Hatta geçen hafta birlikte Diyarbakır'a gittiğim arkadaşım, Şeyhmus abiyle tanıştıktan sonra, hafifçe yanaşıp "Ben bu adamı yaşlı başlı biri sanıyordum" deyince, yukarıdaki tespitimin doğruluğunu tekrar kanıtlamış olduğumu anladım.
Aslında Şeyhmus abi, yazılarında yaşını belli etmeyen nadir aydın insanlardandır. Zira bianet'den önce ilk kez VS isimli dergideki yazılarını okumaya başlayıp, arkadaşlarıma önerdiğimde, kendisinin genç kalemlerden biri olduğunu söyleyen az kişi çıkmadı karşıma. Hele bianet'te Chomsky'nin Diyarbakır ziyareti üzerine klavyeye aldığı yazısını okuyunca...
'Tanıştık; iyi de oldu'
Ama kaderin cilvesine bakın ki, bir zaman sonra bianet "sayfalarında" imzasını gördüğümde, hatta kimi zaman imzalarımız alt alta düştüğünde heyecanlanıp, "heyt be! Şeyhmus Diken'le aynı yerde yazıyoruz" diye böbürlendiğimi hatırlıyorum.
Ancak hadise bununla bitmiş değildi tabii. Günlerden bir gün (geçen yıl) sabah simidim elimde, son zamanlarını da tüketmeye çalıştığım fakülteme giderken cep telefonum, Diyarbakır'dan arandığımı bildirdi.
Yaşlı başlı bir ses, Şeyhmus Diken olduğunu iddia ediyordu. Doğru söylüyordu tabii. Bu telefondan bir yıl sonra, geçtiğimiz hafta Diyarbakır'ı gezdirirken arkadaşıma hitaben dediği gibi; "ben birine ulaşmak istedim mi mutlaka ulaşırım. İrfan'ın bianet'te bir yazısını beğenmiş ve kendisini merak etmiştim. Sonra da ulaştım ve tanıştık. İyi de oldu".
Gerçekten iyi de oldu.
Tüm bu tanışma faslını anlatmamın nedeni, Allah korusun Şeyhmus abinin başına kötü bir şey geldiğinden değil elbet. Geçtiğimiz hafta, yaptığımız Diyarbakır ziyaretinde yanına vardığımızda kıymetini tekrar anlamış olmamdandır. Ancak Şeyhmus abiyle daha fazla anlatmayacağım.
Zira, kendisiyle ilgili asıl yazımı gerçekten de 70 yaşına geldiğinde -ölmeyip de sağ kalırsam- yazacağım.
"Sırlarını Surlara Fısıldayan Şehir: Diyarbekir" ve "Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım" isimli kitaplarını tanıtmak için de geç kaldığımıza göre, Şeyhmus Diken'le Diyarbakır'ı dolaşmaktan söz etmek istiyorum, izninizle.
Gizemli bir şehir turu
Mesai bitiminden hemen sonra Belediye binasındaki ofisinden çıkıp, Dağkapı'dan başlıyoruz Diyarbakır'ı dolaşmaya. Dağkapı'dan başlamamızın nedeni ise, Şeyhmus Abi'nin "esas Diyarbakır" olarak sur içini kabul etmesindendir.
Zira bütün tarihi kalıntılar, azınlık kiliseleri, çoğunluk ibadethaneleri burada yer alır. Dağkapı'daki surların 1930'larda "sur içinde hava sirkülasyonu olmadığından" dolayı kısmen yıkıldığını öğrendikten sonra, tarihi bir caminin önünde "şimdi burada biraz duralım" diyor Şeyhmus abi.
Surların Roma dönemindeki halini, kalkan balığı görünümü almasının nedenini ve önünde durduğumuz caminin tarihi önemini anlattıktan sonra, İslam'ın eskiden dört mezhebinin ibadet ettiği ve Anadolu'nun ilk camisi olan Ulu Camiye götürüyor bizi.
Tabii ki yolda her derde deva "Meyan Kökü'nü bakır kaplarda içirdikten sonra... Şeyhmus Diken'le Diyarbakır'ı dolaşmak bir giz gibidir gerçekten. Önceki yıl da beni dolaştırdığında, aynı ihtiyar şerbetçiyle, hemen hemen aynı yerde, aynı saatte karşılaşmış, aynı sohbeti etmiş ve birlikte Meyan Kökü'nü içmiştik. Ancak bir farkla; bu yıl aynı yerdeki polis sayısı dikkat çekecek kadar fazlaydı.
Ruhsuz külah, Ulu Cami, Dört Ayaklı Minare...
Ulu Cami'nin tarihini, kimlerin ne zaman burada ibadet etmeyi bıraktığını anlattıktan sonra, caminin eskiden kilise olduğunu kanıtlayan yapının üstüne inşa edilen minare için "ruhsuz külah" diyor ve o anda yaptığı tanımın ne kadar çok şey anlattığının ayırdına varırcasına bir süre sonra kendisi de gülüyor.
Ama Şeyhmus Abi için gerçekten de Ulu Cami, Diyarbakır'ın en kıymetli yapısı. Çünkü bu cami aynı zamanda Anadolu uygarlığının simgesi, onun için. Şafii'ler, Hanefi'ler, Maliki'ler ve Hambeli'ler burada hep birlikte ibadet etmişler.
Ancak azınlık olan iki mezhep daha sonra burayı terk etmek durumunda kalınca caminin büyük olan kısmı, "devletin resmi mezhebi" olan Hanefi'lere tahsis edilmiş.
Öbür kısmında da Şafii'ler ibadet ediyor... Dört kapısı olan caminin avlusunda da çok eski tarihlerden kalma bir güneş saati var. Ancak güneş artık yavaş yavaş batmaya başladığından, saati oradan tespit edemiyor ve zamanın ne kadar hızlı geçtiğini fark ederek, dört ayaklı minareyi görmek için adımlarımızı sıklaştırıyoruz. İnanışa göre yedi defa altından geçilince bu minarenin, dileğiniz kabul oluyor.
Minarenin her ayağı bir mezhebi, kendisi de İslam dinini temsil ediyor. Keldani Kilisesi'ni de ziyaret edip, kilise sorumlusundan, Keldani'lerin inanışları hakkında bilgi edindikten sonra, sur içindeki dar sokaklardan yürümeye devam ediyoruz.
Tabii Şeyhmus Abi yorulmadan, sıkılmadan konuşurken, kapı tokmaklarının iki tane olmasının nedenini bile açıklıyor: "Tokmaklardan biri ince seslidir, çalan kişinin kadın olduğunu bildirir. Öbürü ise kalın seslidir ve misafirin erkek olduğunu bildirir.
İçerideki kadın da buna göre ya örtünerek açar kapıyı veya misafirin kadın olduğunu bildiği için daha rahat olur. Ancak bu eski Diyarbakır evlerinden kalan bir kültürdü. Şimdi oturanlar, bu tokmakların ne anlama geldiğini bile bilmiyor".
Bu sırada bizi terörize eden sakız satan çocukları çok nazik biçimde başımızdan savmasının da özel bir yetenek gerektirdiğini anlıyoruz.
Ne biz sıkılırdık ne de o
Mıgırdiç Margosyan'ın vaftiz olduğu kiliseyi de dolaştıktan sonra, tarihi değil ama siyasi önemi olan Dicle ve Fırat Kültür Merkezi'ne ayak üstü uğrayıp, Ofis semtinde, Diyarbakır'daki son siyasi durumla ilgili söyleşi yapmak üzere yollanıyoruz. Ancak Şeyhmus abiyle Diyarbakır seyahatini hem ben kısa tuttum yazarken, hem de zamanımız kıt olduğu için kendisi her yeri dolaştıramadı. Yoksa vallahi ne biz sıkılırdık dolaşmaktan ne de o sıkılırdı anlatmaktan. (İA/BA)