15 16 Haziran olaylarının Türkiye işçi hareketi ve genel olarak Türkiye'deki toplumsal hareketler açısından nasıl bir tarihi önemi vardır?
Bunun tarihi önemi hakkında herkes birleşiyor; sermaye sahipleri de, işçi sendikaları da, devrimciler de, reformcular da... Çünkü bu bir bakıma yaşandığı tarihte hiç beklenmeyen bir şeydi. Öbür taraftan etkilerinin çok uzun bir zaman dilimine ve çok fazla sosyal ve politik çerçeveye yayılması dolayısıyla da çok önemli. Benim kendi önem, değer sıralamam içerisinden bakacak olursam, benim açımdan, dolayısıyla sosyalist hareketin tarihi açısından da, en önemli yanı Türkiye solunda, Türkiye sosyalist hareketinde bir devri, bir teorik tartışma dönemini kapatmış olması.
Çünkü Türkiye Sosyalist hareketi benim gözlediğim tarihi boyunca 1970'e gelinceye kadar hep şu tartışmayı yaptı: Türkiye'de işçi sınıfının nesnel bir varlığı var mı? İkincisi bu varlık toplumsal bir hareket kabiliyetine tekabül ediyor mu? İşte bunun lehinde, aleyhinde konuşanlar bütün bunları istatistik veriler üzerinden ispatlamaya ya da yadsımaya çalışanlar açısından bu tartışmayı sona erdiren son derece net, nesnel, toplumsal bir gösterge sundu.
Evet! Türkiye'de işçi hareketi kendi çıkarları için ve sendikal düzeyi aşan bir mücadele yeteneğine sahiptir. Bunu üstelik egemen sınıfı çok korkutan bir tarzda gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla işçi sınıfının yokluğu varsayımına dayanan bütün politik değişim projeleri sahicilikten uzaktır yargısının şimşek hızıyla yagınlaşasını sağlaması açısından önemli oldu.
İkinci nokta egemen sınıfın, yani Türkiye'yi yönetenlerin, sermayenin, düzen partilerinin, askerlerin, bürokrasinin bir toplumsal hareket karşısında ne kadar kırılgan olduklarını göstermesiydi. Bana çok ilginç gelen bir biçimde bütün askeri darbe dönemleri, kendilerini sıradan bir kişinin ağzından ifade edilen, çok basit bir cümleyle özetleyebiliyorlar. Bunu da o zaman ki Genel Kurmay Başkanı Tağmaç yapmıştı: "Toplumsal gelişme iktisadi gelişmeyi aştı". Yani bir alarm işareti işlevi gördü 15-16 Haziran işçi hareketi. Bunu tercüme edecek olursak: "Toplumun talepleri bizim onu karşılayamayacağımız kadar çeşitli ve zengin. Bizim onlara aktaracağımız bu kadar kaynak yok". Mevcut kaynakları bir darbeye akıtmayı tercih ettiler. O açıdan çok önemli
Üçüncüsü; devrimci hareketin kimi kararlarını etkilemesi açısından önemli. Türkiye devrimci hareketi1969'un sonlarından başlayarak Türkiye'de bir devrimin imkanları konusunda spekülasyon ve araştırma yapıyordu. Bir devrimin mümkünlüğü meselesinin iki varyantı vardı: Birincisi bugün Venezüella'da olana benzeyen - o günün koşullarında Venezüella'nın adı bile anılmazdı - Arap ülkelerinde olan Baas tarzında, "parlamento dışından bir askeri müdahaleyle bir tür devrimci dönüşüm mümkündür" diyenler açısından bir temel karara yol açtı.
Bu gelişmeyle kendilerinin ön gördüğünden çok daha kompleks, sola açık bir sosyal zemin oluştuğunu gören ordu üst kademelerinde yönetici kademelerinde ciddi tereddütler oluştu ve o kanat birden çok parçaya ayrıştı. Yani işçi hareketi kendi ima ettiği sosyal gelecek çerçevesiyle Türkiye'de sınırlı reformlar öngören bir askeri müdahele peşinde koşanlara üzerinde hareket edecekleri zeminin sandıklarından çok daha sert olabileceğini kolayca kontrol edilemeyecek bir toplumsal hareketlilik zemini oluştuğunu gösterdi. O açıdan onların projelerini akamete uğrattı.
Yani 9 Mart Darbesi'ni etkiledi diyorsunuz...
Evet 9 Mart'ın hızını kesti. Çünkü 9 Mart darbe girişimi az çok şöyle özetlenebilir: Ortada bir ara kademe kurmayları vardır ama, nihayet onlar bunu ordunun bütünlüğü içerisinde yapmayı düşünmektedirler. Bayrağı Kara Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri komutanlarına emanet edeceklerdir. O komutanlar için ve onların temsil ettiği çıkarlar açısından, işçilerin ifade ettiği çıkarlar haddinden fazla radikal ve haddinden fazla devrimcidir.
Nitekim o çevrelerde "bu bizi komünizme götürür, burada bir komünist tehlike vardır" tereddütleri oluştu. Dolayısıyla kendini, kendi soluna kapatınca bir duraksama evresine girdi. İkincisi bunlara dayanarak sosyalist hareket içerisinde manevralar planlayan, bunlara dair taktikleri ileri sürenlerin taktikleri ellerinde kalmış oldu tabii. Öbür taraftan da devrimci hareket açısından, bir halk savaşı yoluyla devrim düşünenler açısından da iki türlü sonuca yol açtı.
Birincisi işçi hareketinin önemini göreli olarak azımsayanların şimdi işçi hareketiyle daha yakın bağlar kurma arzularını çoğalttı ya da, o akımlar içerisindeki işçileri merkeze alan eğilimleri güçlendirdi. Fakat daha önemlisi işçi hareketine önem versin vermesin, devrimci kanatta yer alanların hepsinin Türkiye'de bir devrimci kriz doğduğuna dair bir saptamada bulunmalarına yol açtı. Türkiye de artık konvansiyonel yollarla rejimin kendisini sürdürme olanaklarının sonuna gelindiğini, dolayısıyla bir otoriter müdahale zeminin oluştuğunu, bu müdahaleye karşı devrimci hareketin sürekliliğini sağlamak için yer altına giden yolları döşemesi gerekliliği konusunda çok yaygın bir fikir birliği oluştuğunu söyleyebiliriz.
Tabii sosyal anlamda değil devrimci hareket içindeki yaygınlıktan söz ediyorum. Yoksa toplumun içerisinde böyle bir heyecan doğduğunu söylemek güç. Ama bunlar stratejik sonuçlara yol açtı. Çünkü Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ve Türkiye Halk Kurtuluş Partisi'nin fizyonomisi 1970 yazı ve sonbaharında şekillenmeye başladı. Bugün de hala bu hareketlerin Türkiye sosyalist hareketi üzerindeki etkisi, izleri devam ediyor.
Bir başka yönden de şunu söyleyebiliriz: Türkiye İşçi Partisi gibi parlamenter düzlemde politika yürütmek arzusunda olan politik akımlar açısından da sosyal ve politik mücadele olanağını çok fazla daraltmış oldu. Çünkü onlar için de bu politikayı sürdürebilmek için ortada bir anayasal çerçevenin mevcudiyeti gerekiyordu. Bu anayasal çerçevenin kısa süre içinde ortadan kalkacağı az çok öngörülünce, o çevrelerde bir gelecek kaygısı yaratmış olmalı. Ancak bunun o zaman bu netlikle herkes tarafından anlaşılıp, düşünülüp düşünülmediğini tabii bilemeyeceğiz. Bu 30 yıl geçtikten sonra geçmişi düşünmeyi de bir kere daha düşünerek yaptığımız analizler.
Ama o dönemin belgelerine bilgilerine baktığımızda, sol açısından dramatik kararlara vesile olduğunu söylemek mümkün. Belki bir şey daha eklenebilir. Özellikle öğrenci hareketinde yer alanlar açısından, nispeten daha soyut bir şey olan işçi ve öğrenci kardeşliği meselesinin, somutlaştığını söylemek mümkün.
Ben Ortadoğu Teknik Üniversitesi öğrencisiydim ve sınavlar sürüyordu. 15 Haziran günü İstanbul'da eylemler başladığında okul çok kalabalık değildi. Biz 16 Haziran günü ODTÜ'de bir forum düzenledik ve yaklaşık üç bin civarında öğrenci katıldı ve dersleri 1 gün için boykot ettik. Final zamanlarında dersleri ya da imtihanları kaçırmamak öğrenciler için çok önemlidir.
Bütün bunları göze alacak kadar kendilerini işçilerin yanında ve yakınında ilan edebildiler. Ondan sonra birazcık hüsran dolu yanlış bir iş de oldu doğrusu. Biz DİSK'in Ankara'daki yerel yöneticilerinin çağrısına uyarak otobüslere binip sanayi çarşısına gittik, oradaki işçileri ayaklandıralım diye... Fakat tabii çıraklar patronlarına yürekten bağlı oldukları için, İstanbul proletaryasının bir parçası ya da devamı olmadığından orada bir reaksiyonla karşılandık.
Polis de kolayca dağıtabildi. Bunlar daha sonra devrimci hareketi eleştiren çevrelerde, Dev-Genç'lilerin bir "ahmaklığı" olarak anlatıldı durdu ama, biz tam tersine kendimizi "çok akıllı" kabul ederek sendikacıların peşinden gitmiştik. Bizim bir kararımız yoktu. Hareketin sürecini onların daha iyi bildiğini tahmin etmiştik. Fakat bu tahminlerimiz doğru çıkmadı. Tabii bu açıdan da yani sendikal bilincin illa yüksek politik kavrayışa tekabül etmediğini gösteren bir ders olarak da bir kenara yazabiliriz.
İşçiler böyle bir eyleme nasıl cesaret edebildiler? Bunu biraz irdelemeye kalkarsak daha evvelsinde işçiler arasında veya diğer toplumsal kesimlerde, böyle bir gelişmeyi haber verecek toplumsal bir hareketlilik var mıydı?
Var evet. Bence işçiler iki şeyi örnek aldılar. Daha doğrusu onlar yapmaya kalktıkları işin neye benzediğini herhalde şöyle tasavvur etmiş olmalılar. Birincisi; öğrenci hareketi 27 Mayıs'tan beri sürüyor ve o algı düzeyinden baktığımızda başarılı da. 27 Mayıs'ta hükümeti devirmiş ondan sonra üniversiteleri kontrolü altına almış.
Toplumsal etkisini üniversitenin, dışına taşımış. Devrimci öğrenci, sosyalist, muhalif öğrenci imgesi nispeten başarılı bir toplumsal imge. İkincisi 1969'da yapılan devalüasyondan sonra 69 ve 70 yılları boyunca köylüler Türkiye'nin pek çok yerinde çok büyük hareketlere giriştiler. Mesela 10 bin kadar köylü, 1970 yazında 15-16 Haziran'dan biraz evvel ya da biraz sonra Fatsa Karayolu'nu trafiğe kapattı. Çok büyük bir hareket oldu. Türkiye'nin hemen hemen tarımsal ürün ekilen biçilen her bölgesinde protesto mitingleri yapıldı taban fiyatların düşesi karşısında kamu desteğinin düşmesi karşısında.
Ben mesela nohut, fındık ve domates mitinglerine katıldım. Sosyal hareket bir "manav dükkânı" gibi oldu. Fasulye mitingi, sarımsak mitingi, domates mitingi, tütün mitingi vs... Köylüler çok hareketliydiler. Toprak işgalleri olmuştu bütün 68, 69, 70 yılları boyunca ve o kadar da büyük başarısızlıklarla sonuçlanmamıştı. Hiç değilse toprak ağalarının da tam olarak haklı olmadıklarına pekala onların tasarruf ettiği, kamu mülkünü, toprağı köylülerin de tasarruf edebileceği fikrinin sosyal vicdanda yer etmesiyle sonuçlanmıştı.
O nedenle işçiler böyle bir harekete kalkışırken önlerinde bu örnekler vardı. İkincisi DİSK'e bağlı işçiler, sendikalaşmayı çok zor yollardan yürüyerek gerçekleştirdiler. Bu işçilere sendikaları hazır tepsi içinde sunulmadı. İstanbul'un hemen hemen tüm fabrikalarında işten atılmalar, işgaller, direnişler, boykotlar oldu.
Devrimci öğrencilerin kısmi destekleriyle süren bu eylemler içerisinde hak aradılar. Sendikalarını bizzat kendileri kurmuş işçilerden bahsediyoruz, hazır bir sendikaya girmekten ziyade. Düşünün ki DİSK 1961'de kuruldu. İstanbul'da örgütlenmesi 1964-65'de derinlik kazandı. DİSK kurulurken çalışmaya başlamış olan işçiler, bir bölümü işlerinden atılmış olsa bile, DİSK'i kendi fabrikalarına getiren işçilerdi.
Dolayısıyla kendi kurdukları öz sendikalara, öz hareketlere sahip çıkıyorlardı ve 15-16 Haziran durduk yerde değil, bu kuruluş esnasında bir dizi mücadeleye girmiş olan işçilerin elinde yürüyordu. Nihayet DİSK, Türk-İş'e karşı işçi hareketi içinde şöyle bir saygınlık edinmişti: "Türk-İş işçileri satar, DİSK satmaz." İşçilerin arasında böyle bir bilinç vardı.
Bu yüzden sadece DİSK'in işçileri değil, aynı zamanda Türk-İş'e bağlı işçiler de, özellikle Kocaeli, bölgesinden bu hareketlere katıldılar. DİSK'in çekiciliğinin çok arttığı bir dönemdi. Sonuncusu da şu olabilir: 15-16 Haziran'dan önce 15-16 Haziran olmamıştı, yani işçiler bu hareketlerinin şiddetle ve kuvvetle bastırılacağına bu kadar ihtimal vermiyor olabilirlerdi. Ortada büyük bir işçi gücü var; CHP'de işçilerin hareketlerini parlamentoda destekliyor. CHP yarı devlet demek bir bakıma, geride böyle bir destek var. Tabii uluslararası dayanışma önemli o zaman. Türk-İş olsun DİSK olsun uluslararası federasyonlarla dayanışma halindeler.
Başka zamanlarda hiçbir işe yaramadığı düşünülen şu söylem: "Avrupa işçi konfederasyonları da bizi destekliyor", hakikaten insana güç ve güven verebilir. Yani bütün bu faktörleri bir araya getirdiğinizde işçilerin kendilerine güvenmek ve kendilerine bir şey olmayacağına ve başarı kazanacaklarına dair bir inanç sahibi olmak açısından pek çok sebepleri vardı.
Ben o zaman da devrimci olmama rağmen işçi hareketini bu kadar içeriden bilmiyorum. Sadece gözleyebildiklerim, anlayabildiklerim var. İşçi ruh halinin ne olacağını o kadar kolay kestiremeyebilirim, oysa işçiler arasında kolektif bilincin, kolektif mücadele arzusunun dışardan bakanların sandığından daha yaygın ve daha güçlü olduğunu gösteriyor bütün pratik.
Yani "gaza gelmiş" değil kimse, çünkü sendikaları tehdit altında ve sendikalı olmakla sendikalı olmamak arasındaki farkı çok iyi denemiş durumdalar. Bugün grev bir istisna ama o zamanlar grevsiz gün geçmezdi ya da sendikanın fabrikaya girmek için yaptığı atılımların zorla karşılaşması karşısında direniş ve çatışmanın olmadığı gün çok azdı.
Böyle adım adım bütün sanayi kaleleri ele geçirildi. O nedenle işçilerin kendilerine güvenleri, başarı elde edebileceklerine dair inançları, onları harekete sevk eden sendikacıların bu işi kendi bildikleri gibi sonuçlandıracaklarına dair düşünceleri, sezgileri, dışarıdan bakanlardan çok daha haklı imiş. Bunu gördük. O açıdan da bunu belki bir dönüşüm sayabiliriz, çünkü işçilerin kendilerini nasıl düşündükleri hakkındaki düşünce de değişti. Benim açımdan ve pek çok insan için de öyle oldu.
Hatta tersi oldu, insanlar işçilere takılmaya başladılar "ne bilirse sınıfım bilir" diye. O da o kadar doğru değildi, çünkü bilip bilemeyeceklerinin limiti vardı, ama 15-16 Haziran işçilerin kendi hallerini, kendi kapasitelerini başkalarından çok daha iyi bildiklerine dair, çok esaslı bir kanıttır diye düşünürüm.
İşçiler "Başka bir düzen", Mevcut düzeni yıkmak", "Sosyalizm" gibi görüşleri benimsemişler miydi? Yoksa bunlar daha çok dışarıdan taşınan ve kısmen yaygınlık kazanmış fikirler miydi?
Başka bir düzen arzusunun, bir sosyalist program olarak işçilerin kafasında tecessüm etmiş olduğunu düşünmüyorum, buna dair bir belirti de görmedim. Büyük kitle açısından bunu söyleyemeyiz. Böyle talepler ne pankartlara yazıldı ne dillendirildi. Yani böyle yürümedi işçiler. Yürümediler ama çok içlerinde böyle bir tasavvuru ifade eden bir dil kuruyorlar mıydı? Ondan da emin değilim.
Fakat "başka bir düzen" o zaman dillendirilmeyen bir şey değildi; sadece TİP tarafından değil, CHP tarafından da. Ortanın solu siyasetinin popülist düzeyde oldukça etkili ajitasyon araçlarından biriydi. "Ne ezilen, ne ezen", " Toprak işleyenin, su kullananın", "Üreten yönetsin" sloganları yüzde 30-40 'a varan oy alıyordu.
İstanbul'un işçi semtlerinden çok oy aldı CHP o çerçevede baktığınızda. Sadece TİP ya da sosyalistlerin ya da DİSK'e hakim olan sosyalistlerin değil, ama Ecevit solculuğunun da popülarize ettiği "Ne ezilen ne ezen", " Başka bir düzen" ajitasyonunun, gelecekteki düzen imgesine bulanık bir şekil verdiğini tahmin edebiliriz, ama bu asla sosyalist bir projeyi sahiplenmek anlamında olmadı.
Öte yandan bunları kendi hayatlarına tercüme ettiğinizde, işçilerin direnişi de şu sebeple yapmadıklarını kolayca tahmin edebiliriz: "Yaşasın benim sendikam, sendikama kimseyi dokundurmam"ın ötesinde, elbette daha insanca bir ücret alabilecekleri, daha yüksek bir yaşam kalitesine ulaşabilecekleri bir hayatın özlemi içinde daima olmuşlardı. Her türlü işçi eylemi aslında bu özlemleri açığa vurur kaçınılmaz olarak. Ama programatik açıdan, bunu sosyalist işçilerin damgası altında ve öyle bir düzen için yürüyen bir politik işçi hareketi olmaktan çok, bir endüstriyel anlaşmazlık olarak görmemiz lazım.
Eylemcilerin dışındaki insanlar 15-16 Haziran'ı nasıl karşıladılar?
15-16 Haziran Türkiye'nin anti komünist literatüründe çok fazla karşıya alınan bir şey değil. Devrimci hareketin silahlı eylemleri karşı propaganda malzemesi olarak en fazla kullanılmasına rağmen 15-16 Haziran bir karşı propaganda malzemesi olarak elverişli bir malzeme gibi gözükmedi onlara.
Oradan bakarsak karşı-devrimci külliyat buradan zayıflatamıyor devrimci hareketi. Zayıflatmaya çalışıyor ama buradan değil. Bu bir gösterge sayılabilir. Ama geri dönüp baktığımda ODTÜ öğrencisi sınav zamanı sosyalistiyle, sosyal demokratıyla toplanıp harekete "evet" diyorsa, bundan kendini geri tutmaya çalışmıyorsa, kendini aidiyet içine sokuyorsa, 15-16 Haziran insanların gözünde meşruiyet kazanmıştır diyebiliriz.
Ancak orta sınıflarda kaçınılmaz bir kaygı yarattığı ortada. Onlar açısındansa meşru değil. Özellikle Caddebostan gibi zengin mahallelerinden, yada hepsi zengin olmasa da, iyi halli mahallelerden geçerken insanlar içeriye kaçıp saklanıyorlar, pencerelerini kapatıyorlarsa. Belli ki işçi hareketi onlarda ürküntü yaratıyor. 12 Eylül'e doğru gelirken bu ürküntüler mizahi tarzda konuşulurdu.
Kapıcılar üst katlarda oturanlara meydan okurmuş "Az vaktiniz kaldı biz geliyoruz eve" diye. Şimdi bu rivayetler doğru olsa da olmasa da orta sınıfta hep zar zor elde edilmiş olan mülkiyetin elden gideceği kaygısı oluşuyor ve işçi hareketi tabiatı itibariyle bu kaygıyı doğuruyor. O nedenle orta sınıflarda belli bir kaygı yarattı diyebiliriz, ama genel olarak Türkiye'nin çalışan çoğunluğu açısından sempatiyle karşılanan, generallerde ve poliste öfke ve bastırma duygusu uyandıran bir sonuç yarattı.
Fakat 15-16 Haziran kendi eylem hattıi itibariyle mala cana bir zarar vermedi. Hatta kendisi zarara uğrayarak- işinden kovularak, ölerek, mahkemelere düşerek- sonuçlandığı için kimse şunu diyemedi:Şu kadar mala, şu kadar cana zarar verildi. Yani şiddetten uzak durmak genel olarak işçi hareketinin anlaşılmasını kolaylaştırdı Son olarak bütün toplumda yaygın bir coşku uyandırmasa da, insanların bir an önce bastırılsın diye manen karşısına geçtiği bir hareket de olmadı. O açıdan da etkisi sol açısından büyük, toplumun geri kalanı için sınırlı denebilir.
O dönem çıkan gazeteler tarandığında işçilerin yer yer Türk Bayrağı'yla yürüdüklerini görüyoruz(Hürriyet 17 Haziran 1970). Bayrağın işçilerin talepleriyle bir alakası olmadığına göre bu ne anlama geliyor?
70'lere gelinceye kadar zaten başka bayrak yoktu. Başka bayrakların ortaya çıkması, grup kimliklerinin, politik kimliklerin ya da kurumsal kimliklerin öne çıkması, kendisini bununla tanıtması ve bunu her şeyin önüne koyması, 70'lerin ikinci yarısından sonra daha çok ortaya çıkan ve benimsenen bir davranış oldu.
Klasik kitle gösterisi davranışı, o yüzden bence bunda şaşırtıcı bir şey yok. Bu şu anlama geliyor: 1. Milli değerlere karşı değilim, 2. Bana dokunursanız milli değerlere dokunmuş olursunuz. Bayrak hem onu işaret ediyor, yani nerede olduğunu, hem de ona yönelecek saldırıları bertaraf etmeyi. Bayrak bir kalkan görevi görüyor. Nerde durduğunu gösteren bir kod. Çünkü o bayraklar büyük bir şevkle, aşkla "Yunanistan'a karşı sallanan bayrak" gibi sallanmıyor. "Biz buradayız, Türk'üz, esas olarak varolan devletle bir sorunumuz yok, bize saldırırsanız yanlış yapmış olursunuz" demek istiyor karşıdakilere.
Bu bir çeşit halk kurnazlığı gibi aynı zamanda. Kemal Tahir'in romanlarında çok vardır bu sahneler, köylüler ayaklandığında, kadınları öne sürerler. Hem kadınlara dokunmak zordur, hem de aslında, erkekler hep bilirler ki kadınlar için bir özgürleşme anıdır o anlar. Hep onları ezdikleri için fırsat verildiğinde öne gideceklerdir, hızlı gideceklerdir.
Hem de karşıdakiler, kadınlara el kaldırırken iki kere düşünecektir. Ya da İstiklal Marşı. Küçüktüm ama hatırlıyorum 1960'larda "Kıbrıs Türk'tür Türk kalacaktır" mitinglerinde polis mitingleri dağıtmaya çalıştığında hemen İstiklal Marşı söylemeye başlardı millet. Çünkü İstiklal Marşı o kadar kutsal ki onu söyleyene dokunan suç işler diye varsayılırdı.
Karşısındakini bu tür araçlarla paralize etmeye çalışan kitle hareketi kendini dokunulmaz kılmak için devletin kutsal saydığı simgelerle donatıyor ve bunlarla kendisini koruyor. Onun dışında fazla bir anlamı yok, çünkü ortada Türklük, Türk olmayış tartışması yok. Belki hükümetin yabancı çıkarların temsilcisi olduğu -işbirlikçi hükümet kodlaması- yani "milli çıkarları hükümet değil biz temsil ediyoruz" iddiası olsa bile, bunlar çok üzerinde düşünülmüş şeyler değil.
Sadece Türk Bayrağı'yla yürümek, yürüyenlere kendilerinin dokunulmaz olduğu duygusunu kazandırıyor. Topluma ve devlete yabancı bir şey yapmıyorlar sureti içerisinde hareket ediyorlar. Karşılarındaki de bunu görünce tereddüde uğrar diye ümit ediliyor. Fakat tabii devlet böyle şeyler dinlemez. (AA/KÖ)