Türkiye'de ciddi şeyler oluyor mu? Bir soruna hem evet demek hem de hayır demek mümkün.
Türkiye'de artık bildiğimiz klasik kemalist asker ve sivil bürokrasisinin devleti yönetmedeki tekliği son bulmuş oluyor. Bu bakımdan ciddi bir değişimin olduğuna işaret etmek anlamında evet demek gerekir.
Herşey esasında Başbakan Recep Tayyip Edoğan ile zamanın Genelkurmay başkanı Org. Yaşar Büyükanıt arasında Dolmabahçe'de vardıkları anlaşma çerçevesinde gelişiyor ve o doğrultuda devam ediyor. Bu konuda aslında olağanüstü bir durum yok demek mümkün. Sadece farklılık arz eden durum; meşhur Dolmabahçe mutabakatından bu yana kah AKP'nin kah TSK'nin zaman zaman kendi tübünlerine oynamaları.
Dolmabahçe anlaşması gereğince Cumhurbaşkanlığına eşi türbanlı olmayan birisi getirilecekti. Heyhat AKP bunu yerine getirmedi. Ve bazı tatısızlıklar oluştu. Yoksa her iki taraf da ordu içindeki cunta faaliyetlerinini durdurulmasında hem fikirdi.
Kemalistler cumhurriyetle birlikte, Osmanlıda olduğu ki gibi kul-efendi veya devlet ve kapıkulları ilişkisini devam ettirdi. Halka rağmen onun için en doğru olanı yapacak ve muassır medeniyete kısa sürede varılacaktı.
Ezici çoğunluğu köylü olan toplumu bu konsept içinde yönetmenin pekala mümkün olabileceğini düşünüyorlardı. Halkın dininden, kültürüne, şapkasından, konuşmasına kadar bütün hayatına müdahale Atatürk'ün dahiyane büyük devlet andamlığına yorumlandı.
Öyle ki kemalizm yok edilen gayrimüslüm burjuvazi yerine kendi devleti ve milleti için bir yeni bir burjuvazi yarattı. Tabiki bu icat ettiği burjuvazinin kemalizme karşı gelmesi en azından ilk dönemlerde beklenemezdi.
Bunun en basit ispatı; 28 şubat darbesi dahil tüm fiili darbelerde sivil hükümetler devrilirken büyük burjuvazinin gıkı çıkmadı, tersine "kahraman ordunun" arkasında durdu.
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül de büyük burjuvazi askerlerlerin resmi idareye el koymasını, parlementoyu dağıtmasını, sivil hükümetleri devirmesini hatta yeni anayasa yapmalarına onay verdi. Tekelci burjuvazi buna onay vermeseydi hiç şüphesiz askeri darbelerin gerçekleşmesi mümkün olmayacaktı. Halit Narin ne demişti 12 Eylül'den sonra; "Şimdiye kadar işçiler gülüyordu. Artık gülme sırası bizde!" Çünkü 24 Ocak Kararları olarak bilinen ekonmik önlemleri tekelci burjuvazi için ancak cuntacılar hayata geçirebilirdi. Yetmişlerdeki toplumsal muhalefet buna ciddi bir engeldi.
Bu süreç ta 28 Şubat MGK darbesine kadar devam etti.
28 Şubat'dan sonra artık cuntacı genrallerin arkasında ne esikisi gibi ABD ne de büyük burjuvazi durmaya başladı.
Yeni Dünya Düzeni ve küreselleşmenin sonucunda dünyanın özellikle de Ortadoğu'nun ABD'nin hegomonyası için yeniden dizayn edilmesi gerekiyordu. Bu dizayn edilme sürecinde Türkiye'nin rolü de yeniden gözden geçirilecekti. Son petrol ve gaz reservlerinin emperyalizmin çıkarlarına göre garanti altına alınması artık ajandanın en başında bulunuyordu.
ABD'nin sadece kendi başına bu gündem madddelerini hayata geçirmesi düşünülemezdi. Ortadoğu gibi çok katmanlı sorunlar yumağından müteşekkil bir bölgede asistanlara mutlaka görev düşecekti. Bu iş bölümünde İsrail'in yanısıra Türkiye'yede epey iş düşecekti. Hala "Soğuk Savaş" dönemine göre ayarlanmış Türkiye ilişkileri bir an önce değişmeliyidi. Komşu ülke ilişkileri, AB ile entergrasyon, Kürt sorunu ve iç barış bağlamında bir dizi sorunların bir biçimiyle çözümlenmesi şarttı. Tekelci burjuvazi ve İslamcı Anadolu kökenli tefeci burjuvazisinin ortak çabası ile bu dönüşüm ancak mümkün olabilirdi. Fakat bu arada ABD'nin en sadık işbirlikçisi olan TSK'nin de küstürülmesine meydan verilmeyecekti.
Bu arada Anadolu tefeci burjuvazisinin temsilcisi AKP de yeni gelişmesine arkaik ve naif kalan Erbakan politikalarından kendisini sıyırmış yeni bir yol ayrımına girmişti. İlkin 2002 seçimlerinde gösterdiği seçim başarısını 2007'de yapılan seçimlerde gücünü daha da artırarak, halkın desteğini de arkaya almayı becerdi. Kemalist asker ve sivil bürokrasisi, ABD ve AB, ile bir biçimi ile anlaşarak ilişkilerini düzenledi. ABD ve AB'den destek tam destek gördü. Özellikle Dolmabahçe anlaşması ile ordu içinden gelebilecek olası tehlikeleleri bertaraf ettti. Geriye sadece kemalist asker sivil bürokrasinin Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana elinde tutuğu imtiyazlı konumunu kaybetmemek için yapacağı rahatsızlıklar kaldı.
Son gelişmeleri anlamak için bazı notkalara değinmek gerekiyor.
Yukarda da bellirtiğim gibi, esasında gelişmeler Dolmabahçe anlaşması çerçevesinde devam ediyor.
AKP öncülüğünde devletin yeniden dızayn edilişi sürecinde özellikle çıkarları ve imtiyazları tehlike altında giren kemalist sivil ve asker bürokrasi rahatsızlığını dışa vurmaya çalışıyor.
Bir kısım medyanın ve özellikle de milliyetçi solun lanse etmeye çalıştığı "Amerikancı AKP ile Amerika karşıtı kemalistlerin" arasında bir iktidar savaşı değildir. NATO ittifakı içinde ABD'nin en sadık müttefiklerinden biri hiç şüphesiz TSK'ydi ve bu sadakat aynı şekilde devam etmektedir. Aynı zamanda ABD, AKP'yi desteklese de, orduyu karşısına alacak stratejik hatalar yapamaz. Hele bu güç ABD gibi deneyimle bir güçse bu bir kez daha önemlidir.
Geçen haftalarda meydana gelen savcılar savaşı bazı karşılıklı çelme takma veya arkadan dolanıp puan kapma durumlarında bir kızışmayı gösteriyor. Fakat buna bakarak yeni sonuçlar çıkarmak hiçte mantıklı gelmiyor.
Her iki kanatta zaman zaman türbünlerdeki taraftarlarına oynuyor, kendi taraftarlarına şov yapma ihtiyacı duymaktadır. İşin aslı budur.
Hükümet HSYK'nin başsavcı Osman Şanal'ı görevinden azletmesine çok "üzüldü!" Ardından hükümet sanki HSYK'ye karşı bir atak yapıyormuşçasına sayısı 100 yaklaşan üst düzey generaller dahil ordu mensubunu göz altına aldı.
Tam bu anlamda zaten artık üstü örtülemez durumdaki "Balyoz Harekatı" üyesi generalleri toplamak ihtiyacı duydu. Böylece hükümet şu anda daha ileri bir noktada duruma hakim gözüküyor.
Bu gözaltıların akabinde Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay başkanı bir zirvede buluştu. Bu zirvede çıkan mesaj aslında herşeyin plan dahilinde yürütüldüğü, ve toplumun endişe etmesine gerek olmadığıdır. Ve herşey TC devletinin bekası düşünülerek yapılmaktadır! Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un bu üçlü zirvede aykırı bir konuma düşmediğini de ayrıca vurgulamada yarar var.
Bir taraftan kendilerini devletin asıl sahipleri olarak görmeye ve toplumu da "kendi kulları" gibi gerektiğinde idare etmeye alışık generallerin eskisi gibi kudretleri kalmayacağı artık aşikar.
Öbür taraftan AKP artık devlet bürokrasisi içine yerleşmiş bir güçtür. Ve Türkiye Cumhuriyeti bir biçimiyle kabuk değiştiriyor, özü aynı kalsa da. AKP kendisinden önceki hükümetler ve kemalistler gibi,Türk-İslam sentezine bağlı bir güç olarak büyük yanlışlar yapmadığı taktirde gelişmesine devam edecek. ABD, AB, Sabancı, Koç gibi büyük siyasi ve ekonomik güçlerin desteğini almış AKP yeni bir güç olarak tüm emekçilerin, sosyalistlerin ve gerçek demokratların karşısına çıkmış durumdadır. Artık AKP devletin kabuğunu değiştirme aşamasına ulaşmış durumdarıdır. Bu yoldan geri dönümesi pek olanaklı değildir. Geri dönmeye kalkarsa ilk kaybeden hiç şüphesiz kendisi olacaktır.
Son gelişmeleri düşündüğümüzde; Türkiye'de solun, sosyalistlerin ve demokratların yok edilmesinin asıl müsebibi cuntacı generallere acıyacak halimiz yok. Ama bu AKP'nin peşine takılmamıza da hiç bir şekilde gerekçe olmamalıdır!
Türkiyede sol duyu sahibi insallar ne cebberut, anti demokrartik ve otoriter kemalist güçlerin peşinde olmalı ne de, büyük sermayedarların ve emperyalist ülklerin desteğindeki AKP'nin yaptığı bazı değişimlere kanarak AKP'nin peşinde olmalıdır.
Yani mesele ne kırk katır ne de kırk satır bağlamında ele alınacak bir meseledir. Üçüncü bir güç odağı oluşturmalıyız! Bu odağı oluşturmak için tüm inatlarımızdan, saplantılarımızdan kurulmamız şart.
Demokratlar, sosyal demorkatlar, Kürtler, emekçiler, (hepimizi uyarıyor TEKEL!), sosyalistler, Aleviler, diğer ezilen çevreler... Üçüncü bir güç odağı olmak için yeteri kadar gücümüz olmazsa da yeteri kadar sebebimiz var!(CE/EÜ)