İnsan hakları savunucusu Onjali Q. Rauf'un ilk kitabı "Arka Sıradaki Çocuk", Nihal Tokinan Gökçe'nin çevirisiyle Doğan Egmont'tan çıktı. Kitap, dünyanın en büyük insani krizlerinden biri olarak süren mülteci krizini dokuz yaşındaki bir çocuğun gözünden anlatıyor. Duygusal olduğu kadar macera ritmini hiç yitirmeyen, inceliklerle dolu bu kitap, Pippa Curnick'in çizimleriyle renkleniyor.
Londra'da yaşayan 9 yaşındaki Aleksa'nın hayatı, sınıfa gelen yeni çocukla beraber aniden değişiyor. Çünkü bu çocuk, sınıfın en arka sırasında oturuyor, kimseyle konuşmuyor, hatta İngilizce bile bilmiyor. Aleksa ve arkadaşları, naif girişimleri sayesinde Ahmet ile arkadaş olmayı başardıklarında onun bir mülteci çocuk olduğunu öğreniyorlar.
Waterstones Çocuk Kitabı Ödülü'ne değer görüldü
Ahmet, ülkesi Suriye'yi savaş nedeniyle terk etmek zorunda kalmış, İngiltere'ye varana kadar annesini Türkiye'de, babasını ise Fransa'da geri bıraktığı hikayesini keşfediyorlar. Ahmet'i tanımak Aleksa ve arkadaşları için bir yandan dünyanın karanlık yüzüyle yüzleşmek anlamına geliyor. Bu sırada, Ahmet'in varlığıyla beraber çocuğundan yetişkinine okulun dört bir yanında türlü tuhaf söylenti alıp başını giderken ırkçılık canavarı da hiç vakit kaybetmeden sahnede yerini alıyor.
İngiltere'de kurucusu olduğu Making HerStory adlı yardım kurumu ile özellikle mülteci kadın ve çocuklara yönelik çalışan Rauf'un kitabı "Arka Sıradaki Çocuk", geçen sene Waterstones Çocuk Kitabı Ödülü'ne değer görüldü. Yazar, bu kitaptan elde edeceği telif haklarının bir bölümünü bütün dünyada mültecilerin hayatını kurtarmak ve hayatlarını yeniden kurmalarına yardım etmek için ayırdı.
Onjali Q. Rauf ile "Arka Sıradaki Çocuk"tan yola çıkarak dünyanın arka sıralarına atılanların hikayelerini ve bu hikayeyi yazan kirli elleri konuştuk.
"Arka Sıradaki Çocuk"u size yazdıran duygu neydi?
Bu kitap Reyhan adında bir bebeğe ithaf edildi: O ve Calais ile Dunkirk'teki mülteci kamplarında sadece birkaç saniyeliğine de olsa tanıştığım tüm çocuklar bana bu hikâyeyi yazdırdı. Ve tabii ki 2015 yılında Türkiye kıyılarında vücudu karaya vuran Alan Kurdi... Onu görür görmez yerimden kalkıp küçük de olsa elimden ne geliyorsa yapmam gerektiğini düşündüm. Bu yüzden kitabın arkasında da bundan bahsettim; şimdiye dek yaptığım her şey onun mirasının bir parçasıdır. Kitabı yazarken büyük bir ameliyat geçirmiştim ve ekibimle kamplara çıkamıyordum. Suçluluk duygusu bana kendimi korkunç hissettiriyordu. Bu hikayeyi, Alan'ı düşünerek ve onun hayatının büyük bir çocuk olarak nasıl olabileceğini hayal ederek yazmaya başladım; nihayet güvenli bir yere kavuştuğu, ama artık yanında kimse olmadığı - tıpkı birçok diğer çocuğun yaşadığı gibi... Yayınlanacağını ise hiç hayal etmemiştim ve temsilcim Silvia Molteni bunun aksini düşündüğü için inanılmaz şanslı olduğumu düşünüyorum.
"Çoğu çocuk 7 yaşına geldiğinde savaşların farkında olacak"
Çocuklara göçmenlik ve mültecilik konularını, durumlarını anlatırken yeterince açık olduğumuzu düşünüyor musunuz?
Evet, olmalıyız. Çocuklarımız sonsuz bir bilgi kaynağı dünyasında yaşıyorlar. Popüler medya platformları insanlık dışı muamelelere maruz kalan, hatta görmezden gelinen insanların koşullarının iyileştirilmesi için birer araç olarak kullanılmalı. Çocukları da bu konularda ne duydukları veya gördükleri hakkında sorular sorma konusunda cesaretlendirmeliyiz. Çoğu çocuk, mevcut küresel olaylar nedeniyle yedi yaşına geldiğinde "mülteci" kelimesini duyacak ve çoğunun da savaşların var olduğuna dair bir farkındalığı olacak. Çocukların bu büyük meseleler hakkında konuşmak için güvenli alanlara sahip olmaları çok önemli. Bunu aynı zamanda empati ve nezaket duygularıyla yapabileceğimiz en kolay yer kitaplar.
"Kelimeler önemli"
Kitapta, göçmenler ve mülteciler konusundaki tutumları nedeniyle basın organlarına karşı tepkili olduğunuz hissediliyor. Mülteci krizinde basının nasıl bir rolü olduğunu düşünüyorsunuz?
Haklısınız, bu beni hayal kırıklığına uğratıyor. Bir ülke basınının karşılıklı dünyalarımızda oynadığı rol çok büyük. Kelimeler önemli. Resimler önemli. Hikayelerin anlatıldığı ve anlatılmadığı yollar önemli. Örneğin, geçen yıl Birleşik Krallık'ta, mülteciler ve hâlâ birçoğunun kaçmak zorunda kaldığı dünya çapındaki çatışmalar, haberlerde nadiren yer aldı. Ve birçok insan Kuzey Fransa'daki mültecilerin "sorununun" çözüldüğünü düşünüyor.
Gurur duyarak katıldığım festival ve okullarda çocuklara söylediğim gibi, basınımızın mültecilerle ilgili sözleri ve resimleri nadiren kibar ve dürüst. Mültecilerle ilgili ön sayfalardaki görüntülerin çoğu genç siyah erkek fotoğrafları. Çünkü ırkçı insanların "her şeyi almaya gelecekler" yönündeki korkularını besliyor.
Nadiren çocukların, yaşlıların, yaralıların, kadınların resimlerini gösteriyorlar. Ve "göçmenler" veya "göçebeler"den bahsederken sadece kaçan insanlara atıfta bulunan kelimeler kullanmaları yanlış, çünkü hikâyenin amaçladığı insanın konumunu inceltip seyreltiyor. Herkes bir göçmen veya göçebe olabilir- iş, aşk, üniversite için yurtiçinde ya da yurtdışında hareket eden insanlar da göçmen ve göçebedir. Hong Kong, Dubai veya Mayorka'da yaşayan ve çalışan "gurbetçi" dediğimiz insanlar da göçmen. Mültecilerse kesinlikle değil. Mültecilerin seçme lüksleri yok. Göçmen ya da göçebe sadece diktatörlük, kıtlık, savaş ya da siyasi zulümden kaçmıyor. Bir mültecinin yapması gerekense tam olarak bu. Yani kelimeler önemli. Ve medyada bitmek bilmeyen "her şeyi almaya gelen mülteciler sürüsü" imajı, sürdürülmeye devam eden "insanlık dışı bırakma" sürecinde büyük rol oynuyor. Ancak medya, tıpkı tam olarak silebileceği ya da tek taraflı hikayeler verebileceği gibi; iyi, sağlam şeyleri anlatmaya, belirli bir hikâyenin diğer taraflarını göstermeye yardımcı olabilir. Ve bunu yapmaya çalışan birçok mükemmel gazeteci tanıyorum.
"Müslüman çocuklar üzerinde suçlu baskısı yaratılıyor"
Kitapta çocukların Bayan Hemsi'nin türbanını çok beğendiklerini anımsıyorum. Bu detayın kitaptaki önemli ipuçlarından biri olduğunu hissediyorum. Avrupa'da yükselen İslamofobi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu hâlâ büyük bir sorun olmaya devam ediyor ve kesinlikle olması gerektiği kadar güçlü bir şekilde ele alınmıyor. Özellikle Müslüman kadınlara yönelik saldırılar (sadece geçen hafta sonu, Müslüman kadınlar Belçika'nın yüksek öğrenim kurumlarında ve üniversitelerde türban takılmasını yasaklayan kararı protesto etmek için buluştu)... Yalnızca Birleşik Krallık'ta değil, Almanya, Hollanda ve İtalya'da başörtüsü taktığı için ırkçı saldırılara maruz kalan insanlar, arkadaşlarım ve ailem oldu. Yerel camilere ve hatta köşe başı dükkanlara yapılan saldırıların ardından bölgelerinde kendini güvende hissetmediği için baş örtüsünü çıkarmak zorunda kalanlar oldu. Çok uzun süredir "potansiyel terörist" / "ezilen azınlık" etiketleri arasına sıkıştık. Bunu insanileştirmek ve yok etmek için henüz uzun bir yolumuz var - ve tabii ki medya da bunun bir parçası. Diğer taraftan Avrupa tarih kitapları İslam bilimlerinin, sanatın, mimarinin, astronominin dünyaya katkısını nadiren vurguluyor. Bu konuda kadın haklarının korunması ve dünyada ilk üniversitelerin oluşturulmasına yönelik bilgilerin de düzeltilmesi gerekiyor. Tarihsel bir kimliğin aşınması ve onun yerine şiddet, yıkım, baskı ve şüphe ile eşanlamlı bir kimlik konulması durumu, Müslüman çocuklar üzerinde suçlu baskısı yaratmış durumda. Bu, birçok omzun üzerinde önemli bir yüke dönüşüyor. Ancak bu konuda bir başlangıç yapıldı ve uyanış devam ediyor.
"Karakterin cinsiyetinin hiç önemi yok"
Kitabın neredeyse sonuna kadar hikâyemizin anlatıcısı olan kahramanımızın cinsiyetini anlayamadım. Sizin aynı zamanda cinsiyet eşitliği için de mücadele verdiğinizi biliyorum. Bu detay, okur üzerinde bir tür test miydi?
Okuyucunun üzerinde bir deneme yapma niyetim yoktu, ama pek çok okurun sizin gibi anlatıcının kız ya da oğlan olduğunu düşünmemesine dair bu soruyu sormasından çok mutlu oldum. Yazarken sadece karakterin cinsiyetinin hiç önemli olmamasını istedim -her durumda olmaması gerektiği gibi. Ve herkesin kendini bu muhteşem küçük kişi gibi hissetmesini... Çünkü o birini dinlemek ve ona yardım etmek için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor.
"Mültecilik eğlenceli bir macera değil"
Yerel insanlar mültecilerin işlerini ellerinden alacaklarından, kendilerinden daha çok para kazanacaklarından ya da daha iyi evlerde yaşayacaklarından korkuyorlar. Sizce bu, insanların gerçek duyguları mı yoksa bir tür maske mi?
Bu, dünyadaki birçok kişinin inandığı üzücü bir mit: Sanıyorlar ki mülteciler herhangi bir yere iner inmez onlara inanılmaz bir hayat hediye ediliyor. Gerçek bir empati veya bilgi eksikliğinden kaynaklanan ve ırkçılık tarafından ekilen bir kıskançlık ve korku tohumu. Sığınmacı olmaya karar veren çoğu mülteci (mesela bir ülkede kalıcı olarak yaşamak için başvuranlar- ki çoğu yapmıyor!) asgari ödenekler konusunda yıllarca, hatta on yıllarca en korkunç durumlarla mücadele etmek zorunda kalıyor; ki bunun içinde küçük çocuklar da var (İngiltere'de şu anda mültecilerin aç kalmasına / evsiz kalmasına neden olduğu için bu ödeneği artırmakla ilgili bir kampanya yürütülüyor).
"Gidin ve onların hikayelerini dinleyin"
Yaşamınız için çalışmanıza izin verilmeyen bir durumda (doktor, mühendis veya avukat olsanız bile), ya da bir yandan bulmaya çalıştığınız ailenizden veya arkadaşlarınızdan uzakta küçük yerlere yerleştirildiğinizde, geride bırakmak zorunda olduğunuz dünyadan çok daha farklı olan bu yeni dünyada hiç yardım almadan gezinmek korkunç. Gerçekten, korkunç. Mülteci olmak kolay değil. Devam etmeyi seçtikleri eğlenceli bir macera değil. Her gün hayatta kalmak için mücadele ediyorlar. Korku, kıskançlık ve şüphelerin üstesinden gelmenin tek yolu, yerel halkın mültecilerle buluşmasından geçiyor. Gidin ve onların hikayelerini dinleyin, onlarla oturun, hayatlarının nasıl olduğunu, hangi engellerle karşılaştıklarını ve onlardan hoşlanmayan insanlarla kuşatılmış olmanın ne kadar korkunç olduğunu öğrenin.
(ND/AÖ)