*Fotoğraflar: AA (Arşiv). Foto kolaj: bianet.
"Erdoğan had bildirmeye yeltenirken, kendi kırılganlığını, zaaflarını da gözler önüne seriyor" desek inandırıcı gelir mi? Bir siyaset sosyoloğundan dinleyelim... Doçent Kumru Toktamış bianet'e konuştu.
Erdoğan'dan Trump'a, Soylu'dan muhalefete ve bambaşka bir üslupla gelen Boğaziçili öğrencilere, zihin açıcı cevapları aşağıda...
Soru: Malum, siyasi arenada son yıllarda belirgin bir söylem değişikliği var. Önce Türkiye'den başlarsak, tabii en tepeden başlayalım. Erdoğan'ın son olara Gare'deki ölümlerin ardından Kılıçdaroğlu'na "Terbiyesiz herif. Sana Milli Savunma Bakanımı, İçişleri Bakanımı gönderiyorum, seni bilgilendirsinler diye. Sen bunlara layık değilsin" sözleri var. Nasıl yorumluyorsunuz?
Bu bir lümpenleşme hali; hem öfke hem de bir tür kırılganlık, zaaf barındırıyor içinde.
Bu lümpenleşme, dilin yozlaşması AKP iktidarı ile başlamadı. Bir tür halkçılık teması olarak çeşitli biçimlerde karşımıza çıkıyordu zaten; hem bir hayali elitizme öfke, hem de bir alttan gelen gıpta ettiğine efelenme hali olarak.
Ancak Erdoğan bu lümpenleşmeye bir de yukardan azarlama halini de katar oldu. Yani had bildiriyor. Ama bunu çok tanıdık bir yerden yapıyor; aileden, mahalleden, komşulardan bildiğimiz, tanıdığımız bir adamın had bildirmesi gibi.
Yabancı bir yerden değil, içimizden, bizden biri olarak had bildiriyor. Demek ki biz de bayağı lümpen bir kültürel oluşumun içerisindeyiz.
Oysa lümpen, aslında marjinalize olmuş, toplumun ana damarlarında kolay kolay dolanamayan sosyal grupları, işsizleri, hayatlarını hırsızlıkla, dolandırıcılıkla, geçici, "saygıdeğer görülmeyen" işlerle idame ettirmek zorunda olanları tanımlamak için kullanılan bir ifadeydi bir zamanlar.
"Erdoğan, kırılganlığını gözler önüne seriyor"
Bu sosyal kesimler, kırılgan hayatlar yaşarlar ve öfkelidirler ama kolay kolay azarlamazlar, had bildirmezler.
Erdoğan had bildirmeye yeltenirken, kendi kırılganlığını da gözler önüne seriyor. "İktidardayım, muktedirim ama güven içinde değilim, zaaflarım var" diyor sanki.
Eşiti, akranı gördüğü, görmek zorunda olduğu bir politikacı ile konuşurken akıl yolu ile olgular aracılığıyla argümanlar kurması, tezler oluşturması gerekirken öfke, kırılganlık ve had bildirme performansı ile kalabalıklara, kendi kalabalığı olarak gördükleri ile ilişki kurmaya çalışıyor.
"Onunla birlikte öfkelenmemizi umuyor"
Bizden biri olduğunu, bizim mahalleli olduğunu gösteriyor ve onunla birlikte bizim de öfkelenmemizi umuyor.
Güven içinde olsa, kırılgan olmasa yine mahalleli gibi konuşacaktır ama had bildirmede değil de, mahalle aklında, komşuluk aklında buluşturacaktır bizleri.
Yine halkçı bir avamcılık içinden konuşsa da azarlamayacaktı. Sanırım bizi en çok rahatsız eden avamlaşması değil, azarcılığı, onun altında yatan güvensizliği.
Bir zamanlar bu lümpenleşme, siyaset dilinin demokratikleşmesi sanılırdı. Oysa demokratikleşme, eşitler arasında bir katılım, müzakere ve münazara halidir.
Mutlaka en uygar, en akıllı, en bilgili olmak zorunda değiliz ama eşit bireyler olduğumuzu her saniye hissederek ve hissettirerek konuşabilmek demektir demokratikleşmek.
Demokratik katılımın artması bu eşitlik prensibini idrak ve hazmetmek ile sağlanır. Söze, tartışmaya, müzakereye katılıp da azar ve ayar vermekten medet umanlar olduğu zaman orada istenildiği kadar halk, komşu, mahalleden abi dili kullansın, artık demokratik katılımdan, dolayısı ile demokratikleşmeden söz edemeyiz.
Soylu: Sivili sivile kırdırma hali
Soru: Türkiye İçişleri Bakanı'nın söylemlerindeki son örneklerden biri Boğaziçi öğrencilerine oldu. Öğrencileri 'Kabe fotoğrafı' soruşturması üzerinden hedef alıp "Her daim abdestliyiz. Bir an evvel şehadete kavuşmak için Yüce Allah'a dua etmekteyiz" dedi. Sizce tehdit içerikli söylem sıradanlaştı mı?
Bunlar oldukça performatif diller. Her yana çekilebileceği gibi nereden geldiği de çok net değil.
İçinde "abdest" geçiyor, "şehadet" geçiyor, "yüce Allah" geçiyor. Şimdi niyet okuması yapmaya çalışmanın anlamı yok.
Politikacı diye, ucu açık laflar ederek ağzının her yanı ile konuşabilmeyi en iyi becerenlere diyoruz.
Bence İçişleri Bakanı burada bir yandan öğrencilere "ayar verirken", esas başka bir kitleye haber veriyor sanki.
Boğaziçili öğrenci içinden bu kadar din, dua ifadesi geçen bir sesler silsilesinin anlamını, dini bütün bile olsa, kolay kolay kavrayamaz bir anda, ama nüfusumuzun geniş bir kesimi bu çıkartılan seslere bakıp "Bakan bizden, karşısındakiler bizden değil" kanaatini oluşturabilirler anında.
Bakan bir savaş çağrısı yapıyor olabilir, hatta belki aklınca öğrencilere "sizden korkmuyoruz" filan da diyor olabilir.
Gerçekten niyetini okumaya kalkmanın bir anlamı yok, okuyamayız çünkü. Ama geniş bir seçmen kitlesine "bunlar, her kimseler bizden değil, ben sizlerdenim" demiş oluyor.
Dolayısıyla AKP politikacıları tarafından sık sık yapılagelen biçimde "%50'yi tutmamak" üzere konuşuyor.
"%50'yi 'hemen salmaya' hazır iktidar"
Bu bir bakanın, sivil halkı tehdit etmesinden çok daha tehlikeli bir salgırganlık, sivilleri sivillere kırdırma, bu polarizasyondan medet umma hali.
Evet, bu oldukça sıradanlaştı ülkemizde, akademisyenlerin kanında duş yapmak isteyen kabadayılardan, şehadete hazır abdestlilere kadar %50'yi her an üstümüze salmaya hazır olduğunu söyleyen, bunu defalarca tekrarlayan bir iktidar var.
"Kabadayının tek alternatifi 'beyefendi' değil"
Soru: Muhalefetin buna vermesi gereken tepki ne peki? Aynı tonda karşılık mı, "İstanbul beyefendisi" üslubu mu?
Lümpenleşmenin, kabadayılaşmanın tek alternatifi "İstanbul beyefendisi" olmak değil herhalde.
Bir tane mutlak ve doğru bir üslubun varlığından söz ettiğimiz anda zaten demokrasi dışında bir yerden konuşuyor durumuna düşeriz.
Dilbilimci hocamız Gülşat Aygen'in tekrar tekrar ifade ettiği gibi, "Dil masumdur, ayrımcı değildir ve diller lehçeler ağızlar arası hiyerarşi yoktur. Dili araclastiran ve çeşitli amaçlarla istismar eden bizleriz."
Gerçekliği dil ile kurar ve yeniden üretiriz. Politikacı, ister istemez halkçı bir dil ile gerçekliği anlamak ve anlatmak isteyecektir. Herhalde İstanbul beyefendisi, hanımefendisi olmak politikacının ayağına dolanır demokratik düzende zaten.
Halkçı dil, mutlaka en demokratik dildir demek istemiyorum tabii ki. Eşitler, akranlar arası bir ilişki lümpenleşmeden, kabadayılaşmadan, öğreten abi, parmağını sallayan teyze olmadan da kurulabilir, önemli olan bu eşitlik halini hazmedebilmektir.
Boğaziçi örneği: Biz senin tabanın değiliz
Bizim sanırım bu demokratik eşitlik mevzusu ile barışamamaktan kaynaklanan bir siyasi sorunumuz var Türkiye'de.
AKP; eşitliğin pek de demokratik bir değer olmadığı bir siyasi ortama tepki olarak kendine yer açtı, yükseldi.
Hegemonyasını oluşturduğu noktada da halkçılık adına lümpenleşmenin, kabadayılaşmanan dili ile siyaset yapıyor. Bunun karşısında savunulması gereken dil, tarz ve anlayış eşitlik olmak zorunda.
Bu anlamda, Boğaziçili öğrencilerin sosyal medyada dolaşan bir sürü bildirisi arasında son bir tanesi hepimiz için çok öğretici.
Erdoğan'ın, "Yürekleri yetse cumhurbaşkanı istifa etsin diyecekler" şeklinde meydan okumasına karşılık olarak öğrencilerin verdiği "Biz senin tabanın değiliz" yanıtındaki demokratik eşitlik anlayışı çok kıymetli, anlamlı ve hatta faydalı.
Faydalı çünkü hamaset, kalabalıklara içi boş performans yerine, olguları birkez daha yeniden sıralama fırsatı olarak değerlendirmişler bu tepki verme imkanını.
Anlamlı çünkü, cumhurbaşkanını yurttaşların eşitliği ilkesine davet ediyorlar ve kıymetli çünkü hepimize yepyeni bir siyasi üslüp öğretmiş oluyorlar.
"Meğer anne düşmanıymış lezbiyenler"
Aynı konuşmasında Erdoğan'ın evlere şenlik bir ifadesi daha var:
"Lezbiyenlerin dediklerine takılmayın, ailenin direği annedir, anne."
Bu, üzerine master tezleri yazılabilecek muhteşem bir performans bence, açıkçası beni ters köşeye yatırdı.
Lezbiyenlerin "erkek düşmanı" olarak falan tasavvur edilmeleri beklenir. Meğer anne düşmanıymış lezbiyenler.
Annelik öyle kolay kolay vazgeçilir bir değer ve pozisyon değil tabii kimse için. Ve cumhurbaşkanımız annelere, yani biz kadınlara (zaten kadın demek anne demek ya) sahip çıkıyor işte diye rahatlıyoruz.
Acaba lezbiyenler, "ailenin direği babadır" mı diyorlar, öyle dedikleri için mi lezbiyenler, çok kafam karıştı benim açıkçası.
İşte bu kafa karışıklığının içinden ancak olguları doğru yerlerine koyarak ve kadınların, anneler olarak, lezbiyenler olarak, eşit bireyler olduklarının altını çizerek çıkabiliriz.
Trump-Erdoğan: Kırılgan erkek egosu
Soru: 2019'da siyasi üslubu alt üst eden uluslararası bir mektup olayı yaşandı Trump'tan Erdoğan'a ithafen. "Sert adamı oynama, aptallık etme" gibi cümleler içeren. Bu, iki ülkede de eleştirildi...
Bu sefil mektup yukarda söylediklerimize çok denk düşüyor aslında: Diplomasi demokratik olmak zorunda değil ama yine akranlar arasında bir alışveriş olmak zorunda.
Trump bu akranlık prensibini yerle bir eden bir zat-ı muhterem, eşitlik anlayışı asla gelişmemiş bir kırılgan erkek egosu taşımak zorunda olan bir zavallı.
Burada bir kez daha Hannah Arendt'i hatırlamamız lazım: "Kaba kuvvet, tehdit, şiddet iktidar demek değildir. "
Hiyerarşiler hayatın, hele hele uluslararası ilişkilerin kaçınılmaz unsurları. Ancak düzeni kuran, ayakta tutan, hatta muktedire iktidarını sağlyaan bu "eşitler arası ilişkiler" hukukudur.
Eşitlik sadece bir ahlaki değer, etik tercih olarak evimizde duran bir şık vazo değildir, düzen sağlayıcı bir hukuktur.
Trump'ın hukuktan anlamadığını gördük. Aynı zorbalıkla, eşitlik prensiplerini yok sayarak hükümranlık etmeye çalışanların da zaten en büyük kırılganlıkları, zaafları bu hukuktan anlamama halleri değil mi?
"Her birinin birer hayali 'elitizmleri' var"
Genel olarak dünyada artan sağ popülizmin etkisiyle Brezilya devlet başkanından, Avrupa ülkelerine siyasi üslupta, "sokak dili" hatta biz sokaktaki insanlara da yakışmayacak ifadeler yer alıyor. Bu üslup daha ne kadar bozulabilir? Seçmenlerin elitizm bıkkınlığı mı, otoritenin artan etkisi mi buna sebep?
Yukarıda söylediğim gibi sokak dili mutlaka edepsiz bir dil olmak zorunda değil, mutlaka zorbalık içermek zorunda hiç değil.
Dil arkasındaki tek bir anlayışın temsilcisi, dışa vurumu, yansıtıcı değildir.
Dil, sokak masumdur. Bizler dili kullanırken nasıl bir dünya anladığımızı ve kurguladığımızı gösteririz.
Sokak dili konuşalım tabii ki, hepimiz sokağı biliriz. Ama o sokak nasıl bir sokak, nasıl anlıyoruz o sokağı ve nasıl kurguluyoruz.
Dünyada yükselen otoriterliklerin her birinin birer hayali "elitizm"leri var. Ama bildiğim kadarı ile bu hayali elitlerin hiç birinin iktisadi, politik ve kültürel kaynaklarının eşitsiz dağılımından şikayetçi olan bir siyasi yükseliş değil gördüklerimiz.
Hayali elitizm diyorum çünkü, New Yorklu mizah ustası Fran Lebowitz'in bir lafı var, biraz değiştirerek çevirirsek, "Trump varlıklı biri değil, anca yoksul birinin 'zengin olsam nasıl olurdum' diye hayal ettiği bir karikatür."
Bu elitler de, yoksullaştırılmış, mülksüzleştirilmiş, prekaryalar haline gelmiş insanların 'elit olsa olsa böyle olur' diye tasavvur ettikleri birileri.
"Ben de elit olacağım" rejimleri
Dolayısıyla kaynakların eşitsiz dağılımını hedef almaktansa, "ben de elit olacağım" tarzı toplumsal hareketlerin iktidara taşıdığı otoriter rejimlerle karşı karşıyayız.
Yani, tekrar etmek gibi olacak ama ne eşitsizlik olgusal olarak sorgulanıyor, ne eşitlik bir demokratik bir değer olarak baş tacı ediliyor.
Hal böyle olunca, elimizde iki temel stratejik imkan var; olguları özgürce tartışabilme ve eşitlik prensibini ayakta tutabilme.
Sokakta hamaset kol geziyorsa, bizler olgulardan söz edeceğiz, sokakta zorbalığın hükümranlığı varsa bizler eşitler olduğumuzun altını çizeceğiz.
Halkdili mutlaka pespayelik demek değildir, lümpenleşmek demokrasilerde bir kaçınılmazlık hiç değildir.
Toplum olacaksak (ki olacağız, olmuşuz zaten başka çaremiz yok) eşitler arasında olduğumuzu idrak ve hazmedeceğiz.
Varolan bütün kaynak dağılımı eşitsizliklerine, sosyal hiyerarşilere karşın eşit insanlar hukuku ile birbirimize yaklaşmak ve hitap etmek zorundayız.
Yozlaşmadan medet uman ve yozlaşmayı yeniden üreten otoriter rejimlerle başa çıkmanın yolu eşitlik ve özgürlük taleplerini gerekirse sokak dili ile de defalarca tekrar etmek değil mi?
(PT)