Bu yıl da Onur Yürüyüşü hazırlıkları evde uzun bir süslenme merasimi ile başladı; gece gezmeleri dışında giymeye çekindiğimiz danteller, zincirler, file çoraplar, yapıştırma bıyıklar ve makyajlar...
Kadıköy'den yürüyüş kalabalığını taşımak için ek sefer yapan Karaköy vapuru, pankartlar, sloganlar eşliğinde yol alırken, bir yandan da polisin saldırıya başladığı haberleri gelmişti, sakin olma çağrısına karşın coşku kaybolmadı ve Tünel'deki polis barikatı ısrarla aşılıp Taksim'e yol alındı. Gün boyunca gazdan kaçıp ara sokaklarda tekrar toplanmalar, ne yapılacağı üzerine telefon trafiği ve uzun bir günün sonunda Tünel'deki basın açıklaması için tekrar buluşma...
Geçen yıl da yürüyüş Ramazan'da yapıldığı için bu yıl engelleme olacağı çoğumuzun aklına gelmemişti çoğu kişi aynı şeyi söylüyordu: "Bilseydik parmak arası terlikle değil, gaz maskeleriyle hazırlıklı gelirdik". Polise "mukavemet" edeceğimizden değil de gazdan korunmak için tabii ki...
Bu yılın kalbimizi en çok yaralayanı benim için Tophane'de gözümüzün önünde gerçekleşen Onur Yürüyüşü katılımcısına yapılan saldırı oldu; Tophanelilerin ölesiye dövdüğü gencin burnu kırıldı, yerler kan içinde kaldı. Sokakta "ibneoğlu ibneler"den tutun laf atanlar ve şaşırtıcı bakanlarla bu yıl alkıştan çok dışlama vardı.
Bizler gökkuşağının çocuklarıydık ve Onur Yürüyüşü’nde sevildiğimizi daha çok hissediyorduk, yılda bir gün tamamıyla özgür sokakta olmak istiyorduk, aslında bir gün değil her günü istiyorduk.
Yine de vapurdaki sloganlarımızdan vazgeçecek değiliz: "Sevişe sevişe kazanacağız!”
Şimdi sözü Onur Yürüyüşü’nün diğer katılımcılarına bırakıyorum, neler yaşadıklarını onlar anlatsınlar…
O gün basın açıklamasını okuyacak, anneme açılacaktımBegüm: Onur Yürüyüşü, bizim için senenin en güzel günü, senede bir gün herkesin istediği kıyafet ve makyajla İstiklal'de yürüyebildiği, varlığını istediği şekilde ifade edebildiği, bütün sene uğranılan, tanık olunan ayrımcılık, şiddet ve tacizin sadece 3-4 saatliğine travmatize olmadan ifade edilebildiği gün. Basın açıklamasını yapacağım için çok heyecanlıydım, çünkü o gün aileme açılmayı düşünüyordum. Yürüyüşe gitmeden annemden özellikle akşam haberlerini izlemesini istedim. O gün o basın açıklamasını kitleye ya da kameralara değil anneme yapacaktım. Yaptırmadılar! Yürüyüş öncesi komisyondan arkadaşlarla buluşup haftalardır onlarca insanın emek vererek hazırladığı lolipop, pankart ve bayrakları alana çıkarmak üzere meydana doğru yürümeye başladık. Geçen seneden daha fazla polis olduğunu fark etmiştik ama benim için her yürüyüşe polis saldırırdı, 13 yıldır yapılan Onur Yürüyüşü'ne saldırmazdı. Polis barikatı İstiklal'e çıkmamızı engelledi, gayet barışçıl bir şekilde konuşurken meydanda toplanan insanlara saldırı başladı, ben ve bir kaç arkadaşım yanlarına gitmek, bakmak için İstiklal’e yöneldiğimizde 6-7 polis ile burun buruna geldik ve plastik mermi yağmuruna tutulduk. İkimiz bacaklarımızdan, birimiz belinden vuruldu. Hemen bir kitapçıya sığındık. Kitapçının içine sığınan bir adam bize bağırmaya başladı, "Zaten özgür yaşıyorsunuz daha ne istiyorsunuz, sizin yüzünüzden bunların hepsi!" İşte o tepki, o gün gördüğümüz polis şiddetinin kapısını sonuna kadar açtığı, insanların içindeki nefretin ne kadar rahatça yüzümüze vurulabileceğinin göstergesiydi. 28 Haziran 2015 Pazar günü İstanbul'da tarihin en büyük ayıplarından birine tanıklık ettik. Bizler 22 sene önce 36 yazarını yakan bir ülkeden hayır zaten beklemedik, bizler 2015 Türkiye'sinde İstiklal'i gökkuşağına boyayıp, dans ederek yürüyebilmek istedik. |
Becerebildiğim kadar normal bir şekilde dağıldımMadır Öktiş: Açıkçası pazar sabahı uyandığımda içimde kötü bir his vardı, hatta beraber hazırlandığımız arkadaşlarıma "ya Pride'a gitmesek mi" dediğimde haklı olarak şaşırdılar. Kademe kademe yükselip zirveye ulaşmayı öngördüğüm Onur Haftası'nın pazar gününe geldiğimizde hafta içi okulum Boğaziçi Üniversitesi Kuzey Kampüsü'nde gerçekleştirilen homofobik yazılamalar, cumartesi günü gerçekleşen Boston Gay Men's Chorus konseri öncesinde nefret medyası tarafından gerçekleştirilen hedef göstermeler ve bunların artarak devam etmesinden çekinen Boğaziçi Üniversitesi'nin konser öncesi için hazırladığım performansa uyguladığı iyi niyetli sansür sebebiyle geçtiğimiz senelerdeki Pride havasına tam anlamıyla girememiştim zaten. Pazar günü yaşananlar da tuzu biberi oldu. Polisin saldırdığı haberini evden çıkmadan hemen önce Facebook üzerinden aldık. Ayrıntı yoktu, sadece yürüyüşe izin verilmediği ve kitlenin gaz bombalarıyla dağıtılmaya çalışıldığı yazıyordu. Hafif makyajım, ponponlu şapkam, "%100 gorgeous" yazılı oversized tişörtüm, 2013 Onur Haftası "aşk örgütlenmektir" bez çantam ve birini sol koluma diğerini sağ bacağıma geçirdiğim gökkuşaklı tozluklarım ve bört canım arkadaşımla taksiye atlayıp harbiye tarafından Taksim meydanına ulaşmaya çalıştık. Yol boyunca tweetleri okuyup öfke katsayımı zıplattım, gözyaşlarıma hakim olamadım. Aylardır nefret medyasının tahrikleri sonucu artan tansiyon meyvelerini veriyordu, gerçekten Onur Yürüyüşümüze izin verilmiyordu. Meydanın Harbiye'ye bakan tarafından giriş yapmaya çalıştığımızda birkaç polis memuru tarafından durdurulduk ve "bu kılıkta" Taksim Meydanı'na giremeyeceğimiz bildirildi. Kan tepeme çıkınca bu "derdini" videoda anlatması için kayıt almaya başladım. Bu sırada bizi LGBTİ'lerden arı tutmak zorunda oldukları alandan ufak ufak güç uygulayarak uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Sıradan giyimli insanlar bu sırada meydana akın akın girmeye devam ediyordu. Buna isyan ettim ve polis memuruna sordum: "Benim bu vatandaştan ne farkım var?" Cevabı "çok farkın var, güzel eyleminizi şu tarafta gerçekleştirin" diyerek beni Tarlabaşı'na yönlendirmek oldu. Buradan dolaşa dolaşa Mis Sokak'a ulaştık, birçok tanıdığım yüz de oradaydı fakat sokağın başına polisler yığılmıştı. Burada gaz bombası ve plastik mermiyle müdahale olunca Tarlabaşı'na kaçtık ve Tünel'e yönlenildiği haberi üzerine bu yönde harekete geçtik. Her sokağın başında bir grup polis vardı. Ben de o an kendi gerginliğimi de düşürmek adına toplumsal anne kafasına girip her gruba "hieeee, aman güneşte kalmayın, şapkasız güneşe çıkmayın, terli terli su içmeyin" gibi anaç öneriler vermeye başladım. Tünel'e Şişhane tarafından giriş yapmaya çalıştığımızda bir polis ekibi tarafından Tünel Meydan'a girişin mümkün olmadığı konusunda bilgilendirildik, Asmalımescit'e yönlendirildik. "A ama arkadaşlarım bana öyle demedi, kandırıyosunuz beni şu an, bakın yalan atıyorsanız fena olur haa" deyip parmak salladım ve Asmalımescit'e girdik. Orada bir parti havası hakimdi, kafam karıştı biraz. O an orada olmak istemedim ve sakin bir yerde Onur Haftası komitesinden haber beklemeye başladık. 18:45'te Tünel Meydan'da basın açıklaması yapılmasına izin verileceğini öğrenip o sırada Odakule önünde olduğunu öğrendiğimiz yürüyen gruba eklenmek üzere İstiklal Caddesi'ne çıktık ve görmek ve parçası olmak için yola çıktığım yürüyüşün kısmen de olsa gerçekleştiğini gördüğümde içimi muhteşem bir sevinç kapladı. Dayanışmayı iliklerime kadar hissettim, komitenin muhteşem bir iş çıkardığını düşündüm fakat verilen sözler yine tutulmadı ve basın metninin okunması tamamlanamadan bir polis memurunun megafondan "lütfen normal bir şekilde dağılın" anonsunu duydum ve becerebildiğim kadar normal bir şekilde dağıldım. |
Küfürler havada uçuşuyorduÖzlem Çolak: Bu seneki Onur Yürüyüşü hepimizi şaşırttı. Gaz, cop, polis şiddeti eksik olmayan şeyler ama en tantanalı Gezi zamanında bile yapılan bir yürüyüşten bahsedince hepimizin aklında buna cesaret edemeyecekleri fikri vardı. Hala naif yanımızı koruyabilmişiz demek ki. Beni de birçoğumuz gibi en heyecanlandıran şey insanların coşkusunu ve inadını kaybetmeden yürümeye çalışmaları oldu. En can sıkıcı şey ise "orospu çocuğu, amına koyayım" gibi küfürlerin gırla havalarda uçuşmasıydı. Uyarmaya fırsat bulamamak, bulsak da sanki birlikte direnen kitleye ihanet ediyormuş muamelesi görmek küfürleri duymaktan da fazla canımızı sıktı. Dikkatimi çeken bir başka önemli şey de resmi dezenformasyonun nasıl hızlıca kabul edilebildiği oldu. İki dakikalık nefes aralarında en çok konuştuğumuz şey herkesin ağzında dolanan yürüyüşün izinli olmadığına dair yanlış bilgiyi düzeltmek oldu. |
“Erkek yok mu lan aranızda” diye bağırarak gaz attılarBerk İnan: Meydanda gördüğümüz polis kalabalığına rağmen sanırım çok çok azımız müdahale bekliyorduk. Halbuki daha ilk andan birini bir arabanın üzerine yatırıp tartakladılar, gaz hemen başladı... Meydandan Alman Hastanesi'ne kadar birbirimize sahip çıkarak, elele, gaza rağmen sloganlarla yürüdük; ama yine de konduramıyorduk sanki. Sığındığımız ara sokakta yanından geçtiğim biri "2 Temmuz anmasıyla mı karıştırdılar bizi acaba" diyordu mesela. Bir ara 3 polis geçti sokaktan, kimse de bir şey demedi. Meğer toplu bulunduğumuz yerleri tespit için geziyorlarmış, oraya da saatlerce gaz attılar hem de "erkek yok mu lan aranızda?!" diye bağırarak. Biz de içeride "bunlar koli(sevgili) arıyor herhalde" diye makaraya aldık. O gerginlikte bile bir neşe vardı... Bir de dayanışma. Herkes sığındığı yerden telefonla, internetle birbirini kolaçan etmeye başladı: iyiyiz, şuradayız... Herkes küçük gruplar halinde gaz altında, yürüyüş için gelen annem de... İstiklal'de yüründüğünü öğrenince bir şekilde çıktık, arkadan dolanalım da Galatasaray'da falan yetişelim diye; ama İstiklal'e çıkan her yer gaz... O sırada öğrendik ki trans erkeklerden ikisi hastanede... Oraya koştuk. Gece kaçtı bilmiyorum, hastaneden Taksim'e döndük hala gaz atıyorlardı... Yine eşi, dostu sorma hali... "Ramazan gerekçesiyle" kendi kitlesini konsolide etmeye çalışanlar bizi hem daha politize hem de daha konsolide etti bana sorarsanız. Farklı farklı olsak da "sistem dışı" olduğumuzu, varoluşumuza kastedildiği için o yürüyüşte omuz omuza yürüdüğümüzü hatırladık. |
Sinsi, ısrarlı, tacizci bir erk…Nehir Neyir: İlk katıldığım Onur Yürüyüşü 2007'deki, binlerce kişinin katıldığı, ilk kitleselleşmiş yürüyüştü. Kocaman gökkuşağı bayrağı altında el ele dans edenler, planör edasında salınan orta yaşlı kadınlar, ıslıklar, çığlıklar, kulaklara varan gülüşler. Benim için nasıl büyük bir mutluluk, onarılmışlık hissiydi tarif etmesi güç. O yıldan beri, eklenerek değil katlanarak çoğalan, bayram heyecanıyla karşılanan bir gün oldu Onur Yürüyüşü. Bu yıl, her yanı polis ablukası altında, ıssızlaşmış bir Taksim'e vardım. Köşe bucak kuşatılmış bir İstiklal. Kuşatma kırıldığında, çok kişi yaralanmış, yorgun düşmüştü. Tüm gün boyunca ne yaşadığımı sindiremedim. Yer yer sağanak yağışlı hafif parçalı bulutlu bir ruh haliyle günü atlattım. Hala tam olarak sindirebildiğimi de söyleyemeyeceğim. Polis şiddetinin kat be kat yoğun olduğu eylemlerde de bulunmuşluğum vardır. Geçen Pazar mesele sadece fiziksel şiddet değildi. O kadar büyük bir nefretle doluydular ki, gece on birlere kadar sokakta gökkuşağıyla oturan topluluklara taciz ateşleri, biber gazları attılar. Her gazlama atağında muhtelif sinkaflı laflar havada uçuşuyordu. Sinsi sinsi, ısrarlı, nefret dolu, tacizkar bir erk. Gaza boğulduğum eylemlerden daha yoğun bir sarsıntı yarattı bende. Bu kadar nefretin içinde din sevgisi, Ramazan saygısı demesin kimse kimseye. Uzun yıllar ibadet pratikleriyle birlikte İslam'a inanmış bir Müslümandım. İki koca yılımı da türbanlı, beş vakit namazında bir kadına aşık olarak, sevgili olarak geçirdim. Nefret dolu yorumlarıyla beni İslamdan soğutanlar, nefretleriyle ortalıkta tepinseler de LGBTİ varoluşlar, yok olmayacak. Artık görmezden de gelemeyecekler. LGBTİ kimlikler 21. yüzyılda toplumsal tabu olmaktan çıkacak, tarihsel yerini önemli bir figür olarak alacak. Çünkü bir şarkının da bahsettiği gibi sevgi; emek, özgürlük, yürekte ateş ister. Ateşimiz heteroseksüel bağnazlığı tutuşturmuş durumda. |
* Manşet fotoğrafı: Anadolu Ajansı