekli film yapmak, ismi unutturmamak için önemli.
Rüyalar
Filmde rüyalar önemli bir yer tutuyor. Birbirimize kolay anlatabildiğimiz ama bir yanıyla da çok mahrem bir şey aslında. Terapistlerin odaklandığı bir şeydir rüyalar. Senarist ve yönetmenleri de aslında insan psikolojini iyi analiz eden kişiler olarak görmüşümdür hep. Rüya fikrine odaklanmaya, bunu filminize katmaya nasıl karar verdiniz?
Rüyalara uzun süredir ilgimiz var. Rüyalarımı sürekli yazıyorum hatta çiziyorum. Filmdeki Lale karakterinin hazırladığı Rüya Tiyatrosu’nun metni ve el yazıları bana ait. Rüya görselleri için Laçin Ceylan’ın resimleri ile kendi çizimlerimi bir araya getirdik.
Filmdeki rüyaların çoğu benim gördüğüm ve not ettiğim rüyalar. Rüyaları nasıl dahil edebiliriz, filmdeki oyuncuların dünyasına nasıl entegre edebiliriz derken Laçin Ceylan’ın kursuna gittim ve ilk derste oyuncularına rüyalarını anlattırdığını gördüm. Hayal gücünüzü tetiklemeye çalışıyorum çünkü hayal gücü bir oyuncu için en önemli unsurlardan biridir, diyerek 5 duyuyla canlandırmalarını sağlamaya çalışıyordu. Bu da bizim düşündüğümüzle inanılmaz paralel bir şeydi.
Bizim rüyalarımızdan yola çıkarak Lale’nin hayal ettiği oyunu oluşturmak ve bunu filmin merkezine oturtmak istedik.
Rüya da tıpkı fal bakmak gibi. Bir takım ipuçları duyuyorsunuz o insanla ilgili. Rüya da bir insanı tanımak için araç. O anki korku, endişeleri, yaşadıklarına giden direkt bir araç.
Lale hem rüyalarından öğrencilerini tanıyor hem de rüyaları yoluyla açıyor onları.
"Bulutların aralanmasını bekliyor"
Gerçek hayatlarından ilhamla yazılmış karakterler aslında Lale, Frida ve Aylin. Şenay Aydın’ın takıntı derecesinde hayran olduğu bir karakter Frida. Laçin Ceylan kendi de oyunculuk dersleri veriyor. Aylin’i canlandıran Manolya Maya ise filmdeki gibi oyunculuğun başında. Nasıl dahil oldu Manolya Maya filme?
BS: Manolya, Ayna Ayna’nın hazırlık sürecinde rejide çalışıyordu ve sinemaya yeni başlamıştı. İç sesim oyuncu seçmeleri yaparken “Aylin yanı başında ve sen Aylin’i görmelisin” diyordu.
HT: Fikrin kökleri aslında 2011’e kadar gidiyor. O zaman "Şimdiki Zaman" için oyuncu seçmeleri yapılıyordu. Belmin hep, ne kadar farklı insanlar var diyordu. Farklı hırslar, farklı karakterler. Hayalleri, var oluşları ile ilgili bir şeyler yapmalıyım diye not almıştı bir kenara.
BS: Ve bunların çoğu genç kadınlardı. Hayatta kalmaya çalışan, hem tiyatro yapıyor hem dizilere başvuruyor. Çoğu da aile ve çevrelerinden çok destek alamayan genç kadınlardı.
HT: Genç bir insanın bir şeyi yapma çabası içinde bir kırılma noktası oluyor. Çabalıyor sürekli ve olmuyor, başka bir alana yöneliyor. Belki bir yıl sonra o kapı açılacak. Öyle muğlak bir şey ki, bulutların aralanmasını bekliyor adeta. O yüzden de genç biri ayaklarının üzerinde durması için başka bir şeylere ihtiyaç duyuyor. Hepimiz başka şeyler yapmak istedik hayatta ama bir yandan da para kazanma derdi vardı. Bu kırılma noktası oyunculukta daha da fazla. Oyunculuğu ileriye bakarak görmek de zor. Belmin o sırada oyunculuk yapmayan birinden oyuncu çıkabilir diye düşündü. Hikâye öyle tamamlandı.
BS: Bir yönetmen, senarist olarak senaryo yazıyorsunuz, oyunculukla ilgili yazıyorsunuz ama oyuncuları uzaktan tanıyorsunuz. Biraz daha yaklaşabilmek ve tam olarak ne yaşıyorlar öğrenmek için uzun yıllar önce Galata Perform’da üç günlük bir oyunculuk atölyesine gittim. Özay Fecht eğitmendi. Atölye bana inanılmaz ışık tuttu. Oyuna hazırlanırken bir oyuncunun fiziksel olarak neler yaşadığını görüyorsunuz. Ağlamaya çalışmak, vücudun yıpranması… Çok zor hareketler yapmak, ezber vs. Bunları kendim de deneyimlemek istedim, oyuncuyla empati kurmak için.
"Kadınların kendi sesini daha iyi bulabilmesi için"
Filmde de oyunculuk dersleri sırasında yüksek sesle bağırma, nefes açma, temrinler vs. oyuncunun dünyasını bilmeyen izleyici için önemli doneler veriyor aslında… Sizin için nasıldı bu oyunculuk atölyesi?
BS: Oyuncunun kendi sesini bulması, bedenini keşfetmesi, olasılıkları keşfetmesi... Dışarıdan komik, anlamsız görünebilir ama kendiniz deneyimlediğiniz zaman ne kadar önemli olduğunu ve zihin açıcı olduğunu görüyorsunuz. Oyunculuk çalışmaları aslında biraz da insanın özellikle kadınların kendi sesini daha iyi bulabilmesi üzerine bir metafor gibi de geldi bana. O yüzden de özellikle genç bir oyuncu adayı olan Aylin karakterinde sesini bulma, keşfetme, güçlendirme önemliydi.
İnsan kendinde olduğunu düşünmediği şeyler görüyor asında o kurslarda. Mesela o atölyelerde hoca bir şey hayal etmemizi ve o sahneden sonra ağlamamızı söyledi ve ben böyle bir şeyi yapamayacağımı düşünüyordum. Fakat oyunculuk deneyimlerken bir şekilde kendinizi aşıyorsunuz aslında. Sizde olmadığını düşündüğünüz duygularla karşılaşıyorsunuz. Şaşırtıcı. Düşüncelerinizin ötesinde.
"Kadınlar için yazılan roller kısıtlı"
Oyuncularla sık sık temas halindesiniz. Hem seçmeler olsun hem de bu oyunculuk kursları deneyimleriniz... Özellikle genç kadın oyuncular için bugünü nasıl görüyorsunuz?
BS: Genç kadın oyuncuları, dizi ve televizyon dünyasına yönelmek istediklerinde çok daha zor bir mücadele bekliyor. Daha cinsiyetçi, şekilci bir yaklaşım var. Yazılan roller kısıtlı. Bağımsız bir genç kadın rolüne çok rastlamıyoruz. Kendini gerçekleştirmeye çalışan değişik karakterler görmüyoruz. Onların işi kolay değil. Bir taraftan da eskiden bu kadar çok dayanışma ve bir araya gelme yoktu. İnsanlar çok daha kopuktu, tek başına mücadele etmeye çalışıyordu. Bir araya gelindiğinde ve filmdeki gibi kolektif üretimler yapıldığında daha farklı oluyor.
Susma Bitsin var mesela. Sendikalar da iyi çalışıyor. En azından çalışma koşulları iyileştirilmeye çalışılıyor.
"Yapımcılara bağımlıydık"
Bilge Olgaç’ın asistanlığını yaptınız. O zamandan bu zamana ne değişti?
BS: Tabii ki çok daha farklı, kısıtlı koşullar vardı. O koşullarda pratik düşünmeye ve ona göre alternatif üretmeye alışmış bir gelenekten geliyorum. Sadece 50 kutu filmin dışına çıkamadığımız bir dönem, düşünün. Ekipler de daha küçüktü. Yapımcılara bağımlıydık.
Biz o zaman zor koşullarda çözüm üretmeye alışıktık. Şimdi daha farklı bir işin yapılması yıllar alıyor. O zaman birkaç ayda üretiliyordu.
O zamanlar benim için üretici, dinamik bir süreçti. O zamanki koşullarda herkes bir şekilde iç içeydi. Tüm alanlardaki sanat üreticileri bir aradaydı. Sinemacı edebiyatı da takip ediyordu. Filmine o zamanki güncel sanatı da dahil ediyordu örneğin. Sanat dünyası daha kompakttı. Şimdi çok geniş bir alan sanat. Bunlar çok iç içe geçemiyor.
"O sokak seninmiş gibi yürümek..."
Filmde kadın karakterler kendi özgür alanlarını yaratmaya çalışıyor. “Kadınların yürümesini önemsiyorum” diyorsunuz. Özellikle Lale’nin tek başına İstanbul sokaklarında yürümesi filmin sahnelerine yansıyor ve bu biraz da izleyeni tedirgin ediyor. Gece, o tekinsiz sokaklarda Lale’yi yürütmeyi özellikle mi istediniz?
BS: Tekinsiz de olsa, ıssız da olsa yürüyor Lale. Yürümesi gerekiyor. Bazı yorumlar geldi; sen bu sahneleri atarsın, Lale o saatte tek başına yürüyebilir mi, dediler. Ama ben özellikle bir kadının sokakta yürümesini, ille bir yerden bir yere değil, telaş içinde de değil, yürümesini önemsiyorum. Orayı keşfediyor gibi, orada düşünüyor gibi. O sokak onunmuş gibi yürümesi imgesini çok önemli buluyorum. Kendim de özellikle İstanbul’da çok yürüdüğüm için filmde olsun istedim.
Sokaklar belli bir saatten sonra erkeklere aittir ya da boş kalır algısını kırmak istedim. Tabii ki o sokaklar tekinsiz ve her an bir şey olabilecek duygusu var. O da zaten hepimizin yaşadığı bir duygu ama buna rağmen yürümek! Lale biraz meydan okur gibi yürüyor biraz da orayı kendi dünyası olarak görüyor. Kendi dünyamız olan bir yerde yürümekten niye korkalım?
Bu arada eklemek isterim, Sevgi Soysal’ın “Yürümek” kitabı da benim en sevdiğim kitabıdır. Bendeki kitabı da Haşmet hediye etmişti. Kapağında yürüyen ayaklar vardı. Çok eski güzel bir baskıdır.
Şehir insan ilişkisini de önemsiyorum. Yaşadığımız mekânlar hikâyemizin bir parçası. O yüzden de yaşadığımız yerde yürümek beni besler.
"İstanbul'da film çekmek çok pahalı"
İstanbul da yürümek için güzel bir şehir. Filmde de İstanbul şehri çok ön planda. Bitpazarı, İMÇ, Beyoğlu… Şu anki İstanbul size nasıl geliyor?
BS: İstanbul çok zengin geliyor hâlâ. Bir taraftan beni besliyor ama bir taraftan da üzüyor. Her an bir şey değişiyor. Bir bina yıkılmış olabiliyor, bir dükkân kapanmış olabiliyor. Hem büyüleyen bir yanı var bir yanıyla da çirkin geliyor. İstanbulla gelgitli bir ilişkimiz var. Feriköy’deki antika pazarına gittiğinizde bambaşka bir zamandasın. Hem geçmişte hem bugündesin İstanbul’da. O çok boyutluluğu bana en çok yaşatan şehir İstanbul. Bedri Rahmi’nin İMÇ’deki İstanbul mozaiğine Feriköy’deki duvar resimlerine yer vermek istedik özellikle. Sanatın şehirle, hayatla iç içe olmasını filmde göstermeyi önemsedik.
HT: Aslında filme prodüksiyon olarak baktığınızda da İstanbul film çekmek için çok pahalı bir şehir. Belediyelerin adım attığınız yere para istediği bir dönem. Mekânlara gelirsek… Mesela bir mekânı üç ay önce belirledik. Ama üç ay sonra o mekân öyle kalmıyor ki, garantisi yok. En basit örnek bitpazarında çekim yaptık. Bir hafta sonra bir sahneyi daha çekeceğiz. Bir önceki gece pazara demirler çakıldığını öğrendik. Pazarın bir bölümünün üstünü kapatmaya karar vermişler. Farklı açılardan çektik tabii sonraki sahneleri.
Yeni proje: 50'lerin sanat dünyası
Belmin Söylemez’in çalıştığı yeni bir belgesel var:
"Babam aslında hep sinemacı olmak istemiş. 8 mm filmler ve fotoğraflar çekerdi. Nejat Saydam ve Gazanfer Özcan okul arkadaşıymış. Sanat ve edebiyat dünyası iç içe. Oyunlarda oynuyor, resim yapıyor. Bedri Rahmi Atölyesi’ne devam ediyor. Dedem, 'sanatçı olursan aç kalırsın' diyor ve Ankara’ya gidip diplomat oluyor. Ama sinemacılık arzusunu 8mm filmler çekerek, sadık sinema izleyicisi olarak devam ettiriyor. Bunun üzerine bir belgesel yapmak istiyorum. 1950-60’ların sanat dünyası üzerine. O görüntüleri de kullanarak belki. Biraz bu ikilem üzerine de olacak. Sanat yapmak mı hayatta kalmak mı gibi. Bir şeylerin içinde kalması üzerine."
(AÖ)