Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Sosyoloji Bölümünden Arş. Gör. Sibel Bekiroğlu'nun Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 27. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Öncelikle yargılanmakta olduğum bu davanın ve diğer tüm Barış için Akademisyenler davalarının siyasi bir arka planın bulunduğunu ve dolayısıyla siyasi bir amaca hizmet ettiğini düşünmekteyim. Bu davaların neden siyasi bir nitelik içerdiğini ve neden yargılamaların hukuki bir menfaat sağlayamayacağını birkaç kısa örnekle anlatmak istiyorum.
Devamında ben burada bulunmak zorundayken kimlerin bundan muaf tutulduğunu ya da kimlerle aynı kaderi paylaştığımı iddianameye dair birkaç kelamdan sonra açıklamaya çalışacağım.
İlk olarak şunu belirtmek istiyorum, biz maalesef siyasi iktidar tarafından bir “gündem malzemesi” olarak “kullanıldık”. Elbette bini aşkın akademisyenin ülkede gerçekleşen ve bunları dillendirdiğimiz için yargılanmamıza neden olan memleket meselelerine karşı ortaklaşa bir söz söylemeleri önemlidir ve gündem olmayı hak eder.
Fakat kabul edersiniz ki, basının bu denli bağımsızlığını yitirdiği ve tek bir ağızdan haberler üretildiği bir memlekette akademisyenlerin açıklaması bir haber niteliği taşımazdı eğer o dönemde bir gündem malzemesi eksikliği olmasaydı.
Bu tabi ki “her şey yolunda gidiyordu” anlamına gelmesin. Tam da imza açıklamalarının olduğu zamanda İstanbul’da IŞİD’in üstlendiği bir saldırı gerçekleşti. 11 kişinin ölümüne ve 16 kişinin yaralanmasına neden olan bu intihar saldırısı nedeniyle görülen davada 24 kişiden sadece bir kişi hakkında hapis cezası, bir kişi için örgüt üyesi olduğu tespit edilse de tahliye kararı verildi ve geri kalanlar davadan beraat etti. Bunu aynı dönemde gerçekleşen bir dava süreci olarak şurada yaşadığımız adaletsizliği not etmek için kenara bırakıyorum.
İşte bu nedenle gündemin değiştirilmesi gerekiyordu. Bunu ve o dönemde yaşanan diğer meseleleri gündem dışı tutmak için insanların dikkatini başka yöne çevirecek yeni bir gündem oluşturulması ve o dönemde tepki toplamaya başlamış olan Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de yaşananlara karşı bu tepkilerin büyümemesi için bir şeyler yapılması gerekiyordu.
İşte bizim imzalarımız ancak bu şekilde gündem oldu ve haber kanallarında İstanbul’daki saldırı haberlerinin önünde yer almaya başladı.
Dolayısıyla, benden önce yargılanan arkadaşlarım ve hocalarım için cezayı artırmak için kullanılan “suçun basın yoluyla işlenmesi” tam da siyasi iktidar tarafından basın yoluyla gerçekleştirilmiştir.
O dönemde ve öncesinde sendikaların, toplumsal muhalefetin yaptığı belki yüzlerce açıklamada çok benzeri söylemler zaten üretilmiş ve ancak bu açıklamalar, tekel oluşturmuş yayın organlarında haber bile olamamıştır.
Bildirinin okunduğu tarihten yaklaşık iki yıl sonra ise İstanbul’daki arkadaşlarımızın davaları tam da referandum ve genel seçimlerden önce başlamış ve milliyetçi duyguları kullanacak şekilde siyasetin/siyasetçilerin elinde yine bir gündem malzemesi olarak ortaya çıkmıştır.
En sonu ne tesadüftür ki Ocak 2016’dan üç yıl sonra ve yine bir seçim öncesinde davalarımız yine bir “beka meselesi” ile özdeşleştirilmiş ve seçim öncesi açılmıştır. Seçim öncesi yine gündemsiz kalan iktidarın eline milliyetçi duyguları kabartan bir gündem malzemesi olarak bu davalar sunulmuştur. En başta sözünü ettiğim “gündem malzemesi” olma durumu davanın siyasi siyasi niteliğini gösterir.
İddianameye gelirsek; görüşlerine büyük saygı duyduğum ve hukukçu olarak çok güvendiğim hocalarım böyle bir iddianamenin üslup ve içeriğine yönelik yorumlarını “bir hukuk sınavında önümüze gelse notlandırma bile yapmayacakları bir metin olduğunu” söyleyerek yapmışlardır.
Katıldığım bu yorum üzerine ek bir şey söylemeyeceğim. Böyle bir iddianamenin yargı konusu haline gelip kabul edilmesi zaten davaya doğrudan siyasi bir nitelik kazandırır. Bunun dışında benim belirtmek istediğim birkaç husus var.
İlki iddianamede sıkça tekrarlanan mantık hataları üzerinedir. Benim sosyoloji dışında aynı zamanda bir felsefe lisansım bulunmaktadır. Orada ikinci sınıfta öğretilen mantık derslerinde öğrendiğimiz birkaç mantık hatasının burada büyük bir rahatlıkla insanların hayatlarıyla oynamak için kullanıldığına şahit oldum.
İlk hata genelde bütün mantık hatalarında bulunan non sequitur yani “buradan bunu çıkaramazsın” hatası. İddia makamının ilk önermesi şu: “Bese Hozat 22 Aralık 2015’te “aydın ve demokratik çevreler öz yönetimlere sahip çıksın” açıklaması yapmıştır.”
İkinci önerme: “Barış için akademisyenler 11 Ocak 2016 tarihinde açıklama yapmıştır.” Üçüncü ve büyük mantık hataları içeren sonuç önermesi ise şudur: “Bildiriyi imzalayanlar örgütün propagandasını yapmışlardır.” Öncelikle ilk iki önermeden böyle bir sonuç çıkarabilmek için iddianamede eksiklik vardır yani “buradan bu çıkmaz”. Bu durumu birkaç örnek ile açıklamaya çalışacağım.
Bir: Böyle bir sonuç için ilk iki önerme arasında bağlantı kurulacak bir önermeye daha ihtiyaç vardır. Yani Bese Hozat’ın açıklamasının imza atan akademisyenler tarafından bir talimat olarak alındığına yönelik bir kanıt olması gerekir.
Tabii ki savcılık makamı böyle bir kanıt bulamamıştır çünkü böyle bir kanıt yoktur. Yani iktidarın IŞİD’in İstanbul saldırısı ile ilgili kınayıcı söylemlerinin olduğu bir dönemde benim de benzer kınayıcı söylemlerde bulunmamın beni AKP’li yapmayacağının açık olması gibi savcının buradaki iddiasının da bir geçerliliğinin olmadığı ortadadır.
İkinci olarak, Bese Hozat’ın açıklamasında “öz yönetimlere sahip çıkın” çağrısının yer aldığı söyleniyor fakat bildirinin neresinde böyle bir çağrıya yanıt verebilecek nitelikte bir kelam edildiğinden bahsedilmiyor.
Yani bir talimata cevap verebilecek nitelikte bir metin olduğuna dair elinde kanıt olmadan sübjektif bir iddia ve birkaç spekülatif fikir ile bize tamamen keyfi ve hukuk dışı bir suç uydurulabiliyor ve mahkemeniz de bu kadar basit mantık hataları barındıran bu metni iddianame olarak kabul edebiliyor.
Devamla, üçüncü non sequitur hatası şu şekildedir; savcı iddianamede Bese Hozat’ın açıklamasının “örgüt güdümündeki medya aracılığıyla” yapıldığını söylemiştir. Dolayısıyla imzası bulunan akademisyenlerin bu medyayı takip ettiğini iddia etmektedir. Bu da ispatlayamadığı ama iddianamenin ana suçlamasını oluşturan bir başka keyfiliktir.
Yine benzer hatalar savcının değerlendirme başlığı altında yapılmıştır. Subjektif yorumlarla birleştirilen önermeler sıralanmış verilen alıntılarda hiçbir kanıt sunulmadan sonuç önermesine varılmıştır. Ayrıca bahsedilen “onur kırıcı ifadelerle” ilgili de şunu söylemek isterim.
İddianamenin yedinci sayfasında, “söz konusu bildiriye imza atan akademisyenler … onur kırıcı ifadeler içeren, hakikatleri ters yüz ederek ve çarpıtarak sunan bir bildiri metni hazırlamak suretiyle …” diye devam eden ve hukuki olmaktan uzak bir yazımla tamamen soyut ve sübjektif iddialarda bulunulmuştur.
Öncelikle metinde kişilere karşı hiçbir iddia ve söylem yoktur. Onur, kişinin kendine karşı duyduğu öz saygıdır ve dolayısıyla bu anlamda kimsenin onuruna yönelik bir söylem söz konusu değildir.
İkinci olarak savcılık makamı hakikatlerden ve çarpıtılmasından bahsetmektedir. Halbuki ne hukuken ne de varlık amacı itibariyle savcılık, hakikatleri belirleme kurumu değildir ve bunun üzerinden bir iddiada bulunamaz.
Dolayısıyla burada da bir argumentum ad populum hatası yani hiçbir bilimsel veriye dayanmadan genel kanı ya da kendi düşüncesi üzerinden sunduğu önermenin doğru ya da haklı olduğunu iddia etmek hatası bulunmaktadır.
İddianamede yapılan diğer mantık hatasının ismi ad hominem’dir yani alakasız bir durumu önerme olarak kullanmak. İlk olarak savcılık, bildirinin Türkçesini tam metin olarak vermiştir. Sonrasında değerlendirme kısmında birkaç ifadenin İngilizceye farklı aktarıldığı iddiası ile metnin İngilizce çevirisi sunulmuştur.
Bu haliyle 8 sayfa tutan iddianame böyle bir suçlama için az gelmiş olmalı ki metinde değiştirildiği iddia edilen iki ibare yerine bir kere daha metnin Türkçe çevirisinin tam metni eklenmiştir.
Savcılık tarafından metnin İngilizcesinin değiştirildiğine yönelik verdiği kanıt, iki tane ifadenin farklı geçtiği iddiasıdır. İlki İngilizcede yer alan “Kurdish provinces” ifadesi; diğer ise “Kurdish political movement” ifadesidir. İlk olarak Kurdish provinces en fazla Kürt illeri diye çevrilebilir. Savcılık çeviride bu ifadeyi farklı bir şekilde sunarak iddianameye daha “vahim” bir hal kazandırmaya çalışmıştır.
En basit çeviri sitelerinde bile Kurdish provinces’ın karşılığı hiçbir şekilde Kürdistan İlleri diye çıkmaz. İngilizce metinde böyle bir ibarenin olması ise ismi geçen illeri bilmeyen Türkiye’den olmayan insanlar için açıklayıcı olmak adınadır. İkinci ifadeden ve onun İngilizce karşılığından nasıl bir suç yaratıldığını ise anlamam mümkün olmamıştır.
Türkçe metinde “Kürt siyasi iradesi” olarak geçiyor ki bence bu, böyle bir mantık ile daha çok sakıncalı bir ifadedir, çünkü kanımca irade kelimesi ve kavramı hareket (toplumsal, siyasal hareket) kavramından daha yüklü bir kavram. Ama savcı İngilizce metindeki “Kurdish political movement” ifadesinin “ayrıştırıcı ve bölücü bir uslüp” barındırdığını iddia etmektedir.
Daha doğru bir ifade ile “Kürt siyasal hareketi” olarak çevrilebilecek bir ifadenin, ki bu zaman zaman özellikle barış süreci olarak adlandırılan dönemde özellikle siyasiler tarafından da kullanılan bir ifadedir, savcı için neden tehlikeli bir temsiliyete işaret ettiğini anlamış değilim.
Şimdi durumun hukuki vahametini ve siyasal içeriğini karşılaştırma yaparak göstermek istiyorum. Ben burada “yargılanırken” benim kanımda duş almak isteyen kişi için açılan davada takipsizlik kararı verilmiştir.
Ben, bir sürü işim gücüm varken burada bu konuşmayı yapmaya mecbur bırakılırken, 2 yıl süren OHAL döneminde 446 bin kişi hakkında adli işlem yapılmış, fakat “ne istediler de vermedik” diyenlere bırakın dava açmayı “ne demek istedin” bile denilmemiştir.
Ben burada akla uygun olmayan cezalarla “yargılanırken” neredeyse her gün öldürülen kadınların “iyi hallerden” indirim alan katilleri dışarıda hepimize tehdit olmaya devam ediyor.
Ben makalelerimi yetiştirmem gereken şu dönemde bu açıklamayı yaparken, toplum vicdanında yer etmiş figürlerin katilleri ödüllendirilmiştir. Ben burada yargılanırken, yargı tarafından ne 301 madencinin ne Ermenek’in ne Roboski’nin, ne Reyhanlı’nın ne Ankara’nın ne de diğer katliamların hesabı sorulmuştur.
Benimle birlikte yargılananlardan da bahsetmek isterim. Erdoğan’ın ilk üç yıllık görev süresinde cumhurbaşkanına hakaret davalarındaki toplam sanık sayısı, yine aynı partiden bir başkasının görev yaptığı bir önceki döneme göre yaklaşık 13 kat artmış, yani yüzde 1335 artışla 12.173 olmuş ve artarak devam etmektedir.
Yine yakın zamanda halkın nasıl kanser edildiğini gösteren raporları bu durumun mağduru olan halka duyurduğu için Bülent Şık yargılandı bu mahkemelerde.
Bizlerin savunmalarını üstlenen avukatlar oturdu bu sandalyelerde. Onurlu bir barış, özgür bir toplum, sömürüsüz bir dünya isteyenler bulundu bu sıralarda. Milletvekilleri, KHK’li eğitimciler yargılandı bu salonlarda. Bir de biz, onurlu bir barış için devlete çağrı yapan akademisyenler.
Franz Kafka Dava romanında, “saray görevlilerinin hiç beklenmedik zamanlarda mahkeme salonunda görüldüğünden” bahseder. Bizim davalarımız ise siyasi gayelerle gayet açık ve beklenildiği gibi başlamış ve devam etmektedir. Ama bu memlekette özellikle bağımsız olması gereken yargı, yürütmenin elinde bir araç olarak kullanılmaya çalışılmaktadır.
Bir sürü insan sanık sandalyelerinde işlemediği “suçlardan” iktidarların güncel politikaları adına yargılandı. Bir dönemin yargıçları diğer dönemin sanıkları bir diğer dönemin tanıkları oldular. Dolayısıyla hiç kimsenin bir gün burada olmayacağının garantisi yoktur. Maalesef adil yargılama, hukuk ve kişi güvenliği yok olma noktasına gelmiştir.
Dünyanın her yerinde üniversiteler neo-liberal iktidarların ilk hedeflerinden olmuşlardır ve bu dönemlerde onlara yüklenen misyon mevcut iktidar mekanizmalarının sözcülüğünü yapmak olmuştur. Bunu kabul etmeyenler ve ses çıkaranlar bizim gibi susturulmaya çalışılmış, işlerinden edilmiş, korku salınarak “makbul akademisyenler” yaratılmaya çalışılmıştır.
Çok uzak olmayan bir tarihte yine bizim bulunduğumuz sıralardan onurlu duruşlarıyla 1402’likler geçti. Nice insan hakları savunucuları yargılandı. İster hapis ister başka türlü cezalarla olsun bu onurlu insanlar dediklerinden geri durmadılar ve savunduklarını bir üst perdeden söylemeye ve haykırmaya devam ettiler.
Biz Kürtlere, Kürt dediği için bedelini ağır ödeyen İsmail Beşikçilerin öğrencileriyiz. Bütün baskı, tehdit, işten atmalar ve zorluklara rağmen bin bir güçlükle “büyük yaşamlarını” sürdüren arkadaşlarım ve hocalarım akademinin yüz akıdır.
Son olarak sözlerimi bitirirken, Pir Sultan Abdal’ı hatırlamak isterim. Kendisine içinde Şah geçmeyen üç kelam yazarsan canın bağışlanır dendiğinde o üç kelamında da Şah’a selam gönderip bir tanesinde şöyle seslenmiştir: “Kâtip arzuhalim yaz Şah’a böyle!” Benimkini de böyle yazın! (SB/HA)