Hükümetin BriSA, Goodyear ve Pirelli işyerlerine yönelik grevi ertelemesinden bir hafta önce, Pirelli'nin yöneticisi Marco Provera bir toplantı için geldiği İstanbul'da, "Türkiye'nin en çekici yanı, insanı.. Sendikalar mâkul olurlarsa yatırımlarımıza devam ederiz" diyordu. "Eğer kendileri çok fazla talep ederlerse çok üzülürüz, çok büyük bir acı kayıp olur. Çünkü uluslararası bir şirket olarak bu durumda yatırımlarımıza ara vermek zorunda kalabiliriz.."
Provera, kendisi gibi büyük şirket yöneticilerinin katıldığı "Yatırım Danışma Konseyi" toplantısı için İstanbul'daydı. Toplantıda şirket yöneticilerinin, "Grevler yatırımlarımızı askıya almamıza neden olur" dedikleri de rivayet ediliyordu.
Uyarılar üzerine hemen harekete geçen hükümetin Lastik-İş grevini erteleme gerekçesi, 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu'nda mevcuttu. 5 Mayıs 1983 tarihli bu kanunun 33. maddesinde şöyle deniyordu:
"Karar verilmiş veya başlanmış olan kanunî bir grev veya lokavt, genel sağlığı veya millî güvenliği bozucu nitelikte ise Bakanlar Kurulu bu uyuşmazlıkta grev ve lokavtı bir kararname ile altmış gün süre ile erteleyebilir."
2822 sayılı kanun, 12 Eylül askeri darbesinin ürünlerinden biriydi. İngiliz bakan Straw'un 18 Mayıs'taki patronlar toplantısında "Avrupa Birliği'nin, Thatcher sendika kanunlarını yıpratmasına izin vermeyeceğiz" demesinden iki ay önce Tayyip Erdoğan sanki, "Avrupa Birliği'nin 12 Eylül sendika kanunlarını yıpratmasına izin vermeyeceğiz" diyordu.
Bundan 21 yıl önce, işçilerin ekonomik ve politik mücadelesine set çekmek amacıyla hazırlanan kanunda, genel grev ve politik grev de, iş yavaşlatma gibi eylemler de yasaklanmıştı (25. madde):
"Siyasî amaçlı grev, genel grev ve dayanışma grevi kanun dışı grevdir. İşyeri işgali, işi yavaşlatma, verimi düşürme ve diğer direnişler hakkında kanun dışı grevin müeyyideleri uygulanır."
Kanun ayrıca, işçileri sermaye sahipleri karşısında silahsız bırakmak için canını dişine takmış bir askeri yönetimin temsilcilerinin zekâ kapasiteleri açısından çarpıcı ipuçları sunuyordu. Kanunu hazırlayanlar, sınıflar arasında ayrım yapmadıkları, tarafsız davrandıkları izlenimini yaratmak üzere "lokavt" bölümüne şu ibareyi yerleştirmişlerdi: "Siyasî amaçlı lokavt, genel lokavt ve dayanışma lokavtı kanun dışı lokavttır."
(Patronların "genel lokavt" ya da "siyasi lokavt" diye bir şey yapmaları ne kadar ilginç olurdu. Bir gün gerçekten böyle absürd bir "eylem" ya da "harakiri" yaşanacak olursa, herhalde yapılması gereken tek şey gidip onlardan işyerlerinin anahtarlarını almak olacak.)
Darbecilerin "eşitlikçi" yaklaşımı, 48. ve 49. maddelere de şöyle yansıyordu..
48. maddeden: "'Bu işyerinde grev vardır' ibaresinin dışında, grev yapılan işyerleri ve çevresine afiş, pankart gibi ilân vasıtalarını asmak veya yazılar yazmak yasaktır."
49. maddeden: "'Bu işyerinde lokavt vardır' ibaresinin dışında, lokavt yapılan işyerleri ve çevresine afiş, pankart gibi ilân vasıtalarını asmak veya yazılar yazmak yasaktır."
(Onların daima kendi gazeteleri oldu. Son 10 küsur yıldır da kendi televizyonları, radyoları var. Reklamveren olarak medya üzerindeki güçleri muazzam. Billboard'lar, reklam panoları onların emrine amade. Ama işte, gene de kanunlarda sınıflar arası eşitliği gözetmek ve işyerinin duvarına afiş asmalarına izin vermemek gerek!)
Hiç bitmeyen "grev" kâbusu
İngiliz bakan Straw'un yüreklerine su serptiği İngiliz patronların örgütü İngiltere Endüstri Konfederasyonu'nun (CBI) başkanı Sir John Egan, İngiltere hükümetinden ne zamandır bir söz istiyor: "70'ler tarzı gizli grev oylaması"na ve "ilişkili grev gözcülüğü"ne ("secondary picketing") geri dönüş yaşanmaması!
AB mevzuatları çerçevesinde daha güçlü bir biçimde gündeme gelebilecek bu "geri dönüş" ihtimali İngiliz sermaye temsilcilerini neden bu kadar korkutuyor? "Gizli oy" denilen şey, "demokratik seçim"in sıradan yöntemlerinden biri ve aynı zamanda kanaat ve seçme özgürlüğünü güvence altına alan bir yöntem değil midir? "İlişkili grev gözcülüğü" olarak çevrilebilecek "secondary picketing" neden korkutucu bir şeydir? Ayrıca "secondary picketing" nedir?
Önce son konuda küçük bir not: "İlişkili grev gözcülüğü", grevin yapıldığı yer dışında gözcülük yapmak demek: Grevin yapıldığı şirketin iş yaptığı, satış yaptığı, malının dağıtımını yaptırdığı, vs. başka şirketlerin tesisleri, "ilişkili gözcülük"ün alanlarını oluşturuyor. İngiliz kanunlarında, grevcilerin bu tesislerde çalışan işçilerle ilgili faaliyetleri de "ilişkili eylemler" ("secondary action") kapsamına giriyor.
İngiliz İşçi Partisi liderlerinden bakan Straw'un üstüne titrediği "Thatcher sendika kanunları" ve genel olarak TULRCA (1992 tarihli "Trade Union and Labour Relations Consolidation Act") "ilişkili gözcülük"ü 12 yıldır yasa dışı ilan ediyor. İngiltere'de grev gözcülerinin azami sayısı da, 1992 yılındaki bir revizyon sonucu altı ile sınırlandırılmış durumda.
Grev konusu, "grev gözcüsü sayısı" ve "ilişkili gözcülük" gibi konular üzerinde bu kadar hassasiyet ile duruş, son yüz yılın olayları ile birlikte ele alınmadığında çok anlamlı gelmeyebilir. Mesela 1926 mayısında, İngiltere'deki maden ocaklarında ücretlerin azaltılmasına karşı maden işçilerinin çağrısıyla başlayan, dokuz gün süren ve ülke çapında dört milyon işçinin katılması ile politik sistemin temellerini sarsan büyük genel grevin dersleri, o zamandan beri İngiltere'yi yönetenler açısından herhalde daima önem taşımıştır. 1972 ve 1984-85 madenci grevleri de öyle..
Ama ücretlilerin hayat mücadelesine sermaye temsilcilerinin karşılık vermesinde bizim İngiltere'nin hem kronolojik, hem de kapsam olarak çok önünde olduğumuz söylenebilir. 1970'de 15-16 Haziran'ı, 70'lerde dayanışma grevlerini ve politik grevleri yaşamış Türkiye'nin 12 Eylül 1980'de "duruma el koyan" askeri yönetimi tarafından çıkarılan 2822 sayılı kanunda şu tür "ayrıntılar" var..
38. maddeden: "Bir işyerinde grev veya lokavtın uygulanmaya başlaması ile birlikte işçiler işyerinden ayrılmak zorundadırlar. Greve katılmayan veya katılmaktan vazgeçenlerin işyerinde çalışmaları, hiçbir şekilde engellenemez. Greve katılan veya lokavta maruz kalan işçilerin, işyerine giriş çıkışı engellemeleri veya işyeri önünde topluluk teşkil etmeleri yasaktır."
48. maddeden: "İşyeri ve çevresinde grevciler veya grev gözcüleri için işçiler veya işçi sendikası tarafından kulübe, baraka ve çadır gibi barınma vasıtaları kurulamaz."
Avrupa Birliği kimin projesi?
Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği TÜSİAD, TESEV gibi, sermaye temsilcilerinin oluşturduğu "sivil toplum örgütleri" tarafından ateşli bir biçimde desteklenirken, bu üyelik onlar açısından "ücretliler için daha geniş örgütlenme ve eylem hakları" anlamına geliyor olabilir mi?
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu'nun (TİSK) 2822 sayılı darbe kanununa bugünkü yaklaşımı şöyle:
"1982 tarihli Anayasa ise endüstriyel ilişkiler sistemini, eskisine göre daha ayrıntılı olarak düzenlemiş, özellikle sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler bölümünde çalışma barışının sağlam temeller üzerine kurulması amaçlanmıştır. Bugün işçi ve işveren sendika ve konfederasyonları, 1982 Anayasası'na uygun olarak çıkarılan 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu hükümlerine tâbidirler."
Avrupa Birliği kimin projesidir? Avrupa Birliği üyeliğine "Türkiye açısından" bakış gibi bir şey söz konusu olabilir mi? Avrupa Birliği, ortağı olduğu işyerleri çeşitli işveren sendikaları üzerinden TİSK üyesi olan Ömer Sabancı'nın başkanlık ettiği TÜSİAD'ın projesi sayılabilir mi? 12 Eylül darbe anayasasını ve ilgili kanunları "çalışma barışı" açısından olumlu gören TİSK'in projesi sayılabilir mi? Pirelli'nin yöneticisi Provera ve onun "grevfobik" arkadaşlarının projesi sayılabilir mi? Ne zamandır sıradan insanların da soyluluk ünvanları alabildiği ama 1926'dakinden daha az demokratik bir ülke olan İngiltere'nin eski başbakanı "Barones" (1992'de "ulusal çıkarlar"a üstün hizmetlerinden dolayı) Margaret Thatcher için bugün Avrupa Birliği nasıl bir projedir, hangi yönde gitmelidir?
"AB kimin projesi?" sorusunu ücretlilerin, emeği ve mesleki becerileri ile hayatını devam ettirmeye çabalayanların herhalde kendilerine sorması gerek: "Bizim projemiz mi, onların projesi mi?" Herhalde, "AB üyeliği Türkiye için iyi olur mu?" sorusuna hapsedilmeyi, tüm düşünen ücretlilerin tek hamlede red edip geçmesi gerek. "Biz", "onlar"ı da içine alan bir "bütün"dür diyenlerden kanıt istenmeli. "Bütün"ün ya da "ulusal çıkarlar" diye bir şeyin gerçekte varolduğunu, Straw ve Erdoğan'ın söz ve eylemlerine karşın kanıtlayabilmeliler.
"Avrupa Birliği'ne uyum" çerçevesinde "Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun" 7 Mayıs 2004 tarihinde çıktı. Bu kanunda, cinsiyet konusu, ölüm cezası konusu, DGM'ler konusu, askeri harcamaların gizliliği konusu ve daha başka şeyler var ve bunların olması, 12 Eylül darbe anayasasına çizikler atılması açısından elbette hayırlı.
Ama Türkiye'de 2822 ile ilgili radikal bir adım atılmadığı sürece, kısacası emekçi düşmanı bir kanun kaldırılıp çöpe fırlatılmadığı sürece, AB'nin emekçilerin projesi olduğundan söz etmek mümkün olmayacak. Bunu da herhalde TİSK ve TÜSİAD veya AKP'nin ya da CHP'nin milletvekilleri koşarak yapmayacak. Bunu sendikalardan ve ücretlinin kendisinden başka talep edebilecek, yapabilecek kimse yok.
Türkiye'nin AB üyeliği süreci de, bugün AB üyeleri tarafından bir "AB Anayasası" yaratılması süreci de, sınıfların etkin olarak katıldıkları, katılmak zorunda oldukları süreçler. "Demokrasi" de bundan başka bir şey değil. Avrupa kıtasında bugün demokrasinin kalbi ABD'den oldukça farklı bir biçimde hâlâ atabiliyorsa, herhalde bu, "sınıf çıkarları" denilen şeyin farklı sınıflar ve onların örgütleri tarafından hâlâ güçlü bir biçimde savunulabiliyor olmasından kaynaklanıyor.(ŞA/BB)