Geçtiğimiz yaz, Temmuz'da bisikletle Almanya'dan Türkiye'ye yolculuk yaparken Sırbistan'dan da geçmiştik. Tuna Irmağı boyunca süren yolculuğumun en güzel ve en hoş anıları Sırbistan'dakilerdi.
Orada, Osmanlı'dan kalma kaleler, çok güzel bir tabiat ve çok dost bir halkla karşılaştık. Arkadaşlarım Anna, Peter ve Karl ile Sırbistan'ın doğusuna kadar birlikte geldik. Orada yollarımız ayrıldı. Ben Romanya ve Bulgaristan'a doğru yoluma devam ettim, onlar güney Sırbistan'a Novi Pazar'a gitmek için geri döndüler.
Sırbistan'da Avusturya basınından öğrendiğimiz dramatik işçi eylemlerini yakından takip edip, gelişmelerin arak planını öğrenmek istiyorduk. Belgrat'ta yaşayan arkadaşlarımız sayesinde gerekli bağlantıları kurduk. Anna ve Peter özellikle Zoran Bulatovic ve RASKA direnişini yakından araştırmak niyetiyle Novi Pazar'a gittiler.
Yugoslavya dağıldığından bu yana dünyanın unuttuğu bir ülke Sırbistan. Nadiren olsa da anıldığı var ama bu neredeyse sadece savaş sırasında Kosova'da yaşananlarla paralel. Sağcı-solcu herkes Sırbistan'ı sadece bu vesileyle hatırlayabiliyor ya da konu edebiliyor. Hiç şüphesiz orada yapılanlar ülkemizde Ermenilere, Asurilere, Kürtlere, Alevilere yapıldığı gibi insanlık suçudur. Ama Sırbistan'ı hep sadece Boşnaklar'a, Hırvatlar'a, Kosovalılara zulüm yapan bir toplum olarak mı anacağız?
Ya Sırplara uygulanan insanlık dışı saldırıları biliyor muyuz? Krayna'da 200 bin Sırp'ın iki gün içinde yurtlarından sürülmelerini biliyor muyuz? 52 gün boyunca NATO uçaklarının bombaladığı Belgrat'ta hayatını kaybeden sivil halkı biliyor muyuz.?
Bunları çoğaltmak mümkün ama, bu üç nokta bile yeterli sanırım. Batı ve doğu medyası Yugoslavya'da olup bitenlerin sadece bir tarafını dünyaya pompaladılar. Bu bir gerçek. Bizlerin de zihinlerine sadece o yaşanan korkunç olayların bir tarafı kazınmış.
Bunların az da olsa bilince çıkmasını arzu ediyorum. Daha doğrusu, Sırbistan toplumu sadece milliyetçi, ırkçı değil, orada işçiler var, hümanist insanlar var, sayıları az da olsa demokratlar ve sosyalistler var. Tıpkı bizim ülkemizde olduğu gibi. Ermenilere, Kürtlere ve başka birçok azınlığa ve emekçilere yapılanları nasıl bütün Türkiye toplumuna mal edemezsek, ayını gerçeğin Sırbistan halkı için de geçerli olduğunu unutmamak gerek! Okumakta olduğunuz Sırbistan işçi eylemeleri üzerine yazılar yukarda anlattığım çabanın ürünü olarak ortaya çıktı. Ben de Almancadan Türkçeye çevirerek katkıda bulundum.
Cemalettin EFE
Aşağıda, öyküsü Ekim'de BiaMag'da yayımlanan Novi Pazar RAKSA tekstil fabrikası işçileri direnişinin önderi Zoran Bulatoviç ve yardımcısı Seneda Rebronja ile gerçekleştirilmiş söyleşiyi bulacaksınız. Özelleştirme dolayısıyla işsiz kalan işçilerin sürdürdüğü direniş, Bulatoviç'in yoksulluklarını gözler önüne sermek için "bundan başka yiyecek bir şeyimiz yok" diyerek parmağını gazeteciler önünde kesip yemesiyle medyanın dikkatini çekmişti.
Zoran Bulatoviç anlatıyor: Asıl acı başkalarını çektiklerine tanık olmaktı
2008'de büyük ve ağır bir grev yaptık ama bu grevde en ufak bir etkimiz olmadı. Bir ay boyu içi benzin ile dolu bir oda kaldık. 19 gün açlık grevi yaptık. Medya yanımıza hiç gelmedi bile, hiç kimse bizi ciddiye almadı. Sanırım 23 Nisan'dı bizim komite başkan yardımcımız kadın arkadaş parmağını keseceğini söylemişti. Bunu gerçekten yapmaya kararlıydı. Bu karar karşısında ben gecelerce uyku uyuyamadım. Sonra bu eylemi kendim gerçekleştirmeye karar verdim. Bu kararımdan sonra kendimi güçlü hissettim. Rahatlamıştım. Bir insan olarak buna nasıl izin verebilirdim ki, o parmağını kesecek ben de söyleşi verecektim! Kafamda net bir düşünceye ulaştım ve bilincimin tam yerinde olduğu bir zamanda bu eylemi gerçekleştirdim.
Eylemi gerçekleştirirken, diğerlerin paniklediğini gördüğümde, onları sakinleştirmeye çalıştım, böylece yeni kendini sakatlamaların olmasını önlemeye çalıştım. Doktor müdahalesini red ettik, bununla eylemimizle çok ciddi olduğumuz mesajını vermek istedik. Tıbbi müdahale olmaksızın orada ölebilirdim. Kesilen parmağımın akıbetinin benim ve arkadaşlarımızın arasında bir sır olarak kalmasını istiyorum. Günden güne birlikte olduğumuz insanlar bir şeyler yapmak hırsına kapılıyorlardı. Ama olayın iyi tarafı birbirimizi dinlemeyi beceriyor ve öfkemiz üzerinde kontrol sağlayabiliyorduk. Bu süreçte en zor olan şey, medya için röportaj yapmak isteyenlerle ilişki kurmaktı. Bunu önceden öğrenmemiştik. Psikolojik açıdan sürekli güçlendik ve günden güne daha da güçlü olduk. Biz gerçek anlamda kendi kendimizi yönettik! Kaldığımız bina sürekli işçilerle dolup taşıyordu.
Bu anlarda parmak olayını konuşmak istemesem de sürekli bu mesele konuşuluyordu. Ben daha çok sorunlarımızın kamuoyuna duyurulmasını istiyordum. Avrupa ve Eski Yugoslavyalı gazetecilerden destek aldık. Beni en çok sevindiren ise şüphesiz, Eski Yugoslavya Cumhuriyetlerindeki sendika ve işçilerin desteği oldu.
Kesilen parmağımın acısını çok seyrek duydum. Böyle anlarda da kendime hakim oldum. Asıl can acıtan diğer üyelerimizin acılarına şahit olmaktı. Ben sıradan bir insanım, benim duyduğum acı, başka bir insanın acısından farksız olamazdı. Bir kereliğine olsun ağrı kesici enjeksiyona ihtiyacım olmadı. Gerçekten...
Senada Rebronja anlatıyor: Kağıt üzerinde hakkın bir anlamı yok
Haklarımızı talep ettik, vermemek için direndiler. Protestolarımıza karşı sağır oldular. Nereye gitsek bizi yatıştırmaya çalıştı herkes. Mahkemeye başvurduk. 1998'de lehimize karar verildi. Aradan 10 sene geçmesine rağmen karar yerine getirilmedi. Bizler on sene işsiz kaldık. İşsiz, maaşsız, hiçbir şeysiz kaldık. Kâğıt üstünde benim olan hakkın pratikte bana bir faydası yoktu ama. Ben 3 çocuklu bir dul kadınım. Çocuklarımdan biri üstüne üstlük sakat. 25 yıl RASKA'da çalıştım. 48 yaşında başka bir işe girmek imkânsız. İşverenler yaş sınırını 25'e kadar çektiler, daha yaşlıları kimse işe almıyor. Çok ağır bir ekonomik kriz yaşanıyor. Üç çocukla kağıt üzerinde hak ne anlam ifade eder ki. Bu durum istemese de insanı radikalizme itiyor. Elimizden başka şey gelmez. Başka ne yapabilirdik ki? Üst makamlara çıkmam mümkün değildi. Ancak şimdi bizimle konuşuyorlar. Şimdiye kadar hiçbir şey yapmıyorlardı. Bir çocuğum sakat olduğundan sosyal yardım alıyorum. Ayda 65 Avro çocuk parasıyla aybaşını getirmeye çalışıyorum. Hala babamla birlikte yaşıyorum. Bir antre ve banyosu olan tek odalı bir evde yaşıyorum. Babam emekli maaşından az da olsa yardım etmeye çalışıyor. Benim ne sosyal yardımım ne de işsizlik param var, buna rağmen ayakta kalmaya çalışıyorum.
Örgütlü dayanışmadan başka birşeyi olmayanlar
Zoran Bulatoviç: İşsiz insanlar olarak sendikal örgütlenme hakkımız yok. 3 kişi olarak başladık sürekli çoğaldık. Şu anda 1523 üyemiz var. Bunların yüzde 80'ini tek başına yaşayan çocuklu anneler oluşturuyor. Sadece yüzde 10'u Sırp kadınlar diğerlerinin hepsi Boşnak. Aramızda Romanlar da var. Yüzde 90' ı Sırp olmayan bu örgütü yürütmek büyük bir onur benim için.
Senada Rebronja: Ödenmeyen maaşlarımız için mücadele veriyoruz, haklarımızı talep ediyoruz, bir araya gelip taleplerimizi sağa sola gereken yerlere gönderiyoruz. Haklarımızın verilmesinden başka bir meselemiz yok. Kararlarımızı ortak veriyoruz ve çok tartışmaya gerek kalmadan anlaşmaya varıyoruz. Biz kendi kendimizi örgütlüyoruz. Ne yapacağımıza ortaklaşa karar veriyoruz. Evet diyorsak yapıyor, hayır diyorsak yapmıyoruz. Her gün toplanıyoruz. Bizim birbirimizden hiç bir talebimiz yok, para, makam da istemiyoruz. Çünkü işimiz de yok. Teknolojik donanımız, mesela bilgisayarımız yok. Çok ilkel bir durumdayız. Mekânımıza bakınca bunu görmek pekâlâ mümkün. Aramızda para topluyoruz, demem o ki, herkesin verebildiği kadarıyla her şeyi kendimiz yaratıyoruz.
Sorunların kaynağı Yugoslavya'nın bölünmesi
Zoran Blatoviç: Yugoslavya'nın çökmesinden ve onca savaşlardan önce burada çok kimliklilik vardı, özellikle de bizim bölgemizde. Savaş sırasında bu bölge istikrar açısından önemli bir faktördü. Etnik gruplar arasında rahatsız edici bir şey yoktu. Fiziki güç kullanımı örneğin Bosna ve Hırvatistan gibi yoktu. Biz hep birlik içindeydik, bugün de öyle. Bunun değerini bilmeliyiz, sonuna kadar bunu onurlandırmalı ve korumalıyız. Burada yaşamaktan çok mutluyum. Ben burada istediğim dini seçme ve seçtiğim dini sevme ve onurlandırabilme hakkım olduğu için mutluyum. Mutluyum başka diniden komşularımla aynı toprakları paylaşmaktan. Karşılıklı bayramlarımızı kutladığımız için mutluyum. Çok kimliklilik bu işte.
Novi Pazar işçileri ne istiyor?
Zoran Bulatoviç: Biz içinden geçtiğimiz savaş dolayısıyla yıllarca ödenmemiş emeklilik primlerimizin devletçe telafi edilmesi için mücadele ediyoruz. Mücadelemiz süresince bize isnat edilen tüm suçların kaldırılmasını talep ediyoruz. RASKA bir devlet işletmesiydi... İşletmedeki devlet payı yüzde 93. Fabrikanın çok borcu vardı, iflasla karşı karşıyaydı. Tek çözüm fabrikanın devlet mülkiyetinde kalmasıydı. Sorunlar 90'lı yıllara kadar gidiyordu. O zamanlar ekonomik ambargo konmuştu ve savaş tehdidi gündemdeydi. Protestolarımızla fabrikanın iflasa götürülmesini engelledik. Ama Sırbistan'a kıyasıya dayak atıldığı o koşullarda, kanunlar elbette çalışanlar aleyhine çıkıyordu. Bu bizim iş koşullarımız açısından, fabrikamızın her an iflas etme olasılığı anlamına geliyordu. Sırbistan'da yeni bir kanunla şartlar hızla değişebilir. Sırbistan böyle bir ülke. Tabii, bunların müsebbibi kimse onu içeri tıkma olanağımız olsa iyi olur. Ama bizim ekonomi bakanını veya özelleştirmeden sorumlu genel müdürü içeri atabilme gücümüz yok.
36 maaş işçi alacağı: Söz konusu özelleştirmeden sorumlu genel müdür çoktan Amerika'ya tüydü. Ama bu durumdan yüzde 90 biz sorumluyuz. Bu kişi özelleştirmenin başarısızlığından ötürü ülkeden kaçtı. Bu dönemden kalma 36 maaş halen ödenmedi ve hükümetin masasının üstünde duruyor. Aslında karşılanmamış haklarımız daha fazla, fakat onlarla 36 maaş üzerinde anlaşmıştık. Aslında her bir işçi milyon dinarı bulan alacaklarını talep etmek hakkına sahip. Ama işçilerin çoğu örgütlenmediği için bu hakları gündeme gelmedi bile. Örgütlenmeyen işçiler dolayısıyla devleti dava edemediler.
Sendikaların tükenmişliği: Ama bizim işçi grubumuz kendi aralarında yaratıkları dayanışmacılıkla sonunda 36 maaşın ödenmesi üzerinde karşılıklı anlaştılar. Sırbistan'da işten çıkarılmayla ilgili her hangi bir kanun yok. Başbakan Miloseviç tarafından çıkarılan bir kanunun yanı sıra 2002 de çıkarılan ayrı bir kanunla maaşlarımızın yüzde 60'ını en azından garanti ediyordu. Bizde sendikalar partilere bağımlı durumdalar. İşçilerin sorunlarından ancak seçimlerde söz ederler. Sırbistan'da iki büyük sendika var. Bunların 19 bin kayıtlı üyesi var. Bu sayı ayrıca sendikalara karşı güvensizliğin önemli başka bir göstergesi aslında. Sendikaları ilgilendiren tek şey sendika aidatları. Kendi aralarında emlak üzerine kavga edip duruyorlar. İşçiler onlar için hiç önemli değil. Mesela 1 Mayıs'ta tüm Avrupa'da çalışılmaz ama bu durum Sırbistan'da öyle değil, yani çalışılır. Sırbistan çalışır ve o gün mangal yapar. Sırbistan sokaklarında 1 Mayısta bin kişi bile bulunmaz. Biz bu protestoları Fransa'daki 1 Mayısta gördük. Düşünün böyle bir yürüyüşün organize edildiğini. Bu fotoğrafları şahsen ben burada görmek isterim.
Politikanın iki yüzlülüğü: Benim örgütüm işsizlik sorunuyla cebelleşiyor. Bu ülke bir genel emeklilik sigortasını gerçekleştirmekle mükelleftir. Bu ülke, savaş döneminden kalma işçi maaşlarını ödemekle mükelleftir. Bu ülkeye ekonomik ambargoları işçiler koymadı. Savaşı biz başlatmadık. Bunun sorumlusu şüphesiz Sırbistan'ı yönetenler. Beni dünyaya getirenleri seçme durumum yoktu yani. Ama nerde yaşayacağımı seçme hakkına sahiptim. Ben Sırbistan'da yaşamayı seçtim. Ama maalesef Sırbistan devleti ülkeyi üvey ana gibi yönetiyor. 1990'lardan beri bu memleketi yönetenler, sorunlara tamamen başka bir gözle bakıyor. Politikacılar sadece seçim öncesi ve seçim sırasındaki kampanyalarla ülkeye yalan yaymakla meşguller. Ama işçilerin problemleri kısmen dahi olsa bir seçim olmadan gündeme gelmedi.
İşçilerin çoğu kadın olduğu halde "Neden Zoran da, Senada değil" diye sorarsanız şunu diyebilirim. İlk grevimiz Kosova bağımsızlığını ilan etmeden bir gün önce başlamıştı. Elbette bize kimse ilgi göstermiyordu. Herkes Kosova'ya odaklanmıştı. Bu şartlar altında benim yerime bir Boşnak ya da Senada gibi Müslüman bir kadın olsa tıpkı Kosovalılar gibi "terörist" yada "mücahit" olarak değerlendirilecekti. Bu nedenlerden dolayı öncülüğü ben üslendim ki bu tür ithamlara kimse yeltenmesin ve bu vesileyle kimse bizi politikacılarla bağlantı içinde değerlendirmesin. Biz bu meselenin sadece işçilerin sorunu ile alakalı olduğunu ispatladık. Politika üzerine konuşmuyoruz. Ama pek tabii meselemizle alakası olan tüm siyasi partilere karşı sesimizi yükseltiyoruz.
Beni sevindiren davamıza kimin ilgi gösterdiğini saptamak ve bu zaman zarfında neler olduğuna şahit olmak. Ben bu protestoları gördüm. Fransa'da olanlardan haberdardım. Fransızlar genel müdürün dışarı çıkmasına engel oldular. Maalesef biz bunu yapamazdık, aksi takdirde terörist olurduk! Benim büyük arzum Fransa'da ortaya çıkacak bir benzeri eylemde bizzat bulunmak.
Senada: İşçilerin hakları uğruna hayatımı verebilirim
Ne demek, elbette ben de böyle bir olayda hayatımı kaybetmek pahasına da olsa işçilerin hakları için bunu göze alırım. Bunun için çocuklarımın varlığı bile beni pişman kılmaz! (CE/EK)