“İnsan yaşadığı yere benzer.”*
Bu önermenin doğruluğunu ya da yanlışlığını konuşarak vakit kaybetmeye niyetim yok. Hem birkaç cümle sonrası şehrin yazarı ve abisinin hükmünde olacak. Ve dahası şiirlerin dillendirdiği hakikate kafa tutacak kadar yoldan çıkmış olamayız. Konu şiire uzanmışken bugünlerde raflarda yerini alan “Ahmed Arif Halkının Abisi Olmak” kitabının yazarı arkadaşım Şeyhmus Diken’e birkaç soru yönelttim. İçten yanıtlarını ve kendine has üslubunu olduğu gibi sizlerle paylaşmak istiyorum.
TIKLAYIN - PEN Türkiye'den Ayın Kitabı : Şeyhmus Diken'in "Ahmed Arif - Abisi Olmak Halkının"
Şeyhmus Diken kimdir?
Şeyhmus Diken, kente taze gelip de tez zamanda o kentin hemşehrisi olmayı aidiyet anlamında kendine pek yakıştıran ve memleket dışında biri kendilerine “nerelisin?” diye sorduğunda, gururla “Diyarbakırlıyım” diye yakıştıran şehirdendir. Hem de kundağı o şehirde açılmış biridir. Yetmez. Hem de o eski şehrin asıl mekânları olarak kabul gören (şimdilerde birkaç yıldır darbeli ve mağdur, bitkin, haldan düşmüş tebdil gezer olsa da!) eski kentin, yani Suriçinin Alipaşa Mahallesinde doğmuş, Xançepek’de büyümüş biridir.
Zaman geçtikçe eski güzelliğini ve özelliğini kaybeden ya da değişen şehrin yüzüne bakıp yine de kendini oradan tarif etmek, işte bu sadakati fazlasıyla biliyorum. Benimle aynı bilgiye sahip başka okurların da vardır. Fakat seni ilk defa okuyacaklar için bütün eserlerine sinen şu Diyarbakırlı olmayı biraz açıklar mısın?
Ferid Edgü “Hakkari’de bir Mevsim” kitabını öyle bir anlatır ki! Hakkari’nin o, on haneli dağ köyünün bir ömür boyu yaşayanı olmak istersiniz. Yaşar Kemal Çukurova’nın çalı dikenlerini sayfalarca bıkıp usanmadan öyle bir anlatır ki; sarıp sarmalanıp o dikenlerin ana rahmine girer gibi içine girip, hiç kalkmamacasına, uyanmamacasına koynunda yatasınız gelir.
Memleket böyle bir şeydir. Memleket size gelmez, siz ona gidersiniz. Uzakta iseniz rüyalarınıza girer. Bir defasında (2000 yılında) İsveç, Stockholm’ün kültür adası olarak kabul gören Gamlastan’ında sevgili dostum, arkadaşım Mehmed Uzun’un refakatinde yoldaşlığında dolaşırken; şunu demişti rahmetli dostum: “Ben bu eski mekânlarda kendi Diyarbekirimi yarattım. İlk romanım Tu-Sen’i bu mekânlarda Diyarbekir’i düşünerek yazdım”.
İşte Diyarbekir benim için budur; halkımın “Ana Rahmi’dir yani. Çünkü dünyanın neresinde bir Kürt yaşarsa / yaşıyorsa yüzünü Diyarbekir’e döndürüp “acaba Diyarbekir ne diyor” diye kendince bir okuma yapar ve ona göre hayat içinde mevzilenir. Ahmed Arif Ağabey boşuna mı diyor; “Bir ben bileceğim oysa ne afat sevdim / Bir de ağzı var, dili yok / Diyarbekir Kalesi…” Afet değil, Afat’tır Diyarbekir, sevilesidir, koynuna girilesidir, sevgilidir, yardır; her şeydir… Belki de “uzaktaki” için “uğruna ölümlere gidilen” zuladaki “kan, ter içinde” kalınan “mahzun resim”dir asi ve serdengeçti şehirdir…
Diyarbekir benim tabirimle “Alternatif Demokratik Muhalif Metropol” şehirdir. Öylesine muhaliftir ki; bırakınız muhalefet ettiklerine, ezici çoğunlukla seçtiği seçilmişlerini bile gözünü kırpmadan acımasızca eleştiren bir özgüvene sahiptir. Yani Diyarbekir, kente kimliğini veren o çok sert işlenen bazalt taşı gibi bir şehirdir. Eğer elinizde çelikten yapılma delici yontucu bir alet yoksa o taştan küçücük bir parça nasıl koparamazsanız, bu kentin has evlatlarından da onların ilke bildikleri değerleri tahrip edecek tavizleri alamazsınız.
Varlık sebebidir belki de bu kadim şehir hem şehirlilere hem de Şeyhmus Diken’e…
Sen böyle aşkla, şevkle cevaplandırırken nerde okumuştum bilmiyorum hatırıma bir cümle geldi. Gerçekçilik arttığında anlaşılmama artar. Zaman zaman edebiyat dışındaki uğraşlarını da sosyal medyada paylaşıyorsun. Bunları biraz açıklamak ister misin?
Edebiyat, yazı mevzuu dışında yaptıklarım da aslında yazıya altyapı oluşturan işler. Eğer Diyarbekir’de isem mutlaka günün bir bölümü Sur içinde geçer. Esnafı tanır beni, mekânlarına destursuz girerim. İkramda kusur etmezler. Yediğim içtiğimin parasını çoğu kez zorla veririm. Bunların hepsi benim onca yazdıklarımı besler. Ben bu yaşanmışlığa aslında yazının / yazdıklarımın / yazacaklarımın altyapısı öncesi olarak bakmam. Daha çok anı, günü yaşamamın keyifli hâl ve vakitleri diye düşünürüm ve öyle de yaşarım.
Mesela bizim Xançepek, Hasırlı Mahallesi namı diğer Gavur Mahallesinin eski Ermeni sakinleri sabah evden çıktıklarında komşuları Kürtlere “sebeh xêr (hayırlı sabahlar)” derlerdi. Bizim cevabi halimiz şu olurdu; “her vakit xêr” (bütün zamanların hayırlı olsun).
Ne diyeyim işte benim için de öyle; orda, o mekânlarda yaşanmamış anların; eksik, yetersiz, boşa geçirilmiş zamanlar olduğuna belki de kimilerinin inanmakta zorluk çekeceği tuhaf delice haller olduğuna inanırım…
Her defasında yeniden mekânları tanımak, o mekânlardan damıtılmamış henüz hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir kalemin yazmadığı hikâyeleri dinlemek. Edilmiş bir cümlecik kelamdan bir metin yazmak. Büyük usta Yaşar Kemal’in; “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler ve gittiler” sözü üzerine 1100 sayfalık dev eseri yazdığı kabilden yani!
Zaten bu gelenekten geliyoruz / geliyorum. Hikâye anlatıcı ve hikâyeler dinleyici bir kuşağın son fertlerindenim. Ve bunu çok önemsiyorum. Şimdinin hangi çocuğu sahi hikâyenin / hikâyelerin farkında! Ya da hangimiz çocuğuna, torununa gece uyurken hikâyeler anlatıyoruz ki! Hikâye anlatıcısının dünyadan ölüp gittiği an aslında bir anlamda dünyanın, hayatın sonunun geldiği andır belki de!
Belki de! Çünkü birbirimize anlatmamız gereken bir şeyler olmalı. Kutlanması ya da bağışlanması gereken bir şeyler. Bugünlerde 21. kitabın yayınladı. Onunla ilgili bir kaç sorum olacaktı. (Merakla dinliyor.)
Neden tek kitap, yayıncılara mı küstü, ilham perisi mi gelmedi, yoksa münzevi bir hayat mı yaşamak istedi? …
Kimilerine göre üçü de, bir başka kimilerine göre üçünden biri! Bana göre ise üçü de değil! Ahmed Arif’in şiiri ve şiiri gibi yaşadığı hayatı irdelendiğinde fark edilir ki dehşet gururlu bir adam. Dostuna sahiden ömür boyu dost, kalender bir adam. Mısra haysiyetine inanan bir adam. Kendisi beğenmemişse, olmamışsa, olgunlaşmamışsa seneler de geçse üzerinden bir dizesini bile beğeniye çıkarmamayı, paylaşmamayı, hatta kâğıda dökmemeyi kendine ilke edinmiş bir adam.
“Hasretinden Prangalar Eskittim” 1968 yılında yayınlanır. Neredeyse bütün yetmişli yıllar boyunca, seksenli yıllarda da her fırsatta “yeni kitap, ikinci kitap” diye sıkça sorulur kendisine. O da cevaplar hep kelamınca; “olur bir gün…” diye. Çünkü şiirini kafasında olgunlaştıran, yazan bir şairdir Ahmed Arif! Öyle ki ölmeden önceki haftalarda bile yakın çevresine “Gideceğim İstanbul’a, okuyacağım, kâğıda dökecekler, sonra da basacaklar” der. Sonra ölür gider, öte yakaya göçer doksan birin iki haziranında, ikinci kitap olacak şiirleri de kendisiyle birlikte gider…
Yoksa ilham perisi, münzevi hayat, yayıncılara küsmek bunların hiçbirisi umurunda olacak biri değildi ve olma(z)dı Ahmed Arif’in…
Çünkü o Cemal Süreya’nın tabiriyle; “şiirine çekilmiş bir kumandan”dı ve hayatını da hep öylece yaşadı.
"Çavdar Tarlasında Çocuklar" kitabının yazarı Salinger tek kitabıyla bilinir. Yahudi bir yazardır. Savaşın ve felaketlerin ruhunda bırakmış oldukları onu münzevi bir yaşama sürükler, öykülerinin kitaplaştırılmasına hep karşı çıkar. Ahmed Arif hapishanenin zorlu şartlarında hücrelerde kalmış bir mahkûmdur. Bu durum edebiyatına yani üretkenliğine zarar vermiş olamaz mı? Ayrıca tek kitabı “Hasretinden Prangalar Eskittim” de yer alan 19 şiiri de gençlik yıllarında yazdığı şiirlerdir.
Aslında meseleye “tek kitap” üzerinden bakmaya değil de! O tek kitapta ne yazıldığına bakmakla ilgili bir okumaya ihtiyaç var. Diyelim ki Hasretinden Prangalar Eskittim ayarında şiirlerden mürekkep ikinci ya da üçüncü kitabı çıksaydı Ahmed Arif’in ne olacaktı! Bu defada şiirinin muhtevası üzerine bir tartışma başlayacaktı belki kimilerince.
Sanırım bu merak ya da bir anlamda dayatmanın altında Arif'in şiirine olan hayranlık yatıyor. Daha fazlasının olmasına dönük içten bir bekleyiş gibi. Kimi zaman bu hayranlığın abartıldığı durumlar da olmuş. Sen de kitapta yer vermişsin. Bu konuda neler düşünüyorsun?
Ahmet Oktay’ın ellili yıllarda öykünerek şiir yazmasına, yıllar sonra verdiği bir mülakatta “ben Oktay’a bana özenmemesini, hatta benim şiirimi beğenmemesini söyledim” demiştir. Bu; şairin kendisi, kendi dizesi, kendi üslubu olması ısrarıyla ilintili bir durumdur. Ahmed Arif, bunu başarmış çok ender edebiyat şahsiyetlerinden biridir. Üslup sahibi bir edebiyat insanıdır o. Onun şiirlerine özenilmiştir, onun gibi şiir yazılmasına hep imrenilmiştir birçok şairce! Ama o Ahmet Oktay örneğinde olduğu gibi hep buna karşı durmuştur. Nitekim kendisi de şiiriyle orta yere çıktığında “Nazım Hikmet örneği” kendisine dayatıldığında; “Nazım gibi şiir yazmak ile Nazım’dan sonra şiir yazmak” ayrımına dikkat çekip öyle yolunda yürümüş ve bunu kanıtlamış bir şairdir.
Ben büyük bir şans eseri birkaç kez onun dost sohbetlerini hemen hiç konuşmadan dinlemiş biriyim. Şiirlerinde neyse o olan bir adamdan söz ediyoruz. Sözüyle, kelamıyla, yaşamıyla şiiriyle bir olan adamdı(r) o.
“Ahmed Arif, abisi olmak halkının” kitabımda bunlar var zaten. Kuru gürültüye, tehditlere, işkenceye, zulme asla boyun eğmemişlik bütün sözlerinde var. Söyledim, tekrar söyleyeyim: Diyarbekir’in bazalt taşından nasıl bir çentik çekip alamazsanız! Ahmed Arif’in şiirinde de asla safra bir kelime bulamazsınız. Züdde, saf bir şiirdir onunkisi. Onun için bunca ses getirmiştir.
Önemli olan şeylerin saklanılması gerektiği söylenir. Ama şahit olmuşuzdur saklanılan çoğu şey çürür. Geleceğe taşımak yani meydana çıkarmak bu da beraberinde birçok riski göze almayı gerektirir. Ama sen bugünün dünyasına entegreyi geçmişin hakkını teslim ederek yapmayı savunanlardasın zaten. Madem konu geleceğe geldi. Bu biraz da kişisel merakım aslında! Gelecekte senin için neler olsun istersin?
Ben bütün yazdıklarımı kafamda zihnimde yazan biriyim. Ne yazacaksam önce kafamda biter. Sonra yazıya dönüşür. Yazıya dönüşme anı hayli kısadır. Bir kerede dökülür, akar gider, sonrasında ufak düzeltiler, o kadar.
İşte bütün bu işin bir mekânda olmasını isterdim. Hep istedim, çok istedim. Virginia Wolf’un harika kitabının adıdır “Kendine ait bir oda”. Aslında yazmayı kendine “iş” edinen birçok yazarın arzusudur “kendine ait bir oda” mevzuu. Benim kendime ait bir çalışma odam, ofisim olmadı. Olsaydı orda yazmak isterdim. Ama maalesef olmadı. Olsun!
Peki Diyarbakır’da nelerin değişmesi gerekir?
Diyarbekir, hiç ama hiç bu kadim kentin ruhunu kavramış, bu kadim kentin hikâyelerine serencamlarına vakıf olmuş seçilmiş ya da atanmış yöneticilerce yönetil(e)medi. Bunun küçük bir örneğini Ahmed Arif bağlantısıyla yakın zamandan örnekleyerek kitabımda da anlattım. Hasretinden Prangalar Eskittim’in yayınlanışının 40. yılı nedeniyle önerdiğim programa karşı tavır çok ilginçti.
Devlet memuru olarak atanan valiler, ilçe kaymakamları memur-mesai zihniyeti ile hareket ettiler. Verilen emirlere göre davrandılar. Geldiler, kaldılar, emir gereği yaptıklarını yaptılar, alabildiklerini aldılar ve çoğu kez hiçbir olumlu iz bırakmadan da çekip gittiler.
Belediye Başkanları ise seçildikleri siyasi yapının siyasal tercihleri ekseni ile sınırlı kaldılar. Yanlış buldukları işleri bile siyaseten doğru gibi savunup yapmak zorunda kaldıklarına ben defalarca tanık oldum.
Oysa bu şehir tek başına bir etnik kimliğe, bir dini inanca, bir mezhebe mahkûm edilemeyecek, terk edilemeyecek, teslim edilemeyecek kadar zengin bir şehirdir. Onlarca kavim gelip geçmiş kentin sicilinden, izler bırakmışlar. Nasıl olur da onca kadim geçmişi bir kalemde silip tekçi bir dini, etnik kimliğe hapsedip sonra da onun yönetemeyen, sahiplenemeyen kötü bekçisi olmaya soyunursunuz. Bu bir kötülük halidir. Kenti böylesine kötülük haline / hallerine mecbur bırakmaya / bıraktırmaya kimsenin / kimselerin hakkı olmamalı.
Seçilmiş milletvekillerine de baktığınızda bu böyle! İçlerinde ancak hasbelkader kentin o çokçu kimliğinden o da kısmen nasibini almış numunelik bir iki örnek var. Hal bu ki; bu böyle olmamalıydı bu şehri hinterlandı ile birlikte dünya âleme bütün hikâyeleriyle birlikte anlatacak / anlatabilecek seçilmiş yöneticiler olmalıydı.
Bu kentte nasıl halk büyük çoğunlukla seçtiği temsilcisine yeri geldiğinde muhalefet edebiliyorsa! Milletvekili, ya da belediye başkanı da “acaba partim ne der” kaygısına telaşına düşmeden kentin geleceğine dair kaygılarını düşünerek, tasarlayarak işe koyulabilmeli. Hatta partisini doğru bilgilendirerek yönlendirebilmeli. Sonrasında hesabı verilemeyecek olumsuz işlerin mimarı olmamalı.
Ben böyle bir kent tahayyülü kuruyorum kafamda! Ama bugünkü reel siyasetin de bunun hayli uzağında olduğunu biliyorum…
Sosyal medya hesaplarında çektiğin fotoğrafları paylaşıyorsun. İşin teknik boyutunu bilmem ama hikayesi olan anlar. Bununla ilgili bir şeyler de yapacak mısın?
İşin tuhaf tarafı fotoğraf mevzuunun profesyonel tarafını hiç bilmiyorum. Öyle bir eğitim de almadım. Ama John Berger’in diğer kitapları yanında “Görme Biçimleri'ni” defalarca dikkatle okudum. “Bakma” ile “Görme” meselesinin ayrımını iyi bildiğimi düşünüyorum. Fotoğrafın, hikâye ile akrabalığını yakınlığını bilmekten öte, hissediyorum. Şimdinin akıllı telefonları eskinin fotoğraf makineleri kadar, hatta onlardan daha çok iş başarıyor. Bana destek oluyor, bu çok güzel. Ve yazma işimi kolaylaştırıyor…
Birçok kitabın oldu, birçok deneme, makale, öykü de yazdın! Şeyhmus Diken bizlere ne söylemek istiyor?
Özel hiçbir şey söylemek gibi bir derdim yok. Yaşadım, yaşıyorum ve okuyorum; sonra da yazıyorum. Yitip gitmesin diye. Hepsi bu kadar…
Sanki bir sohbetin sonuna gelmişiz gibi konuştun. Oysa benim hala son bir sorum daha var. Yani şimdilik son bir soru. (Güldük) Kitabın zamanlamasına dair söyleyeceklerin vardır diye düşünüyorum.
Benim kitaplı yazarlığımda 21. yılım. İlk kitabım “Kürdilihicazkâr Metinler” 1997 yılında yayınlandı. 2018 yılındayız. Yayınlanmış kitap sayım da 21. Eee, Diyarbakır’ın plakası da 21. Bunun dışında Ahmed Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim’in ilk yayınlanışı 1968 yılı. Yani kitabın yayınlanışının ellinci yılı. Bu sene bitmeden bir şeyler yapılmalıydı. Ahmed Arif’in adına yakışan bir şeyler.
Benim İletişim Yayınlarında çıkan altı kitabımın editörü dostum ve arkadaşım Tanıl Bora’ya Haziran ayında açınca konuyu hemen yolla dedi. Gitti, bir ayda okundu, dizildi ve basıldı, okurla da bu hafta buluştu.
Tabii öncesi de var, biliyorsun. Adana, Antep, İstanbul Tüyap kitap fuarlarında ve Ankara ile İstanbul Mülkiyeliler Birliğinde Ahmed Arif’in 90. yaşı nedeniyle geçtiğimiz 2017 yılında tek kişilik söyleşiler yaptım. Bir anlamda o söyleşilerin vücut bulmuş hâli oldu kitap…
Not: Hikâye anlatıcısının söyleşiye son vermesi gerekir. Bundan dolayı aşağıdaki adres linkini tıklamanızı rica edeceğim.
* Edip Cansever'in "Mendilimde Kan Sesleri" şiirdinden.
* Künye: Ahmed Arif - Abisi Olmak Halkının, İletişim Yayınları, 2018, 98 s.