“Kitapta da bahsettim, röportajlar 2022 yılı başında bitmişti. Fakat bir türlü tamamlanmıyor, başına oturamıyordum. Sonra Çiğdem’in, duruşmadan iki gün önce komşuculuk yapıp buluşmamızın hemen ardından tutuklandığını öğrendim. Böyle anlarda ne yapacağımızı hala öğrenememişiz sanıyorum.
“En azından ben öğrenemedim. Arkadaşınız tutuklandığında ne yaparsınız? Benim hala bu soruya net ve tek bir yanıtım yok. Pencereden mi bağırmalı, yastığa yorgana mı sarılmalı, meydanlara mı çıkmalı ya da dostlarla buluşup onun hakkında mı konuşmalı? Bilmiyorum açıkçası.
“Fakat o günlerde bir şey yaptım. Mahalledeki bir mekanı mesken tutup her gün iş çıkışı hızla bu kitabı bitirmeye karar verdim. Ben de bu vesileyle bu hatıramı Çiğdem’e ulaştırmış olayım.
“100 günü aşan tutukluluğu yüzünden beraber kutlayamadığımız yeni girdiği yaşını da kutlayarak… Çünkü canım Çiğdem, iyi ki var!”
Gazeteci – Yazar Serdar Korucu ile son kitabı “Şimdi Kim Kaldı İmraoz’da”yı konuşmak üzere bir araya geldiğimizde, ağzından bir anda döküldü bu cümleler.
“Gezi Davası”nda tutuklanan Çiğdem Mater’e sözü getirmeden de söyleşiyi bitirmek istemedi.
Ben ona sürekli olarak kitapta söyleştiği insanları sorsam da Korucu hem o insanların tanıklıklarını hem de Çiğdem’in hak savunuculuğunu anlattı.
Konu derin ve biz var olma, tanıklık hikayesi olunca sözü de çok uzatmaya gerek yok gibi. Serdar Korucu’yu dinliyoruz.
“Şimdi Kim Kaldı İmroz’da?” kitabını yazma fikri nasıl ortaya çıktı?
Bu kitap aslında seyahat sırasında rastlantı sonucu ortaya çıktı. 2015 yılında, istos yayın’dan çıkan “Patriklik Fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un Objektifinden 6-7 Eylül” kitabını çıkartmıştık.
O kitabın da danışmanı Laki Vingas’tı. Kendisi aracılığıyla, Ekümenik Patrikhane’nin o dönemki fotoğrafçısı Niko Manginas ile tanışmış ve Kalumenos arşiviyle o kitabı çıkartmıştık. 2015’te Manginas ile tesadüfen aynı anda Atina’da olduğumuzu farketmiştik. Bunun üzerine buluşmaya karar verdik. Yanına gittiğimde Konstantinos Delikostantis de vardı.
Kendisi Almanya’da felsefe eğitimi almıştı, ben de İstanbul Üniversitesi’nde felsefe mezunuydum. Böylece bir araya getirildik. Söz uzadıkça Türkiye ile olan bağını konuşmaya çalıştım ve Delikostantis sonunda merakımı gidermek için tek bir cümleyle anlattı geçmişini: “Babamı İmroz’da öldürdüler.” Kitap işte bu bir cümle üzerinden oluştu.
Fakat aradan uzun zaman geçmiş. İmroz kitabı neden bu kadar bekledi?
Evet, bu buluşma sonrasında önce Kalumenos arşivinin ikinci cildini çıkarttık. Üstüne pek çok başka proje vardı tamamlamak üzere olduğum. Yolum Ermenistan’a düştü ve Aras Yayıncılık’tan “Halepsizler”, “Ahalinin Gidişi” ve “Sancak Düştü”yü hazırladık. Bu kitapların ikisi tamamen, biri kısmen anlatılardan oluşuyordu.
Bunu da devam ettirmek istedim. İmroz da böyle bir proje. “Hafıza, Tarih, Unutuş” adlı eserinde Paul Ricoeur, “Bir yerde belleğin fazlası, başka yerde unutuşun fazlası var…” derken tam da bu alanı kastediyor gibi geliyor bana.
Aras’tan çıkan kitaplarda Ermenilerin, İmroz’daysa adalı Rumların belleği güçlüyken, karşı tarafta unutuşun fazlası bulunuyor. Bu unutuşun da nedeni var elbet. Ne olsa Nietzsche’nin “İyinin ve Kötünün Ötesinde”de dediği üzere “Kendi hafızalarından nasıl kurtulacaklarını bilen insanlar vardır, bunlar yaptıklarının biricik tanığından intikam almak için hafızalarını örseler.”
Görüştüğünüz 28 kişiye nasıl ulaştınız?
Yanlış hatırlamıyorsam Proust, “Hiçbir şey umduğumuz gibi de, korktuğumuz gibi de gerçekleşmez” der. İmrozlular ise tarih boyunca başına felaketler gelmiş tüm halklar, tüm kesimler gibi korkabileceklerinin ötesini yaşadı.1960’ların başına kadar, hele ki son 10 yılını görece çok rahat yaşamış bir adanın bu hale dönebileceğini düşünmeleri imkansızdı.
Bu yaşadıkları travma ardından konuşmayabilirlerdi ama konuştular. Bunda elbette kitabın danışmanı Laki Vingas’ın katkısı büyük. Kapısını açan, hafızasını teslim eden, güvenen her İmrozlu aslında bu kitabın sahibi.
Şunun da notunu düşmem gerek. Kitap Ekümenik Patrik Hazretleri’nin de 30. yılına denk geldi. Bir İmrozlu olan, adasına olan bağlılığını “Benim için hiçbir şey tatlı değil İmroz kadar” diye ifade eden Patrik Bartholomeos’un katkısı eşsiz oldu. Zaten kitabın başlığındaki söz de kendisine ait.
Peki gerçekten şimdi kim kaldı İmroz’da?
İmroz bir Rumsuzlaştırma yaşadı. Eritme Programı uygulandı. 1963-1964’ten itibaren en sert üç uygulama var. 1950’lerde izin verilen
Serdar Korucu hakkında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi'nde felsefe öğrenimi gördü. Ulusal/uluslararası medya mecralarında dezavantajlı gruplar ve nefret söylemi üzerine haber, röportaj ve özel dosyalar hazırlıyor. Yayımlanmış çalışmaları: Yabancı Gazetecilerin Gözüyle Kürt |
Rumca eğitim yasaklanıyor, böylece aileler çocukların geleceğinin burada olmayacağını düşünmeye başlıyor. İstimlaklar anlatılara göre yumurta parasına gerçekleşiyor ve bu nedenle de geçim kaynakları sekteye uğruyor.
Bir başka adımdaysa hapishane kuruluyor ve ağır ceza almış mahkumlar, özellikle de katiller ve hırsızlar rahatlıkla adada gezebiliyor. Bu da can güvenliğini tehdit ediyor. Ada böylece hızlıca boşalıyor. Boşaltılıyor daha doğrusu.
Yerlerine kim geliyor?
İlk aşamada adaya getirilenler var. 1940’larda ilk istimlak dalgasında Karadenizli aileler getiriliyor.
Onlar iskan edilmeye çalışılıyor fakat başarılı olunmuyor. Sonra 1960’lardan sonraysa ada Türkiye’den pek çok halka “ev sahibi” olmaya başlayacak ama bu kez Karadenizlilerinki gibi zorunlu bir iskan dalgası sonucu değil.
Adaya kurulan kurumlarda çalışmaya gelenler de olacak, cezaevindeki tahliye olanlar arasından burada yaşamaya karar verenler de, adadan kaçmak zorunda kalan Rumların evlerini gasp etmek için aldıkları bir “duyum” üzerine yüzlerce kilometre uzaktan gelenler de…
Böylece Rumsuzlaştırma sürecinde bir zamanlar yaklaşık 7 binin üzerinde Rum nüfusa sahip adada, bir dönem 300’e kadar düştü sayı. Bugünse 600 civarında.
Özellikle Rumsuzlaştırma vurgusunu kullanmanız neden?
Çünkü yaşanan bir Türkleştirme değil. Türk nüfusun adada büyük bir oranla zorla iskan ettirildiğini söyleyemeyiz. Bugün adada Türklerin yanı sıra Araplar ve Kürtler de var.
Rumların hafızasında bu değişim sürecinin aktörleri elbette iyi hatırlanmıyor, bunu vurgulamak gerek. Çünkü bu kimliklerin içinde “fail” konumunda olanlar var. “Şimdi Kim Kaldı İmroz’dan?”ı hazırlarken anlatımların olduğu gibi kalmasına karar verdik. Primo Levi’nin de dediği gibi insan belleği olağanüstü ancak yanılabilen bir araç.
Çünkü bizde yer etmiş anılar taşa kazınmış değil ve yılların geçmesiyle birlikte yok olmaya yüz tutmakla kalmıyor, çoğu zaman değişiyor, hatta tuhaf çizgileri kendilerine katarak büyüyor. Bu nedenle anlatımlarda mutlaka eksikler, hatalar var, olacaktır da. Fakat yaşanılanların aktarılmasının gerekliliği ağır bastı açıkçası.
“Mutlular Adasından Yasak Bölgeye” derken tam olarak ne kastediyorsunuz?
Bu ifadeler aslında adaya giden yazarlara ait. Öncelikle şunu açıklamam gerek, 1963 öncesinde ada Türkiye turizminin “gizli cennet”lerinden. Edebiyat alanındaki açılışı Nazım Hikmet ile yaptık. Ancak genç bir Nazım Hikmet karşımızdaki. 1921’deki “İşte o günden beri Türk’ün malı İstanbul / Başkasının olursa, yıkılmalı İstanbul!” dizelerinden sonra, 1939’da başlayıp 1941’de tamamladığı, şiirinin içindeki ifadeyle “gâvura karşı koyan” Kuvâyi Milliye destanının öncesinde kaleme aldığı bir yazısıyla okurun karşısına çıkıyor. Adayla ilgili, Rumları hedef alan bir hikayesinden alıntılara yer verdik bu kitapta.
Ardındansa adaya turistik olarak gidenler var. Melih Cevdet Anday yolunu önce Fethi Naci ile birlikte yolunu düşürüyor sonrasında Azra Erhat’ın da aralarında bulunduğu bir ekiple gidiyor. Azra Erhat, Mavi Yolculuk’ta İmroz için “Mutlu bir ada, ilkçağ metinlerinde boyuna övülen ama dünyanın neresinde bulunduğu pek belli olmayan Mutlular Adası” diyor.
Bu ifadeyi alt başlıkta kullandık. Bir diğer ifadeyse Sevgi Soysal’a ait. Sevgi Soysal, 1970’te yayımladığı “Yürümek” kitabında Türkiye’deki ana akım yazımda eşine az rastladığımız bir şeyi yapıyor. İmroz’a askeri güçlerin çıkışına, adanın her yanının yasak bölgeye dönüşmesine tepki gösteriyor ve “Dikenli tellerin dışı tenhaydı, boştu, özgürdü ama ortası dikenli tellerle bölünüvermiş bir özgürlüktü bu” diyor. Keşke metninin özellikle bu yanı, çok daha önce, çok daha fazla vurgulanmış olsaydı… Böyle örneklere, sessizliği yırtanlara ihtiyacımız var.
Peki size ne anlattılar ve sizde nasıl bir etki bıraktı?
Bu travmaları dinlemek, aktarmak zor. Ama mesela beni en etkileyen anlatıların başında komşularla olan ilişkiler geliyor sanırım bu çalışmada.
Bir anlatıda İmroz’dan kaçmak zorunda kalanlardan biri için “Kıbrıs zamanında o komşular, onu seven komşuları silah çektiler kendisine. Evden çıkmaktan korkuyordu. Çocuğunu markete göndererek yemeği eve getirmesini istiyordu. Çünkü kendisi hedef olmuştu” deniliyordu. Ya da mesela Vasilis Giaramanis’in anlatısında “komşular” konusu şöyle geçiyor: “Bizim yanımızda Mustafa diye bir komşumuz vardı. Yıllarca birlikte yaşamıştık. Mustafa’nın iki üç çocuğu vardı. Çocukları kardeşlerimle oynardı tarlalarda. 1974’te çıkarma olunca gidip manastırın ikonalarını dereye fırlattı.” Açık konuşmak gerekirse, komşuların bu tip süreçlerde neler yapabildiğini hepimiz biliyoruz. Ermeni Soykırımı’ndan tutun Bosna’ya kadar…
Pek çok yerde buna şahit olduk. Çünkü Hélène Dumas’nın Ruanda Soykırımı üzerine yaptığı incelemede gösterdiği gibi devletten gizlenebiliriz ama komşulardan asla. Komşuluk teşhis edip hedef göstermeyi kolaylaştırıyor. Komşular birbirini devletin bildiğinden daha iyi biliyor.
Siz Türkiye’de çeşitli nedenlerle göç eden başka kesimlerle söyleşiler yaptınız. Gidenler sırtlarında ve yüreklerinde ne taşıyor sizce? Nasıl bir duygu halindeler?
Herkesin, birey birey, yaşadığı da, bunlarla mücadele şekli de farklı. Halepsizler’dekiler savaşın vurduğu Halep’ten, Ahalinin Gidişi’ndekiler İskenderun Sancağı’nın Türkiye’ye geçmesiyle anavatanlarından ayrılmıştı. İmroz’dakilerse Eritme Programı’ndan kaçıyor, kaçmak zorunda kalıyor. Tüm bu gidişlerin bir ortak noktası var. Çok az da olsa kalan, kalmayı başaran var. Bu “başaran” sözünü de sevmiyorum. Çünkü kaçmak “başarısızlık” değil.
Gilles Deleuze’e göre gitmek, kaçıp kurtulmak, bir çizgi çizmektir. Kaçmak eylemlerini terk etmek değildir, kaçmaktan daha eylem dolu bir şey olamaz. Kaçmak tersine gerçek üretmek, yaşamı yaratmak, kendine bir mücadele silahı bulmaktır. İmrozlular da böyle bir mücadele silahı buluyor kendilerine.
Gittikleri her yere İmroz’u götürüyorlar. Tıpkı Ahalinin Gidişi’ndekilerin bir tane olan Musa Dağ’ı, dünyanın dört bir yanında yenilerini yaratması gibi, İmrozluların da yaydıkları bir İmroz var. Taşıdıkları yükse ağır elbet. Gidenler için, gittikleri yer “yeni yurt/vatan” olmuyor. Jean Améry’nin ifadesinde belirttiği üzere yurt çocukluğun ve gençliğin ülkesi.
O ülkeyi kaybetmiş olan kişi, yabancı ülkede artık bir ayyaş gibi yalpalamamayı, tersine ayağını yere az çok korkusuzca basmayı istediği kadar öğrenmiş olsun, bir kaybeden olarak kalıyor. Öte yandan diasporadaki İmrozlular gitmeselerdi, kendilerini belki de Nikos Kazancakis’in Kardeş Kavgası’nda gibi göreceklerdi.
Yani ölümün evlerinin alışılmış bir konuğu, bir aile dostu olduğu, içeriye girip, seçimini yapıp gittiği bir hayatı yaşayacaklardı. Çünkü kalanlar tecavüzlere, cinayetlere şahit oldular. Çok zor yıllar geçirdiler.
Bu kitapları kaleme alırken, bu süreçlerde siz neler yaşadınız?
Bunu anlatmak zor. Karşınızda Simon Wiesenthal’in “Katiller Aramızda” kitabında olduğu gibi, “Sizinle birlikte kanıtları da yok edeceğiz.
Geriye birkaç kanıt kalsa, içinizden birileri yaşamını sürdürse bile, insanlar anlattığınız olayların inanılmayacak kadar vahşice olduğunu söyleyecekler” diyen failler bulunduğunu hissediyorsunuz. Varlar da… Yok değiller… Ancak buna rağmen o “kanıtları” toplamak bizim işimizin de parçası.
Tarihçi Henry Rousso’nun “un passé qui ne passe pas” (geçmeyen geçmiş) olarak nitelendirdiği Cezayir Savaşı gibi, bizlerin de konuşması, ele alması gereken çok konu, çok dosya var.
Öte yandan bunları yazarken yaşadıklarımız, başımıza gelenler, getirilenler var. Mesela Halepsizler kitabı için, bugüne kadar kimseye anlatmadığım, benim için en özel anı var, canım Çiğdem Mater ile ilgili. 2018’de Gezi Davası’nda gözaltına alındığı süreçte kitabı okuduğunu söylemişti.
100 günü aşan tutukluluğu yüzünden beraber kutlayamadığımız yeni girdiği yaşını da kutlayarak… Çünkü canım Çiğdem, iyi ki var!
(EMK)