2012’de Ortadoğu Sinema Akademisi öncülüğünde başlayan Uluslararası Amed Film Festivali, endüstri–iktidar ilişkilerinden bağımsız, toplumsal cinsiyet normlarına bakan, farklı kimlikleri kültürel zenginlik olarak gören ve ekolojiyi toplumsal yaşamın temel bileşenlerinden sayan bir sinema anlayışını buluşturma amacıyla yola çıktı.
Festival, dünyanın pek çok ülkesinden sinemacıları bir araya getirerek Diyarbakır’ı özgür bir sinema alanı olarak yeniden kuran bir örnek hâline geldi.
Dönüşüm ve direnişin kenti olarak tarih boyunca sanatta da besleyen, ilham veren ve alan açan Diyarbakır, bu ruhu festival aracılığıyla iki kez sinemacıları ve izleyicileri buluşturarak görünür kıldı.
Festival 2012 ve 2016’da gerçekleşti; ancak kayyım süreci ve çatışma koşulları nedeniyle uzun süre devam edemedi.
3. Amed Film Festivali ekibinde yer alan yönetmen Weysî Altay’la, sekiz yıllık aradan sonra Ortadoğu Sinema Akademisi öncülüğünde ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin ev sahipliğinde kaldığı yerden devam eden festivali ve Kürt sinemasını konuştuk.

“Dinya bi çîrokan tê ba hev”*
“Nasıl bir festival yapmalıyız?”
Festivalde dışarıdan bir göz olarak dikkatimi çeken şey şu: Dünyanın farklı ülkelerinden Kürt yönetmenlerin filmlerini izliyoruz; Kürtçe olmayan filmlerde bile Kürtçe ve İngilizce altyazılarla karşılaşıyoruz. Festival komitesinin dile yaklaşımını, bu tercihin arka planını biraz anlatır mısınız?
Aslında filmler birçok dilde. Üç ya da dört dille sınırlı değil; Afganca gibi farklı dillerde çekilmiş filmler de var. Çünkü bu sadece bir Kürt film festivali değil, aynı zamanda uluslararası bir film festivali. Kürt bölümü var ama bunun dışında uluslararası bölümler de mevcut. Dünyanın pek çok yerinden gelen uzun metraj, kısa metraj ve belgesel filmler festival programında yer alıyor.
Festival 8 yıl aradan sonra üçüncü kez yapılıyor. Bu 8 yıllık aranın temel sebebi, Kürdistan’daki baskıcı politikalar nedeniyle kültür merkezlerine el konulması; Cegerxwîn, Aram Tigran ve şu an içinde bulunduğumuz mekânın kayyım politikalarıyla işlevsizleştirilmesi. Kayyım gelince festival yapılamadı. Diğer bazı festivaller devam etti; mesela FilmAmed’i kimi zaman sivil toplum örgütlerinin desteğiyle, kimi zaman tiyatrocuların salonlarını bizimle paylaşmasıyla, kimi zaman TMMOB gibi kurumların salonlarında aralıksız bir şekilde sürdürdük. Ama bu festivali sürdüremedik, ta ki bu yıla kadar.
Yaklaşık altı ay önce “Nasıl bir festival yapmalıyız?” diye bir konferans düzenledik. Amed Film Festivali’nin içeriği nasıl olmalı, neye ihtiyaç var gibi başlıkları tartıştık. Kosova’dan DokuFest temsilcileri, Berlin’den festival temsilcileri, dünyanın farklı yerlerindeki Kürt film festivallerinin ekipleri, Ayvalık Film Festivali, İstanbul Film Festivali gibi festivallerden deneyimli isimler üç gün boyunca Diyarbakır’da bizimleydi. Sonunda bugüne geldik ve festival seçkisine 85 film alındı. Ayrıca uzun metraj, kısa metraj ve belgesel kategorilerinde gelecekte yapmak istedikleri projelerle başvuranlar da oldu, onlara da para ödülleri verilecek.
“Seyircinin dinamizmi çok yüksek”
Festivalin atmosferini genel olarak nasıl değerlendirirsiniz?
Heyecanlıyız, güzel bir festival geçiriyoruz. Seyirci sadece filmleri izleyip gitmiyor, çok ciddi bir tartışma ortamı var. Seyircinin dinamizmi çok yüksek. Daha önce Batman’da, Yılmaz Güney Film Festivali’nde böyle bir seyirci görmüştüm. Soru soruyorlar, merak ediyorlar, eleştiriyorlar. “Film çok güzeldi” deyip sırtlarını dönüp gitmiyorlar. Gerçekten beğenmemişlerse bunu söylüyorlar. Bu yönetmen açısından bir an için hoş olmayabilir; ama bence sinemaya katkı sunan, yönetmeni geliştiren, bir sonraki projesinde dikkat etmesi gereken yerleri hatırlatan bir tavır. Kürt sinemacılar için de, buraya gelen tüm sinemacılar için de önemli bir avantaj bu.
Festivaldeki tüm gösterimler ücretsiz. Ve evet Kürtçe filmler ağırlıkta ve tüm filmlerde Kürtçe altyazı var, çünkü burası Diyarbakır. Şu ana kadar konuştuğumuz, tartıştığımız veya film izlemeye gelen herkes memnun. Biz de bundan çok keyif alıyoruz.
Festivaldeki filmlere gelirsek…
Burada İran’dan, Irak Kürdistanı’ndan, Türkiye’den birçok film var. Eski filmler de gösteriliyor, çünkü festival yıllardır yapılamadığı için o zaman aralığındaki üretimler de görünür olsun istedik. Muhtemelen bir sonraki festivalde 2025-2026 filmlerine geçilecek.
Mano Khalil’in Cîran filmi sömürgeciliği, sınır ilişkisini ve komşuluk halini çok iyi anlatan, oldukça başarılı bir yapım ve festivalin öne çıkan filmleri arasında. Sahim Omar Kalifa’nın Gizli Bağdat belgeseli yine çok güçlü bir çalışma. Hysteria da başarılı yapımlardan biri olarak öne çıktı. Hem Türkiye’den hem de yurt dışından gelen, farklı motivasyonlarla çekilmiş, farklı bakış açıları sunan pek çok film var. Elbette sevilmeyen filmler de çıkıyor ama birinin beğenmediğini başkası seviyor; bu da sinemanın zenginliğini gösteriyor.
Diyarbakır özelinde kültür-sanat
Festivalde çok sayıda uluslararası konuğunuz var ve belediyeyle birlikte oldukça kapsamlı bir organizasyon yürütüyorsunuz. Bu işbirliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu karar aslında uzun tartışmaların sonucu verildi. “Festivali belediyeden bağımsız mı yapmalıyız?” sorusunu çok düşündük. Çünkü Ortadoğu Sinema Akademisi Derneği var ve sinemayla uzun süredir uğraşan, atölyeler veren, yapım süreçlerine dahil olan bir yapı. Yine Mezopotamya Sinema var; İstanbul’da atölyeleri olan, birçok senarist, görüntü yönetmeni, kameramanla çalışan bir yer. Fakat yerel yönetimler bu bölgede çok önemli. Halkın seçtiği yönetim birimleri olarak kültürü ve sanatı halka ulaştırmak, erişimi sağlamak onların da görevi.
Sonuç olarak yerel yönetimlerle ortaklaşmanın daha doğru olduğuna karar verdik. Bulunduğumuz salon zaten Büyükşehir’in salonu. FilimAmed’e de Kayapınar Belediyesi ev sahipliği yapmıştı. FilmAmed yalnızca belgesel gösteren tek festivalimiz ve bence en önemlisi. Kürtlerin en yoğun çektiği tür belgesel, çünkü çok fazla hikâye var. Geçmişte yaşanmış ihlaller, direnişler, kayıplar, köy boşaltmaları… Kürtler bir tür silah olarak kullanıyor belgeseli aslında. Belgesel gazetecilikle de akraba bana kalırsa; ikisi de arşiv ve hakikat üretiyor. Ama belgesel aynı zamanda dünyanın çoğu yerinde “üvey evlât” muamelesi gören bir tür. Tüm bu nedenlerle de bu işbirliklerinin çok değerli olduğunu düşünüyorum çünkü Diyarbakır, Kürdistan coğrafyasında kültür–sanat çok önemli bir yerde duruyor ve festivalin uluslararası alana erişimini güçlendiriyor. Bu ortaklığı sürdürmeyi planlıyoruz.
Festivalin akıbetiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Belediyeye kayyım atanmazsa hem FilmAmed hem Amed Film Festivali devam edecek. (gülüyor). Kayyımlar gelmeden önce Van’da Ahtamar Film Festivali’ni yapıyorduk, Batman’da Yılmaz Güney Film Festivali, Mardin’de Çerçi Filmleri Festivali vardı. Mardin’in temsiliyeti çok önemliydi; Arap, Süryani, Êzidî, Ermeni, Kürt, Türk tüm Mezopotamya halklarının filmlerine yer veren bir festivaldi. Dersim’de insan hakları ve kadın odaklı bir festival vardı. Normalleşme yeniden oluşursa bunların hepsi tartışılır, yeniden yapılır, yapılmalı da. Çünkü hepsi bir ihtiyaç.
FilmAmed’de olduğu gibi diğer festivallerin de üretimi desteklemesi gerekiyor. Sadece film göstermek değil, ekonomik ve teknik olarak destek sunmak –Ortadoğu Sinema Akademisi bünyesinde projelere alan açmak– çok önemli. Sinema maalesef çok pahalı bir iş; gençlerin maddi kaynaklara erişimi zor. Bu yüzden desteklemek şart. Bu nedenle bizim de gündemimizde bu tartışmalar var.

Sizin de değindiğiniz üzere festival kapsamında geçmiş yıllardan da pek çok film izledik, izliyoruz. Bugün Kürt sinemasının geldiği aşamayı ve temsilini nasıl görüyorsunuz?
Açık söyleyeyim: Kürtlerle ilgili filmler 80 yıl önce de vardı; ama Kürt sineması dediğimiz şeyin başlangıcı bana sorarsan 20-25 yıllık. Ve başka toplumların 50 yılda alamadığı yolu biz 25 yılda aldık. Bu ciddi bir başarı. Bunu öylesine söylemiyorum; bu yıl dört farklı festivalde jüri üyeliği yaptım. New York, Rojava, FilmAmed gibi festivallerde yaklaşık 500 film izledim. Elbette kötü filmler de var ama çok iyi, çok nitelikli filmler de var. Bu bir gelişimin göstergesi. Üretim zaten başlı başına gelişmeyi sağlar. Bugün aynı tarihlerde hem Amed Film Festivali hem de Duhok Film Festivali var. İstanbul, Londra, Hamburg, Paris, Düsseldorf, Viyana, New York; bugün 30’a yakın Kürt film festivalinden bahsediyorsak hem üretimin hem niteliğin varlığından bahsedebiliriz. Tabii eleştirilecek çok şey de var. Hepimiz sömürge bir ülkenin farklı parçalarında kaldığımız için benzer etkiler taşıyoruz; kimimiz daha çok, kimimiz daha az. Ama bugün somut olarak bir Kürt sineması oluşuyor.
Bunun kendi içinde tartışmaları da var: Kürt sineması dili Kürtçe olduğu için mi Kürt sinemasıdır? Yönetmen Kürt olduğu için mi? Yoksa duygu dünyasındaki Kürtlük mü belirler? Bunların hepsi tartışmalı.
Siz hangisini kullanmaktan yanasınız?
Ben “Kürdistan Sineması” demeyi tercih ediyorum, çünkü burada yalnızca Kürtler değil, birlikte yaşadığımız diğer halklar da üretiyor. Yönetmeni Kürt ama Kürtçe bilmeyen, duygusu Kürtçe olan ama filmi Türkçe çeken birini nereye koyacağız? Kendini nasıl adlandırıyorsa olsun. Bu konuyu katı bir kalıba sokmak gereksiz. Ama gelişim açısından baktığımda çok hızlı büyüyen bir alan var karşımızda.
Çünkü şu an çok fazla genç sinemacı var. Türkiye sinemasının genel üretimine baktığımızda da hem kamera arkasında hem kamera önünde büyük kısmı Kürt gençleri oluşturuyor. Bu yüzden Kürt sineması çok hızlı gelişiyor. Nereye evrileceğini kestiremiyorum, çünkü sinemanın kendisi tartışma konusu artık. Oyunculuk tartışılıyor, yapay zekâ ile oyuncu yaratmak, hikâye kurmak mümkün. Salonlar kapanıyor, televizyon izlenmiyor; MUBI, Netflix, Prime gibi platformlar belirleyici hâle geldi. Bunların nereye gideceğini bilmiyorum ama bana kalırsa görselin gücü hiçbir zaman ölmeyecek. Görsel daima güçlü olacak. Belki Kürtler de kendi sinemasını bu yeni dünyaya göre esnetmeli, yeniden şekillendirmeli.
Ama bir gerçek var: Sömürge koşullarının etkisini taşıyan çok fazla Kürt filmi izliyoruz. Fakat aynı zamanda ne çektiğini bilen, kafası çok net genç sinemacılar da var. Bu da Kürt sineması açısından umut verici.
“Kayyım sürecinde bile Diyarbakır kültür-sanatı geri plana itmedi”
Sizin de belirttiğiniz üzere, aslında Diyarbakır’ın özellikle yeni süreçle birlikte yeniden bir kültür-sanat kenti olmasına tanıklık ediyoruz. Sanırım 25 Ekim’deki Koma Amed konseri de bunun göstergelerinden biriydi. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Kayyım sürecinde ve savaşın en yoğun yaşandığı dönemlerde bile Diyarbakır kültür-sanatı geri plana iten bir yer olmadı. Evet çok zorlandı; sansürle, mekânsızlıkla, sahne yasaklarıyla karşılaştı. Sanatçıların sahneden indirildiği, sinemacıların çekim yapabilmek için izin bulamadığı, kameranın polis tarafından durdurulduğu dönemler yaşandı. Akreplerin, kontrolün her yanı sardığı bir atmosferde üretim yapmak neredeyse imkânsızdı. Ama Diyarbakır’ın yöntemi durup beklemek olmadı.
Kayyımlar atandığında bile Ortadoğu Sinema Akademisi kendi işini sürdürdü. Tiyatrocular kendi sahalarını korudu. Ortak dayanışmayla bir mekân satın alındı ve insanların katkılarıyla inşa edildi. O mekân hâlâ ayakta ve neredeyse her gün hem eğitim hem de oyunlarla dolu. Yani kültür-sanat tamamen kesintiye uğramadı. Fakat süreç normalleştiğinde, çatışmasızlık dönemi oluştuğunda kültür-sanat bambaşka bir boyuta taşınıyor. O zaman bir rekabet alanı da doğuyor: Valilik bir şey yapmaya çalışıyor, kentle ilgisi olmayan insanlar etkinlik düzenlemeye çalışıyor; kayyımlar da bu alana bir dönem para “akıttılar” ama halkla bağları yoktu.
“İnsanlar nefes almak istiyorlar”
Şimdi durum farklı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi halkın seçtiği bir yönetim. Belediyenin Ortadoğu Sinema Akademisi ile birlikte yürüttüğü bir etkinliğe halk gerçekten katılıyor. Festivalin açılışını 2 bin kişiyle yaptık; müthiş bir coşku vardı. Yani atmosfer değiştiğinde Diyarbakır, yalnızca Kürdistan’ın değil, Türkiye’nin ve hatta Ortadoğu’nun kültür-sanat merkezlerinden biri haline gelebilecek bir potansiyele sahip. Zaten dışarıdan konuştuğumuz herkesin gözü burada, buraya gelmek istiyorlar. Bizim de bu talebin altyapısını oluşturmamız gerekiyor: Daha katılımcı, daha erişilebilir, halkın eleştiri yapabildiği alanlar yaratmak.
Söylediğin gibi, Koma Amed konseri de bunun göstergesiydi. Koma Amed, her Kürt’ün hafızasında yeri olan bir grup; geldiler ve yüz binlerce insan konser alanındaydı. Yeni bir heyecan yarattı. Bu sadece bir konser değildi; süreci destekleyen, politik bir tavır da içeren bir toplumsallaşma biçimiydi. İnsanlar tekçi zihniyetten, savaştan, Türkiye’nin sert politikalarından ve düşmanlıktan çok yoruldu. Nefes almak istiyorlar. Bu nefes Türkiye’nin işine yarar mı bilmiyorum; ama Kürtlerin işine yarayacağı kesin.

Sizce yeni süreç Kürt sinemasına nasıl yansır?
Bu konuda elbette kaygılarım var. Çünkü Türkiye’nin genel politikası –çatışmasızlık olsa bile– farklılığı kabul etmeyen, onu kendi formuna uydurmaya çalışan bir zihniyet. Buna Kürt de dahil, Alevi de, Ermeni de, LGBTİ+ da… Kendinden olmayanı kabullenemiyorlar. Bu durum sinemada da böyle.
Türkiye sinemasında her Kürt’ün evine giren, defalarca izlenen filmler aslında Kürt’ü biçimlendirme, bir kalıba sokma hikâyesiydi. Kemal Sunal’dan Şener Şen’e, İlyas Salman’a kadar… Bana göre bunlar kendiliğinden oluşmuş hikâyeler değildi, toplumu belirli bir biçime sokan anlatılardı. Ve evet, soktular da. Kürdü hırsız, kadın öldüren, cahil, Türkçe konuşamayan, yemek kültürü “tuhaf” biri olarak kodlayan o kimliği adım adım, sistematik bir şekilde yerleştirdiler. Olumsuz ne varsa Kürde yükleyip bir prototip yarattılar; bu kimlik bugün kendiliğinden oluşmuş değil, doğrudan sanatla ve sinemayla üretilmiş bir kimlik. O Kürt karakterini kurguladılar ve hâlâ ısrarla sürdürüyorlar.
Başarılı oldular mı?
Bana göre kesinlikle oldular. Hepimizin gözünde bir prototip var, kendi içimizde bile tam atamadığımız bir tortu bu. Bütün Kürtlerin zihninde bir iz bıraktı; gitmiyor, kaldı. Biz bunlara güldük, bunlarla eğlendik, evimize soktuk, çocuklarımıza izlettik; ama bu iş o kadar sinsiydi ki. En son Fethullah döneminin meşhurları, Tek Türkiye’ler, Şefkat Tepe’ler, Kurtlar Vadisi’ler… Bunlar yalnızca bize bir kalıp dayatmadı; Türkiye’yi de inanılmaz bir şekilde bilgiden, birikimden, zekâdan uzaklaştırdı. Toplumu cahilleştirdiler. Bugün Türkiye’de izlenen dizilerin şekillendirdiği bir profil var ve bununla konuşmak bile zor.
Bu diziler bin yıl öncesinin Osmanlıcılığından, İslâm anlatısından besleniyorlar ya da mafyatik bir erkekliği örnek gösteriyorlar. Bir kabadayı çıkarıyorlar: Kadın döven, insan öldüren, binlerce insanın canını alan bir figür. Ama herkes ona özeniyor: Erkek, delikanlı, sert bir prototip… Bu, bugün giyilen tişörtten konuşma biçimine kadar, Türkiye toplumunun sinema-seviyesini belirleyen şey. Bu zihniyet geçmişten bugüne taşındı. Biz ise bunu kırmaya çalışıyoruz.
Nasıl?
Bir dönem Kürt sanatına, Kürt sinemasına inanılmaz bir sansür uygulandı. Üstelik sansür yalnızca devletten gelmedi; “bizim dostumuz” dediğimiz insanlardan da geldi. Onların söylemleri bana hep psikolojik şiddet gibi geldi. Çünkü bilerek ya da bilmeyerek egemen ulus zihniyetini yeniden üretiyorlar. Bana nasıl film yapmam gerektiğini, nasıl konuşmam gerektiğini, kamerayı nereye koymam gerektiğini, hikâyemi nasıl anlatmam gerektiğini dayatıyorlar. Hikâyemi anlattığımda “propaganda yapmışsın, aslında şunu yapmışsın” diye yaftalayarak psikolojik baskı uyguluyorlar. Hikâyelerimizi propaganda olarak algılamak onların sorunu olsun. Benim meselem hikâyemi doğru almak, ona estetik bir form verebilmek. Hikâyeyi gerçekten anlatabiliyor muyum? Odaklanmam gereken tek şey bu.
Çevremizde gördüğümüz, kendimizi yakın hissettiğimiz insanlar bile bu egemen zihniyetten etkilenmiş durumda. Kimisi bilinçli, kimisi bilinçsiz bir şekilde kendi söylemek istediğini bana söylettirmeye çalışıyor. Böyle bir akım var ve Kürt sinemasının bundan çok net bir şekilde uzaklaşması gerekiyor. Yoksa başarılı olamayız ve şimdiye kadar yaptığımız gibi sömürgemizin diliyle konuşmaya devam ederiz.

“Sekiz yıldır Amed’de, film göstermek istediğimizde engelle karşılaşıyorduk”
“Hâlâ sömürgecilerimizi incitmeyelim diye hikâye kuruyoruz”
Hâlâ egemenimizi, sömürgecilerimizi, bizi egemen gibi gören insanları incitmeyelim diye hikâye kuruyoruz. Oysa coğrafyamın tamamı yanmış; insanlar kaybedilmiş, infaz edilmiş, öldürülmüş, köyler yakılmış. Ben bu hikâyeyi işliyorsam, bir zahmet birileri rahatsız olsun. Rahatsız olmuyorsa zaten problem vardır. Kişisel olarak, devlet gibi düşünen festivallerle ilişkimi kesmem gerektiğini çok net görüyorum. Çünkü dışarıdan gelen o sansür, zamanla bende otosansüre dönüşüyor. Bir filmi devlet gibi düşünen bir festivale gönderdiğimizde otomatik olarak kendimize şu soruları sormaya başlıyoruz: “Bu sahneyi koyarsak almazlar. Bunu böyle yaparsak reddederler. Şu sahneyi bırakmazsak ödül vermezler.” İşte tam bu noktada hikâyemize ihanet ediyoruz. Kürt sinemacıları olarak bundan net bir şekilde uzaklaşmamız gerekiyor.
“Filmimiz propaganda yapsın, bayrak sallayalım” diyen biri değilim; hatta tam tersi. Hikâye kendi propagandasını kendisi yapar zaten. Bir hikâyeyi hakkıyla anlattığında, kameranı doğru yere koyduğunda, senaryonu sağlam kurduğunda –ve en önemlisi otosansürden bağımsız hareket ettiğinde– hikâye kendini anlatır. Sinemacının işi de tam olarak budur. Çünkü görsel sanatın etkisi çok güçlüdür. Silahın, politikanın, açık propagandanın giremediği her eve girer. Ama yıllardır maruz kaldığımız sansürün yarattığı o otosansür bugün bizi, çok daha ileride olması gereken Kürt sinemasını geride tutuyor. Asıl mesele bu.
14 Aralık’ta sona erecek olan festivalin programıyla ilgili detaylı bilgi için buraya tıklayın. (TY)





