Coğrafyayı ve tarihi harmanladığı metinlerinde, hafızayı ve hatırlamayı her şeyin önüne koyan edebî gezgin Claudio Magris, seyahatleri sırasında işin içine sanat ve kültür kadar, politikayı da dâhil ediyor. Böylece her ne kadar insana oyunlar oynasa da belleğin gücüne ve unutmamanın ağırlığına sarılıyor. Daha doğrusu tutunuyor.
Doğup büyüdüğü Trieste başta olmak üzere, gezindiği çeşitli coğrafyalardaki zaman kavrayışına ve tarihe yoğunlaşan Magris, deneme ve incelemeleriyle birlikte anı ve romanlarında, mekân-geçmiş-bugün bağlantısı üzerine kalem oynatıyor. Tarihin akışını da onun nasıl değiştiğini de anlatırken hafızanın karanlık dehlizlerine giriyor, muğlak dediği sınırlara yürüyor ve tehlikeli bir oyuna dönüştürülen kimlik siyasetinin gerilimini çözümlüyor.
Magris, Körlemesine’de yine o alanda; hafızası silinmeye başlayan Yugoslavya Komünist Partisi’nin üyelerinden Tore’nin ve Danimarkalı denizci Jorgen’in akıl hastanesindeki “tedavisine” ve sorgusuna götürüyor bizi. Bu yolculuk işkencelerle, savaşlar ve suçlarla şekilleniyor: İspanya İç Savaşı’ndan Tazmanya yerlilerinin uğradığı soykırımlara, toplama kamplarından İzlanda karasularına uzandığımız bir monolog kurguluyor yazar. Daha doğrusu, sumen altı edilmiş gerçeklerin iç içe geçtiği bir hikâye meydana getiriyor.
‘Denizde her şey kolay unutulur’
Magris, hatırlama-sorgulama-hesaplaşma üçgeni meydana getirdiği Körlemesine’de, zihnin ve hafızanın derinliklerinden süzülüp gelen günahları, suçları ve anıları açığa çıkarıyor. Yüzleştiğimiz bir diğer şey ise sorular ve itiraflar: “Özünde kati ve kesin bir cevap bu ama kabul etmem lazım ki bazen ayrıntıları biraz karışık. Ama bütün bu geliş gidişler, birbirine geçen bu kadar şey, bu kadar yıl ve ülke ve deniz ve hapishane ve yüz ve olay ve düşünce ve yine hapishane ve akşamları yarılıp içinden oluk oluk kanın aktığı gökler ve yaralar ve kaçış ve düşüş varken ne yapabilirim? Hayatı, bu kadar çok hayatı bir arada tutmaya imkân yok. Üstelik aralıksız sorgulamalardan bitap düşünce insanın böyle şeyleri düzene sokması daha da zor oluyor, bazen kendi sesini ve kalbini bile tanıyamıyor.”
Sürüp giden ve hep genişleyen bu monolog, tam bir hesap defteri; içinde kan, suskunluk, suç ve suçluluk var. Çekmecede özenle saklanmış ve günü geldiğinde açılan o defter, hem Avrupa’da hem de kıta dışında yaratılıp tırmandırılan gerilimlerin, işlenen cinayetlerin, iktidar ve güç oyunlarının bir kaydı; sömürgecilik ve totalitarizm arasında salınan Avrupa tarihinden bir kesit.
Doktorlar tarafından sorgulanan ve “tedavi” edilmek istenen Jorgen ve Tore, hem yaşamlarını ve eylemlerini hem de uzun Avrupa tarihini anlatırken ailelerini ve yolculuklarını hatırlıyor. Bu noktada, hafızalarının ve zihinlerinin açtığı oyun kartlarını anlamlandırmaya uğraşırken bazen çocukluğuyla ilgili sığınabileceği hiçbir yer bulunmadığı için mutlu oluyorlar. Bazen de karanlıkta geçirdikleri zamanın ve geri dönmenin ne kadar tuhaf bir şey olduğunu düşünüyorlar.
Zamanda kaybolan insanlar ve mekânlar arasında gezinen Jorgen’in ve Tore’nin anlattıkları, fetihçiliğin bir tasviri. Aynı zamanda unutulan tarihin bir yansıması. Tore’nin dediği buna denk geliyor: “Denizde her şey kolay unutulur.” Unutulmadığında ise tartışma ve umut doğuyor: “Hapishane gardiyanlarının yasalarını, dillerini, dilbilgilerini değiştirmek istiyordum. Devrim zihinden başlar, düşüncelerin düzeninde, yani düzensizliğinde, düşünceler her şeyi altüst eder, cellatların çirkin, sahte dilini değiştirir.”
Kılıçlarla yazılan hikâyeler
Jorgen’in ve Tore’nin anlattıkları, sömürgecilerin ve totaliter rejim yanlılarının faaliyet raporu âdeta. Sahneye çıkan ve çıktığı gibi indirilmek istenen devrimcilerin mücadelesi ise denizdeki dev dalgalara kapılan bir gemiye benziyor. Tore, bu tanıklığını bir yorumla taçlandırıyor: “Tarih, bantlı bir göze yaklaştırılan bir dürbünden ibarettir.” Ona, efsaneler ve gerçekler de kurgular ve saptırmalar da dâhil. Bu tarih, aynı zamanda bir deniz; isimler ve olaylar gelip geçerken hakikatler, kabaran dev su kütlesi içinde kayboluyor: “Bu deniz başka denizlerden daha deniz çünkü hafızası yok. Başka denizler insanlığın sefaletinin ve büyüklüğünün, hükümdarların şanının, tüccarların cesaretinin, deniz kazazedelerinin acılarının izlerini taşır, amirallerin ve maceraperestlerin isimleri suyun aşındırıcı aynası üzerinde yazılıdır. Hâlbuki burada hiçbir şey, hiçbir olay, hiçbir isim yok; yüzyıllar boyunca yerliler ormandan kumsala sadece bakmış, dalgaların arasında titreyen kendi siyah yüzlerini görünce geri çekilmiş.”
Eski Yunan’ın mit geleneğine yaslanan monologlarında Jorgen de Tore de başkalarının iyiliğini isteyenleri, keyfî işgalleri, işkenceleri ve zamanın ruhunu ortaya koyuyor. Faşizm ve sosyalizm tartışmaları, faşizmin kesin itaat isteği ile sosyalistler arasındaki fikir ayrılıkları da Tore’nin hatırlattığı özgürlük meselesi de zamanın ruhuna dâhil: “Ne özgürlük ama Doktor Bey, buradakini boş verin! Evet çünkü biz kendi özgürlüğümüzü, hapishaneden çıkıp gezme özgürlüğünü değil, herkesin özgürlüğünü düşünürdük; özgürlük ancak herkesinse senindir.”
Haksızlıklarla, hukuksuzluklarla ve adaletsizliklerle örülü tarihin “bir kumar masasına benzediğini, önce kazanıldığını sonra kaybedildiğini” söylüyor Tore. Magris, hem onun hem de Jorgen’in ağzından kazananları, ihanete uğrayanları, hainleri, kaybedenleri, kazansa da ikna edemeyenleri hatırlatıyor. Bir de kazandığını sanıp erkenden zafer şarkıları söyleyenleri. Fetihçilerin gadrine uğrayan Afrika halklarının tarumar edilen topraklarını da…
Magris, Jorgen ve Tore karakterlerinin yaşayıp anlattıkları üzerinden Avrupa’nın tartışmalı geçmişine dair politik bir hikâyeye imza atıyor Körlemesine’de. Mağdurlar ve mağrurlar, suçlular ve mahkûmlar, katiller ve maktûller, bu tarihin ve hikâyenin en önemli parçası. Bir başka deyişle tarihi yazanlar ve coğrafyayı oluşturanları hatırlatıyor bize Magris: Kılıçların altında kalanlar, kılıçları kullananlar ve kılıçların şiirini yazanların romanı bu. (AB/TY)
Körlemesine, Claudio Magris, Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı, Yapı Kredi Yayınları, 286 s.