A&B Düşünce Atölyesi’nde 18 Ocak 2019 günü Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi, feminist aktivist Selda Tuncer ile yapılan söyleşinin konusu “Kadınların Kent Hakkı” idi.
Kent ve kadın üzerine ülkemizde seksenli yıllardan beri birçok çalışma yapılıyor. Konuyla ilgili gerek akademi, gerek toplumsal cinsiyet eşitliği üzerinde çalışan sivil toplum örgütlerince yapılan araştırma ve yayınların yanı sıra 2006 yılında başlatılan ve ikinci etabı süren Birleşmiş Milletler ortak programı “Kadın Dostu Kentler Projesi” bu konuyu daha da görünür hale getirdi.
Bu proje, kentin sunduğu ekonomik, sosyal ve siyasi fırsatlardan kentte yaşayan herkesin eşit biçimde yararlanması için yerel yönetimlerin planlama ve karar süreçlerine kadınların ve toplumsal cinsiyet eşitliği bakış açısının dahil edilmesi amacını taşıyor. Yerel seçim tartışmalarının hızlandığı bugünlerde projenin genişlemesi yönünde bir çabanın olduğunu söylemek zor. Günlük yaşamımızın her parçası ile ilgisi olan yerel yönetimler için gösterilen adaylara, açıklanan programlara baktığımızda siyasi partilerin, kadın aday sayısı ya da kaynaklara erişim, fırsatlardan yararlanma, sokakların güvenliği gibi taleplere karşılık vermeyi tercih etmediği ortada...
“Kadın eşikten adımını attığı an kamusal mekâna giriyor”
Doktora tez çalışmasında 1950-80 dönemi Ankara’sında kadınların gündelik kamusal mekân deneyimlerini inceleyen ve bu araştırması yakın zamanda "Women and Public Space in Turkey: Gender, Modernity and the Urban Experience" başlığıyla kitap olarak yayımlanan sosyolog Selda Tuncer; “kent hakkı” tartışmasında toplumsal cinsiyetin temel eksenlerden biri olduğunu söyledi.
Kadınların erkeklere kıyasla kenti kısıtlamalar ve engellemeler üzerinden deneyimlediğini belirten Tuncer, beşeri coğrafya ve kent çalışmaları alanlarındaki feminist araştırmacıların kentlerin eril ve cinsiyetçi bir şekilde planlanıp yönetildiğini ve buna bağlı olarak kadınların kent hayatına katılımlarında nasıl dezavantajlı konumda olduklarını titizlikle ortaya koyduklarını da ekledi.
Evin dışındaki her yerin kadın için kamusal mekân olduğunu, kadının bir erkekten farklı olarak eşikten adımını attığı an bu mekâna girdiğini ekleyen Selda Tuncer şunları söyledi: “Kadının, bu andan itibaren kıyafeti, kiminle karşılaştığı, kimin takip ettiği gibi birçok faktörün hepsine birden dikkat etmesi gerekiyor. Parklar, sokaklar, alışveriş merkezleri gibi özel ya da kamusal; her mekân için böyle düşünebilirsiniz. Ulaşım araçları da kamusal mekânın en görünür hale geldiği yer. Gideceği yere hangi vasıta ile gidilip dönüldüğü mevzusu var. Kadın para durumuna göre ulaşım aracını seçiyor.”
“Kentin olanaklarına erişimin kısıtlanması kent hakkı ihlalidir”
Kentlerin kırsaldan farklı olarak çok daha kapsamlı sağlık, eğitim, kültürel hizmetler gibi fırsatlar barındırdığını, ancak bunlara erişim açısından da kadınların dezavantajlı olduğunu ifade eden Tuncer, konuşmasına şöyle devam etti: “Kent, kaynaklar bütünüdür. Bunun içinde sağlık, eğitim hizmetlerine ulaşım; sinema, tiyatro gibi kültürel etkinliklere katılım ya da kendini geliştirici bir kursa katılmak; dışarıda arkadaşlarla özgürce bir araya gelmek gibi olanakları düşünebiliriz. Oysa bunlara erişimde kadınlarla erkeklerin arasında dağlar kadar fark var. İstanbul’a gelmiş ancak deniz görmemiş, bir kez bile sinemaya gidememiş kadınlar var. Konu sadece yoksulluk da değil. Kadınların bu fırsatlardan eşit şekilde yararlanamaması bir kent hakkı ihlalidir. Birçok yerde kadınlar kendini geliştirecek olanaklardan yoksun, kültürel ve toplumsal kısıtlayıcı pratiklerle karşılıyorlar. Kadınların evden çıkıp, aile dışında başka bir hayata bağımsız bir birey olarak katılması çok sınırlı. Bunun temel nedeni toplumsal hayatımızdaki eşitsizlikler, ataerkil bir toplum yapısı içinde olmamız.”
Kültürel pratiklerin kent tartışmalarında çok eksik bırakılan bir alan olduğunu düşündüğünü söyleyen Tuncer, bu nedenle yerel yönetimlerin bunu üst makamlara bırakabildiğini de ifade etti: “Yakında yerel seçimler var. Aslında yerel yönetimler muhtarlıktan başlayarak bütün politikalarını kadınları evden çıkaracak, şehir hayatına katacak ve kültürel pratiklerde şehir hayatına katılımını engelleyen sorunların çözülmesi üzerine kurmalı. Kadının eve ait olması ve dışarı çıkmaması tartışmaları var. Böyle bir kültürel pratiğin olduğu yerde kadının dışarı çıkması çok zor, bu yapı zaten kadını sokakta görmek istemiyor. Kadınların sokakla ilişkisini ele aldığımızda, dil de önemli bir gösterge; “sokak kadını” ifadesi bunu kanıtlıyor. Yerel yönetimlerin de bu konuda yapması gereken çok şey var. Konuya çok ilişkili bakılması gerekiyor. Kadını sürekli aynı geleneksel pozisyonda kurgularsak bir yol alamayız.” (AT/HK)